Nefret söylemi
‘Türkiye’nin beka sorunu ve seçim’ başlıklı yazıma öylesine sert tepkiler aldım ki, nefret söyleminin zirve yaptığı öyle tepkiler de yaşadım ki...
Sadece bu yüzden yazıyı iki gündür değiştirmedim.
Bir kişi bile fazla okursa bu ülkenin bazı karşıtlıkları aşmak için anlamlı diyalogları açmasına katkısı olabilir diye düşündüm ve umdum.
Ancak teorik olarak bildiğim bir konunun Türkiye’yi hala daha içten içe kemirmekte olduğunu görüyorum. Kendilerini Atatürkçü düşünceye bağlı olarak tanımlayan bazı çevreler aynen, kelimesi kelimesine kendileri gibi düşünmeyen herkesten nefret ediyorlar.
Geçmişte bunu dindarlara karşı yaptılar ve hem kendilerine, partilerine hem de Türkiye’ye kaybettirdiler.
CHP'nin ne yaparsa yapsın, hangi adayı çıkarırsa çıkarsın bu ülkede seçim kazanmasının imkansız oluşunun temelinde bu geçmiş yatar.
Bu Cumhuriyet'in büyük kurucusu Atatürk daha sonra kendi adını kullanarak nefret söylemlerine giren bu insanlar gibi değildi.
DÖNEMSEL SÖYLEMLER SÜREKLİ KILINDI
Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki devlet politikalarının köylülüğe ve bazı geleneksel değerlere de karşı gibi görünmesinin temelinde bir siyasi tercih yoktu. Bütün bunlar neredeyse sıfırlanmış bir ülke ekonomisi teslim almış olan Atatürk’ün hızlı ekonomi oluşturma çabasına bağlı zorunluluklardan kaynaklanıyordu. (Bunu doktora tezimde Marksist ekonominin, yani Kapital’in kategorilerini kullanarak inceledim)
Atatürk bu ilk adımları attıktan ve ekonominin temellerini oluşturduktan sonra diyalog süreçlerinin, ülkeyi birleştirici söylemlerin yolunu açacaktı. Ama ömrü buna yetmedi. Ondan sonra gelenler ise onun adını ve düşüncesini kullanarak dini değerler ile kendi aralarına aşılmaz setler çektiler, hem kendileri hem de Türkiye kaybetti bundan.
Bunlar oldu bitti. Hoş şeyler olmasalar da bunları ortak hayatımızın, tarihimizin bir parçası olarak kabul edip artık bunları aşmanın zamanı çoktan geldi.
1930’LARDA YAŞIYORLAR
Ancak görüyorum ki çoğunluğunun buna niyeti yok; hala daha 1930’ların koşullarına özgü, ancak o günlerde olabilecek tepkilerle yaşamayı yeterli görüyorlar. Bunun yapılabilir olduğunu sanıyorlar.
‘Atatürkçüler ile Ak Partililer vatan sevgisi ortak zemininde bir araya gelebilirler’ diyorum o yazımda. Sadece buna bile kin ve nefret dolu tepkiler gelebiliyor.
Neredeyse 30 yıldır kendimizden farklı insanlarla diyaloglar açmanın öneminden bahseden yazılar yazıyorum. Ben dindar olmadığımdan dindar insanların fikirlerine önem veririm, aynı hayat tarzını yaşamasak da onlarla konuşmaya onlardan öğrenmeye hep önem vermişimdir. Karşımdaki insandan beklentim de bundan ibarettir. Anadolu kültüründe, Anadolu'nun hayat tarzında bu ilkenin olduğuna inanıyorum. Atatürk’ün bu tavra güvenerek Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak için Anadolu'ya geçtiğini hep düşündüm.
Hayatlarımızın her alanında bu karşılıklı anlayış ve diyaloğa açıklığı sıkça gördüğümüz iddiasında değilim tabii ki. Hayatlarımıza sert tavırlar ve uzlaşmazlık kültürü maalesef egemen olmaya başladı.
Oysa hepimiz he an buna uygun yaşıyor olmasak da hayatı paylaşacağımız ortak zeminler bulma ihtiyacı Türkiye’nin ruhunda vardır, bunu biliyorum. Anadolu bu ruhun gelişiminin bir sembolüdür.
İşte bu yüzden son yazımın sonucunu burada tekrar edeceğim bir Atatürkçü'nün bu konjonktürde Başkan Erdoğan’ı desteklemesi hem mümkün hem de bu ülkenin bekası için gereklidir de.
TEPKİ GELECEĞİNİ BİLE BİLE
O yazıyı yazarken sert tepkilerin geleceğini ve bazılarından hakaretler yağacağını biliyordum. Bu hem yazma şevkimi attırdı hem de yazıyı daha uzun süre yayında tutma arzumu. Onlar da Facebook paylaşımını yine yasaklattılar.
Bana yıllardır söylediklerin bazıları yine hatırlattı ve para kazanmak için kendimi satmış olduğumu söylediler.
Bunlara hep verdiğim cevabı yine hatırlatayım. Bu tür yazılar gücü olana yaranma yazısı değil. Bunun ispatı arşivlerde var. Yazının tarihini hep net hatırlarım çünkü oğlumun doğumundan tam bir gün önceydi. 11 ağustos 2002’de Hürriyet Gazetesi'nde çıkmıştı o yazı.
Yazıda Erdoğan’ın neden Türkiye için çok önemli olduğunu ve eğer dediklerini yapmayı başarırsa bunun Cumhuriyeti kurtaracağını anlatıyordum. Bunun neden gücü olana yaranma yazısı olamayacağını anlamanız için o tarihte Erdoğan’ın görevinin ne olduğuna bakmanız gerekecek bakınca da bana hak vereceksiniz. O günlerde iktidarda kimler var ve kime karşılar bir inceleyin sonra da bana farklı gözlerle bakmaya başlayacağınıza eminim ben.
Sizi fazla uğraştırmamak için ben özetleyim durumu. AK Parti 3 Kasım 2002 yılında Erdoğan başkanlığında ilk olarak katıldığı genel seçimlerde tek başına iktidara gelmişti. Yani size bahsettiğim yazımdan üç ay sonra olmuştu bunlar. O günlerde yazmakta olduğum gazete de dahil tüm yakın çevrem sert tavırlar içindeydiler AK Parti'ye karşı ben bugün olduğu gibi tepkileri boş vererek doğru olarak bildiğimi, inandığımı o günlerde de yazmıştım.
- Seçim sonucu neden böyle oldu?1 yıl önce
- Kitabın ortasından konuşuyorum ve diğer lüzumsuz seçim notları1 yıl önce
- Alevi tartışması1 yıl önce
- Dün bu yazıyı yazarken...1 yıl önce
- Mea Culpa1 yıl önce
- Post-modern seçimin yankıları1 yıl önce
- 'Cool'un büyük kaybı1 yıl önce
- Z Kuşağına güvenilerek siyaset yapılır mı?1 yıl önce
- Muhalif yazarları bekleyen büyük kriz1 yıl önce
- Cumhuriyet Müzesi halk yüzünden kapanabilir1 yıl önce