Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

SURİYE krizi 2011’de başladığında “Kim, ne yapmak istiyor?” sorusunun cevabı özellikle Türkiye açısından uzunca bir süre havada kaldı. Oysa hem Rusya’nın hem de ABD’nin üzerinde büyük ölçüde uzlaştıkları bir Suriye planlarının olduğu gerçeği başından beri ortadaydı.

Rusya, Suriye’de Fırat’ın batısında Akdeniz’deki varlığını tahkim edecek, kendisine bağlı kalacak Baas rejimini de iktidarda tutacak bir plan yaptı ve ona göre hareket etti. ABD’nin planı karmaşa ortamında Ortadoğu’da Türkiye’nin önünün açılmasını engellemek, Ankara’yı eskiden olduğu gibi güvenlik kaygılarıyla kendisine mecbur kılmaktı. Bunun için Rusya’yla anlaşmakla kalmadı, cihana “Bu benim düşmanımdır” diye pazarladığı İran’ın önünün açılmasına da göz yumdu.

ABD planının en önemli halkasında PKK, Kobani ve Hendek planlarıyla çözüm sürecinden çekildi. ABD aynı örgütü eşzamanlı olarak Suriye sınırında palazlandırırken Türkiye’yi daha da vahim bir hal alacak bir beka sorunu hissiyatına hapsetti. İran ise bu iki büyük devletin oynamasına izin verdikleri oranda mezhepçilik kılıfıyla sakladığı Pers İmparatorluğu hayalinin hâkimiyet alanını genişletme planına göre hareket etti.

Ne yazık ki tüm önemli aktörler planlarını adım adım hayata geçirirken Türkiye, Gezi eylemleri, vahşi DEAŞ saldırıları ve FETÖ’nün 17-25 Aralık’la başlayıp 15 Temmuz’a uzanan darbe planlarıyla uğraştı. Bunların doğal bir sonucu olarak da Suriye’de kendi planını kurup hayata geçirecek adımları atmakta yetersiz kaldı. Arada bazı çözüm planları da üretildi aslında. Özellikle 2013 yılı başlarında son derece ciddi hazırlıklar yapıldığını biliyorum. O günün siyasi atmosferinden alınan cesaretle tabuları yıkamasa bile sarsan bazı “yarım yürekli” adımlar da atıldı. Gelgelelim o gün yapılan plan da ne yazık ki “müttefik bildiğimiz ABD’nin” Suriye’de Rusya ve İran’la hareket ettiği realitesi gözardı edilerek hazırlanmıştı. Sonuçta da bugünden geriye dönüp bakıldığında çok da şaşırtıcı olmayacak bir şekilde o planlar Washington merkezli gizli ayak oyunlarının kurbanı oldu.

Şimdi gelelim bugüne. Önce karşımızdakileri “gerçekleri görmezden gelmeden” tanımlayalım. Afrin’de Rusya’nın ve Esad’ın himayesinde olan PKK’nın Suriye kolu YPG var. Münbiç’te de manzara aynı. Fırat’ın doğusundaysa ABD’nin desteklediği PKK/SDG bulunuyor. ABD ve Rusya, bugüne kadar Türkiye’yi kendi aralarında paslaşma suretiyle Suriye’de frenleme yoluna gittiler. Doğrusu bunda büyük ölçüde başarılı da oldular. Türkiye bugün bir kez daha Suriye’de PKK’ya müdahale hazırlığı yaparken yine kendisini frenleme konusunda paslaşan bu iki aktörle karşı karşıya. Mevzu Türkiye olunca çıkarları büyük ölçüde örtüşüyor.

Bununla birlikte Türkiye’nin yine de Münbiç’e veya Afrin’e yönelik operasyonlarda kararlı olduğu görülüyor. Yapılan açıklamalar, Türkiye’nin Suriye’nin hiçbir bölgesinde PKK’ya “otorite alanı oluşturtmama” planını hayata geçirmek istediğine işaret ediyor. ABD ve Rusya’yla yürütülen müzakerelerde yaşanan hayal kırıklığının da Türkiye’nin bu kararında ve öfkesinde etkili olduğuna şüphe yok.

Peki bu plan “her ne pahasına olursa olsun” mantığıyla mı hazırlandı yoksa başka hesaplar da işin içine dahil edildi mi? Ankara dış destek olmadan da kendi planını hayata geçirmekte kararlı mı? Aldığı bu karar, daha büyük bir sorumluluk üstlenmek olarak da okunabilir. Bu şartlar altında Suriye’de üretilecek çözümden Türkiye ne kadar pay istiyor? Daha da önemlisi, askeri seçeneğe başvurarak bunu alabileceğine inanıyor mu?

Bana kalırsa bu sorulara verilecek cevaplar Afrin’e operasyon yapılıp yapılmayacağından çok daha büyük önem taşıyor. Bunların yanıtlarını verebilmek için de evvela sahaya sürülecek askeri seçeneğin niteliğini, niceliğini görmek ve diğer aktörlerin pozisyonlarının da süreçle birlikte olgunlaşıp netleşmesini beklemek gerekiyor.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar