Birkaç haftanın özeti
Aylık astroloji yorumlarını asla zamanında yetiştiremeyen Susan Miller’a göre Mayıs’ta “Beklenmedik bir şekilde düzenli yazı işinizi kaybetmiş olabilirsiniz,” yorumu geldi. 30 Nisan’da yaşanan güneş tutulması bazen geleceğimle çok ilgili olmayan konuları artık hayatımda tutmayabiliyormuş. Aylardır iletişim, yazmak, düzeltmek, konuşmak, çeviri, kütüphane araştırmasıyla uğraşmışım ya da senaryo ezberlemişim ama bu ay bir yanlış anlamayı düzeltmek zorunda kalabilirmişim.
O gün bugün sanırım, zorunlu bir açıklama yapmam gerekiyor.
Yaklaşık iki haftadır yazı yazmıyorum, çünkü yazamıyorum. İki hafta önce aniden hastalandım, bir türlü de kendimi toparlayamadım. Elbette hastalandığımı, yazılarıma bir süre ara verdiğimi yazmam gerekirdi. Ama onu yazacak enerjim bile yoktu. Bir de ‘not yazacağıma yazı yazarım,’ diye düşündüm, ha bugün ha yarın derken bugünlere geldik. Dün yazmayı kafama koymuştum, ama yazıdan kopunca geri dönmek bisikletten inip yıllar sonra binmeye benzemiyor. İnsan epey paslanıyor, kas hafızası yetmiyor. Hele hele yazıya zorunlu ara verince tekrar cümle kuramayacakmışım, yazının ilk cümlesini bulamayacakmışım gibi geliyor. Bugün bu sarmalı da çözmek gerekiyormuş demek ki.
Susan Miller’ın ay sonuna yakın yüklediği aylık yorumları gibi bu da aslında benim 26 Nisan tarihli yazımmış olsun.
*
İki hafta önce, son yazımı yazdığımda Los Angeles’taydım. Ertesi gün sabah uçağım vardı ve eve gelince o günün yazısını da yazmayı düşünüyordum. Sonra uçak bir türlü kalkmadı. İki kere kalkar gibi oldu, taksiledi ama körüğe geri döndü. Tam kalkacakken bir mekanik arıza daha çıktı. İki kere indirildik uçaktan, sonunda başka bir uçak bulundu ama bu sırada da eve gelişim gece 01:00’i geçti. Uçak yolculukları çoktandır neşeli tecrübeler değil. Ama bu seferki bir kabustu, unutmak için uyudum.
Ertesi gün bir mesaj geldi: “Sen gittikten sonra akşam fenalaştım, test yaptığımda pozitif çıktım.” Bir gece önce birlikteydik. Bütün günü birlikte geçirdik. Havuza girdik. Yan yana televizyon izledik. Ben bir ara koltukta uyuyakaldım. Gece benim nerede uyuyacağıma dair aramızda ufak bir anlaşmazlık çıktı, sonra aynı yerde uyuduk. O kapmışsa benim de kapmam kesindi.
Evde Joe Biden’ın yolladığı ev testlerinden birini yaptığımda sonuç negatifti. Birkaç gün sonra tekrar negatif. Ama bu arada önce öksürük başladı. Öldürücü bir öksürük, insanı uykusundan uyandıran, canını acıtan, hareketsiz bırakan cinsten. Sanki sonradan, o hastalandığı için ben de hastalandım.
Birkaç kere televizyona çıktım, çünkü televizyon bir performans sanatı ve orada gösteri daima devam etmeli. Sonra tekrar yataktaydım. Daha geçen gün bile yayında öksürük geldi, tutamadım. En kötüsü bilgisayarı açacak enerjimin olmamasıydı. COVID-19 değil, ama nedir bilmiyorum. Sonuçta yataktan kalkamadım.
*
Birisi hastalığımın “maladie d’amour” olabileceğini söyledi, belki de haksız değildi. “Séparation de corps” sonrası ruh halim inişli-çıkışlıydı, bunu gizlemedim de. Ek$iSozluk’te bile birisi fark etmiş, son zamanlarda “Holly’si gitmiş gibi bir ruh halim” olduğunu yazmış. Hayatım boyunca Küçük Hıncal olmak istemiştim, hiç bu konuda da benzeşeceğimizi hayal etmemiştim.
“Holly” sahiden de gitti, birkaç ay oluyor. Artık Los Angeles’ta yaşıyor. Beni de çağırmadı. Büyümesi, kendi gelişimi, kendi hayatına başlaması için bensiz taşınması gerektiğini söyledi.
Hala birkaç bir şey duruyor dolapta, ama son kalanların çoğunu da ben götürdüm. Hammer Museum’da Alice Waters’ın Chez Panisse’den sonra açtığı ilk lokantada bir öğle yemeği sırasında aylar sonra buluştuk; tabii ki gergindi, ikimiz de yeni gerçekliğe hazır değildik ve buradan nereye gideceğimizi bilmiyorduk.
Hayatta tekrar tekrar en fazla izlediğim film “Annie Hall” olmalı. Bu kış, “Holly”nin taşındığı günlere denk düşen bir zamanda, tekrar tesadüfen izlemeye başladım ve filmle kendi hayatım arasındaki paralelliği ancak o an fark ettim. Diane Keaton yeni bir hayata adım atmak için Los Angeles’a taşınıyor, bir partide tanıştığı Paul Simon’la aşk yaşıyor. New York’ta eşyaları paketlerken kitaplarını da ayırıyorlar. Ben de onun eşyalarını gözden geçirirken okumam için bana verdiği berbat bir romanı geri alıp kendi kitaplarının arasına koyduğunu fark ediyorum.
Woody Allen ve Diane Keaton filmde Sunset Bulvarı üzerindeki The Source’da öğle yemeği yiyorlar. Bu lokanta Los Angeles yeme-içme tarihinde “spiritüel vejetaryen” olarak yer alıyor; bugün pek çok mönüde gördüğümüz salatalar, sebzeler, otlar ilk kez orada sunulmuş. Onların da yemeği gergin başlıyor, sonunda Woody Allen dayanamayıp patlıyor. Diane Keaton’a bu şehirde ne işi olduğunu soruyor, dönmesi gerektiğini söylüyor. Karşılığında kadının artık burada yeni bir hayata başladığını, dönmeye hiç niyetli olmadığını, bunun geçici bir taşınma ya da bir iş seyahati olmadığını anlıyor.
The Source artık yok. Tarladan sofraya akımını başlatan Alice Waters’ın yeni lokantası Lulu en taze malzemelere, mevsimindeki sebze ve meyvelere yer veriyor. O patlıcanlı bir sandviç istiyor, günün mönüsündeki yemekleri de paylaşmaya karar veriyoruz. Bir ara fark ediyorum ki söylediğimiz her şey vegan. Los Angeles’a taşınan herkes gibi “bitki temelli” beslenmeye başlayıp başlamadığını merak ediyorum. Doğrudan sormuyorum. Önümdeki listede bir tavuk görüyorum, paylaşmayı önerdiğimde reddetmiyor.
Bu yemekte ben de onun bir iş gezisine çıkmadığını, artık buraya temelli yerleştiğini, Los Angeles’a taşındığını kabulleniyorum. Onun da Paul Simon’ı var artık. Geri dönmesini söylemiyorum, aksine ona iyi bir haberim olduğunu, onu nihayet kendi kalbimden de saldığımı, özgür bıraktığımı, artık bir beklentim olmadığını söylüyorum. Gerçekten dediklerimin arkasında mıyım, bilmiyorum, ne de olsa bilinçaltı var. Ama hoşuna gidiyor. “Yine de bu söylediklerini özellikle iyi haber olarak yorumlamam,” diyor.
The Source çıkışında Woody Allen’ın eli ayağı birbirine dolanıyor; yaşadığı reddedilme şokunun ardından otoparktan çıkarken çarpışan arabalar gibi kendi otomobilini başkalarınınkine vuruyor. Bir şişe rozeyi paylaştıktan sonra ben Hammer’ın otoparkından çıkarken ilk kez araba kullanıyor gibi tedirginim. O an için yalnız değilim. Ama New York’a tek başıma döneceğimi biliyorum.
*
Birbiriyle alakasız olaylar zincirinin bir şekilde birbirine bağlanmasına tesadüf mü denir, işaret mi? Eskiden işaretlerden anlam çıkarırdım, son zamanlarda işaretlerden nefret etmeye başladım.
Peki buna ne dersiniz…
80’lerin ortasında 12 Eylül zulmünde terör propagandası suçundan yatıp dört sene sonra bir edebiyatçı adayı olarak çıkan biri. Ranzasının yanında Murat Belge’nin Aydınlar Dilekçesi’ndeki küçük bir fotoğrafı duran genç adam durmaksızın ona mektuplar yolluyor, içinden kendi yazdığı hikayeler çıkıyor. Ama asla yanıt gelmiyor. Bir keresinde zarfın içine cezaevinde yapılan tespihlerin boncuklarından bir avuç atıyor; mektubu açınca önüne saçılsın diye. Sonunda yanıt alıyor. Bu yanıt sayesinde yazı işine giriyor, gazeteciliğe başlıyor.
Hapishaneden çıkınca içeriden okur mektupları yolladığı Gergedan dergisinin kapısında eliyle bavuluyla beliriyor. Dergiyi çıkaran Ömer Madra ve Enis Batur’un o güne kadar hiç tanışmadığı, sadece mektuplarından bildiği bu ismi görünce şaşırıyorlar ama o andan itibaren de okur mektubu değil yazar olduğu macera başlıyor.
Ahmet Tulgar’ın annesi öldü. Yatarken gelen mesajdan önce anlamadım, kafam ilaçlardan bulanıktı herhalde, “Annesi ölmemiş miydi, biz cenazesine gitmedik mi, hangi Ahmet?” diye saçmaladım. Yıllar önce babasının cenazesine gitmiştik oysa ve o muhteşem kadın bir köşede benimle ve oğluyla dedikodu yaptığı için imam tarafından uyarılmıştı. Hiç unutmamam gereken bir andı.
Aynı günlerde bir ölüm haberi daha aldım. Ömer Madra’nın oğlu Cem’in öldüğü haberi düştü İstanbul’un entelektüel çevrelerine, birkaç haber sitesine. Kuzeni Tulya Madra bu habere bir tashih yapılması gerektiğini yazıyor Instagram hesabında: “Canım kardeşim, sevgili kuzenim, arkadaşım, yakınım, kocaman yürekli Cemocuğumuz hayatını ‘kaybetmedi,’ biz onu kaybettik. Gazetelere düşen haberi okuyunca bu tashihi yapmam gerektiğini düşündüm. Cem kendi kelimeleri ile ‘uzaklara doğru’ bir yola gitmeye karar verdi. Biz de arkasından bakakaldık.”
*
90’ların sonu olmalı, Harbiye’deki Açık Radyo binasının bir katında Ömer Madra’nın odasındayım ve söyleşi yapıyorum. Masaüstü bilgisayarda çalıştığım, PC kullandığım yıllar. Bir kere bütün dosyalarımı virüs saldırısında kaybettim, bir keresinde de eve hırsız girip bilgisayarımı çaldı. Bu söyleşinin metni bu yüzden bende yok. Oysa Öküz’de yayımlanmıştı, derginin basılı halinin Gümüşsuyu’nda bir evde arşivde durduğunu biliyorum. Tekrar okuyamadığım için hafızama güveniyorum o söyleşiyi şimdi hatırlarken.
Ömer Madra’ya Salinger’ın Glass Ailesi’ni soruyorum. Durup dururken sormuyorum elbette. “Franny ve Zooey” adlı kitabını çeviren o, kızına “For Esme—with love and squalor” hikayesinden ilham alıp Esme adını veren o. Tek başıma çıktığım bir tatilde okuduğum “Franny ve Zooey” benim “bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişti…” diyeceğim eserlerden biri.
Salinger’ın aşırı bilmiş Glass ailesinin katıldıkları bilgi yarışmalarını kazanan ama bir türlü gerçek dünyaya uyum sağlayamayan dahi çocukları var. Ömer Madra’yla kendi ailesinin de Glass’lar gibi olup olmadığını konuşmak istiyorum. Madra’nın da çocukları Glass ailesi gibi iyi okumuş, iyi yetişmiş ama bir türlü gerçek dünyaya uyum sağlayamamış gibi gözüküyor.
O söyleşide bana Cem’den bahsettiğine eminim. Bana Cem’in birçok okul bitirdiğini, o yaşa gelmesine rağmen yeniden okula başladığını, okuduğu şeyin doktora bile olmadığını, bundan sonra ne yapacağını kendisinin bile bilmediğini anlatıyor. İyi bir arşivci varsa bir yerden bulup çıkarsa keşke.
Cem Madra’nın “uzaklara doğru bir yola gitmeye karar vermesinin” ardından bu söyleşi aklıma geliyor. Bu tercihin nasıl ailenin büyük oğlu Seymour’un ölümünün Glass ailesinin üzerinde bir gölge gibi yıllarca kaldıysa, Madraları da aynı şekilde etkileyeceğini düşünüyorum.
*
Muzbalığı için mükemmel bir gün. “Esme” hikayesinin de olduğu “Dokuz Öykü”nün açılışı. Salinger’ın birçokları için en güzel öykülerinden biri. Sıradan bir günün sonunda otel odasında Seymour tabancısını çıkarıp uzaklara doğru bir yola gitmeye karar veriyor, ama hiç kimse nedenini tam olarak bilmiyor. Salinger da bilmiyor, çünkü Glass ailesine dair diğer hikayelerde de Seymour’un ölüm nedeni hakkında yer yer birbiriyle çelişen bilgiler öğreniyoruz. Savaş yüzünden mi, yaptığı evlilik yüzünden mi, yoksa dâhiler dolu bir ailenin mensubu olduğundan sıradanlar arasında bu dünyaya alışmadığı için mi tetiği çekti Seymour?
Hikayenin bir yerinde bir tabanca varsa, başında, ortasında, ya da sonunda mutlaka patlamalıdır. Değil mi?
Ya Cem Madra? Onun hikayesi neden Seymour’la benzeşti? Bazen bazı soruların yanıtını hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
*
Gazetelere yazı yollayıp kendime yol çizmeye çalıştığım yıllarda bütün dünya münzevi yaşamını tercih eden J.D. Salinger’dan bir mesaj aldı. Seymour’un ölümünü deşen bir başka hikayesi olan “Hapworth 16, 1924” kitap olarak yayımlanacaktı, nihayet izin çıkmıştı. Dünyayla neredeyse hiçbir teması olmayan Salinger’ın bu kararı üzerinde yorum yapmayan kalmamış, bu iznin ne anlama geldiğini deşenlerden biri de ben olmuştum. İmzalı yayımlanmış üçüncü ya da dördüncü yazımdı sanırım.
İnternet bu kadar yaygın olmadığı için o öyküye erişmek de kolay değildi, ama Yapı Kredi Yayınları’nın çıkardığı kitap-lık dergisinin bir sayısında çevirisini görüp okumuştum. Yayınevini o sırada bir zamanlar Gergedan’ı Ömer Madra’yla birlikte çıkaran Enis Batur yönetiyordu.
Radikal’deki Salinger yazısında Blender dergisinde okuduğum bir espriyi alıntıladım: “Salinger yeni kitabının çıkmasına izin veriyormuş ama mahremiyetine saygı duyduğum için okumayacağım.” Şimdi hiçbir anlamı olmayan ama o günün ruhuna çok uyan bir espriydi; o zaman hoşuma gittiği için aklımda kalmış. Derginin adı da.
*
Bundan birkaç ay önce bir gazeteci Nisan ayında evlerimizi değiştirmeyi önerdi. ABD’nin en önemli gazetelerinden birinin müzik editörüydü ve birkaç hafta Brooklyn’de benim evimde kalmak istiyordu. Karşılığında da benim West Hollywood’da onun evinde kalabileceğimi söyledi. Tarihler uygundu, “Holly”nin gidişi üzerinden yeteri kadar vakit geçmiş olacaktı. Biz de iki olgun insan olarak yeniden görüşebilecektik. Üzerine atladım, evleri değiştirdik. Ben onun evinde kaldım, o benimkinde.
O günlerde New Yorker’da Kurt Cobain’in intiharı üzerine bir yazı okudum; Nirvana’nın biyografisi “Come As You Are” kitabının yazarı kaleme almıştı. Kitabı merak ettim. Los Angeles’taki eve gittiğimde bütün raflarda türlü müzik kitapları gördüm, evde bu kitabı aradım ama bulamadım. Ev sahibine sordum, “Bende yok, zaten kitap da çok iyi değil,” dedi ve başka bir Nirvana biyografisi önerdi.
İyi bir tavsiye olduğuna eminim; sadece önemli bir müzik editörü olduğu için değil, aynı zamanda evinin duvarında Nirvana’nın “Nevermind” albümüne katkılarından dolayı ona verilmiş bir platin CD sertifikası çerçevelenip asıldığı için sözüne güveniyorum.
O ana kadar gazeteciyi şöyle bir google’lamış, çok da üzerinde durmamıştım. Bir akşam, onun evinde onun Instagram hesabına bakmaya başladım. Son fotoğrafının altına Courtney Love bir kalp emoji’si bırakmış.
Özgeçmişini inceledim. Blender dergisinin yayın yönetmenliğini yapmış. O yıllarda. Salinger’ın bize bir mesaj ilettiğini zannettiğimiz sırada. Mahremiyetine saygı duyduğum için bu konuyu açmadım.