Yapma be Engin
Engin Ardıç’ın önsözünde Nokta dergisi dedikodularını seksist, ırkçı, alaycı ama çok eğlenceli bir dille aktardığı “Doğru Söyleyeni Dokuz Köyden…” kitabını Kumbaracı Yokuşu’ndaki bir sahafın indirim sepetinde 10 TL’yle bulduğum gün onun ağır bir beyin kanamasını geçirdiğini öğrendim. İşaretlere pek anlam yüklemesem de bu iki olay arasındaki tesadüfü ve bağlantıyı çözmeye çalışıyorum.
Farkında olmadığınızı biliyorum, ama bir aydır yazmıyor ve hiç kimse de merak etmiyor. Argoya onun kadar hakim bir yazar olsaydım—ne de olsa bacanağı “Argo Sözlüğü” yazarı Hulki Aktunç—veya ondaki dil kıvraklığı bende olsaydı nalları dikmek üzere, ampulü patlatmış, bir ayağı çukurda, gitti gidiyor derdim. Ama değilim ve ayrıca çok üzüldüm.
Gerçekten beyin kanaması mı geçirdi, hayati tehlikede mi bilmiyorum çünkü kimsenin haberi yok. Gazetesi de resmi bir açıklama yapmadı. Kimin haberi olur, kim bilir diye etrafa sormaya çalıştım ama onunla iletişimi sürdüren tek bir kişi bile bulamadım. Ciddi bir sağlık problemi olduğu, yazılarını kestiği ortada.
Geçenlerde malum kitapta hakaretlere maruz kalan eski Nokta gazetecilerinden biriyle yemekteydim. Duyduklarımı aktardığımda onun da yüz ifadesinde gizleyemediği bir üzüntü gördüm.
Ev ve cep telefonu hala kayıtlıydı, oysa aramayalı veya aramaya ihtiyaç duymayalı en 15 sene olmuştur. Buluştuğum kişiye “Acaba arasam mı?” dedim, “Sen bilirsin,” dedi. Elim aramaya gitmedi. Çünkü dengesiz ruh hali, çabuk değişen doğası, dahası terbiyesizliğiyle uğraşacak enerjim yok. Gerçi insan ilişkilerinde yazıda veya ekranda göründüğünden çok daha uysal ve zararsız olduğunu, hatta tahmin edilemeyecek derecede uysal olduğunu da biliyorum. E-mail adresi “pussy” olan biri nasıl uysal olmaz. (Hayır, gerçekten kedicik anlamında.)
*
Benim Nokta’dakiler kadar mesaim olmadı onunla, o kadar yakın da değildim. Alt tarafı birkaç sene aynı gazetede yazdık, birkaç kere telefonlaştık, yemek yedik, bir kere de seyahate çıktık. Sonra da onu bir daha görüşmemek, yüzüne dahi bakmamak üzere hayatımdan çıkardım.
Engin Ardıç’la herhangi bir teması bulunan insanların ortak seyri bu. Ancak kime sorduysam gizliden gizliye üzüldüklerini fark ettim. Demek ki pek çoğumuz onu hala bilinçaltımızda “seviyurduk.”
Bir gün Ercan Arıklı ona “Beni sevmiyur musun?” diye sormuş, kızdığında gizleyemediği Kars şivesiyle. O da “Seviyurum,” diyememiş tabii.
Henüz aramızdan ayrılmayan, öğrendiğim kadarıyla da geçirdiği ameliyattan sonra evinde dinlendiği söylenen Ardıç’ın arkasından yazıyor gibi davranmamın sebebi de Ercan Arıklı. Zaman zaman Ardıç’ın onun ölümünden sonra sarhoşken yazdığı “Yapma Be Ercan” başlıklı yazıyı okuyorum ve her seferinde büyüleniyorum. Bir ölümün ardından yazılabilecek bir başyapıt bu yazı. Başkalarının nefret ve çirkinlik gördüğü yerde ben sevgi ve deha görüyorum. Ercan Arıklı’yı o kadar sevmiş, ölümüne o kadar üzülmüş ki duygularını, öfkesi de dahil, filtresiz yazıya dökmüş.
Benim Engin Ardıç’a karşı o kadar kuvvetli hislerim yok; sevecek ya da ölesiye nefret edecek kadar. Ancak iki adam arasında paralellik kurmamam imkansız.
*
“...ilk eşi aklını kaçırmış, iki çocuğuyla birlikte kendini ve evini de yakmış, Ercan o günden başlayarak ‘insanoğlunu’ defterinden silmiş, zengin ve yapayalnız bir ‘misanthrope’ olarak yaşamaya koyulmuştu,” diye yazıyor Arıklı’nın ardından. Ona asıl öfkesinin nedeniyse zor zamanında işten atması, verdiği 500 dolarlık ikramiyeyi beş parasızken senet imzalatıp çatır çatır geri alması.
80’li yıllardan beri defalarca tekrarlayıp yazdığına göre bu 500 dolar Ardıç’ın en büyük travması olmuş. Kim bilir ne zor şartlarda, ne büyük sıkıntılar içinde ödedi borcunu. 500 dolar hiçbir şey değildi Arıklı için; karşısındakini zor durumda bırakmak için bu parayı tahsil etmekten sadistçe bir zevk aldığı net.
Engin Ardıç da o andan beri bu travmanın aynısını bir daha yaşamamak için bir karar almış, hayatını buna göre yeniden inşa etmiş gibi. Sanki o son senedi ödediği gün hiçbir şeyin kutsal olmadığını anlamış, korunacak hiçbir değer kalmadığını düşünmüş, ilke ve ahlak adına bildiği ne varsa bunlara yakılıp yutulacak mal muamelesi yapmış. O günden sonra kırmayacağı, kendi çıkarları uğruna üzerinden geçmeyeceği, harcamayacağı hiç kimse kalmamıştı.
Bir gün benim hakkımda durup dururken, ortada hiçbir sebep yokken, aramızda herhangi bir husumet geçmemişken “Ergenekon’un elinde seks kaseti var,” diye bir iftira atmıştı bana. Ona verilecek yanıt belliydi aslında: kendisi epeydir bu işleri unuttuğu için seks hayatı olan bir insanın seks kaseti olabileceğini de bilmiyor olabilir. Vücuduma güvensem—hiçbir zaman kaslı olamayacağım sanırım—benim de seks kasetim olabilirdi, ama yok ve de hiçbir zaman olmayacak.
Ona kızmadım, sadece acıdım. Çünkü ucuz insanların çıkardığı berbat bir dedikoduya prim verecek kadar düşmesini yakıştıramadım. Hakaret ve iftirada bile ondan daha iyisini beklerdim, demek ki sandığım kadar sofistike değilmiş.
*
Engin Ardıç’ı ne zaman düşünsem, dün ya da bugün, hatta şimdi bile, onun birlikte çıkardığımız bir ekte Şebnem İyinam’a söylediği “Daha iyi anılmak isterdim, demek ki becerememişim,” cümlesi aklıma geliyor. Söyleşiden bu cümleyi cımbızla ben seçip manşete taşımıştım, çünkü Ardıç’ın hayat hikayesinin özeti gibiydi. Daha iyi anılmak isterdi ama beceremedi. Belki de daha iyi değildi.
Herkesle ama herkesle onun gelmiş geçmiş en büyük yazarlardan biri olduğunu tartışmaya hazırım. Hiç kimsede onunki kadar bir birikim ve yetenek yok belki, ama hiç kimse onun kadar bu yolculukta kendi omurgalarını yolda başkalarına teslim etmiş de değil.
Senetle iki senede tahsil edilen 500 dolar uğruna mı? Hiç kimsenin maddi durumunu bilemem, ama insanın Engin Ardıç kadar değerlerinden vazgeçmesinin bedeli de bu kadar ucuz olmamalıydı.
Dışarıdan biri zanneder ki bugüne kadar tapındığı bütün güç sahiplerinden—dün Cem Uzan, bugün AK Parti—ciddi bir servet elde etti. Ben onunla tanışmadan önce Cem Uzan’dan en azından bir şato kaptığına, uçak dolu para kaldırdığına, mahzeninde birkaç koli Petrus olduğuna emindim. Karşımda Bağdat Caddesi’nde bir apartman dairesi, yılda bir kere cebinden ödeyip business class uçtuğu ve apart otelde kaldığı Paris seyahati ve maaşı dışında bir serveti olmayan birini buldum.
Ne patrona ev aldıran, ne şoför tutturan, ne kedi mamasını gazeteye ödeten bir köşe yazarı oldu. Bütün bunları yapsa belki de kendi sınıfına ihanetinin daha makul bir açıklaması olurdu. Oysa hepsi o 500 dolarlık senet travmasını bir daha yaşamamak uğruna.
*
“Daha iyi anılmak isterdim, demek ki becerememişim,” kendi kendisinden de mutlu olmadığının itirafı aslında. İtiraf etmem gerekiyor, çevremdeki herkes onu okumayı bıraktı ama ben yazılarını biriktirip toplu halde okuyorum. Umarım bundan sonra da yazmaya devam eder. Ancak her okuduğumda Paris’teki batakhane Depot’dan çıkmış veya kanalizasyona düşmüş gibi kirlenmiş hissediyorum kendimi ve defalarca yıkanmama rağmen bir türlü tam olarak temizlenemiyorum.
Bir de hala ona acıyordum. Her gün AK Parti’nin gazetesinde AK Parti seçmenine düzenli olarak hakaret ediyor. Öyle böyle değil, “lumpen” diyor falan ama kimi hedef aldığı çok belli. Etrafını gecekondular sarmış ama kendisi tarihi bir köşkte oturan vakti geçmiş bir entelektüel gibi camdan dışarıya tiksintiyle bakıyor. Ama köşkün masraflarının olduğunu, ay sonunda onun da faturaları ödemesi gerektiğini biliyor. O yüzden de tiksintiyi ve nefretini tıpkı Velázquez’in hükümdarları resmettiği tabloları gibi gizliyor, çünkü en az dev ressam kadar usta ve kralı nasıl kandıracağını biliyor.
Ressam öncelikle asilzadelerin portresini çizermiş gibi yapıp arada saray şaklabanlarını, cüceleri de resmediyor ve yan yana sergilediği tablolarda onlarla sarayın sahiplerini bir anlamda eşitliyor. Kendi portresine hayran olan hükümdar da bu gizli isyan veya alayı görmüyor, kendisiyle aslında dalga geçildiğini anlamıyor. Engin Ardıç da gerçek nefretini arada benim seks kasetim olduğunu iddia ederek, Kemal Kılıçdaroğlu’na düzenli hakaret ederek, arada Atatürk’e sallıyormuş ve Cumhuriyet devrimleriyle dalga geçiyormuş gibi gözükerek kamufle ediyor.
Bu ustalık değildir de nedir?
Ne acı, pek çok kişi onu benim okuduğum gibi okumayacak ve bugün yaptığı tıpkı Velázquez’in tabloları gibi belki yıllar sonra anlaşılacak. Tabii yıllar sonra bir kişi de kalkıp onu merak ederse, bir kişi de kalkıp sahaflarda eski bir kitabını, arşivi silinmiş gazetelerden eski bir köşe yazısını, eski televizyon kayıtlarından yorumlarını merak ederse. Ben onun ne yazık ki çok çabuk unutulacağını düşünüyorum. Hiçbir zaman istediği gibi daha iyi anılmayacak. Benim de elimden daha iyisi gelmiyor, anabileceğimin en iyisi bu kadar. En azından arkasından konuşmuyorum. “For Éngin—with love and squalor.”