Türkiye'nin dünya sistemine büyük isyanı
Türkiye’nin düşünmeye çalışan insanları başladığımız haftaya, özellikle entelektüel açıdan hazır girmeliler. Çünkü kendi düşünce sistemlerimizi iyi ayarlamadığımız takdirde yaşayabileceklerimize ve gelebilecek bazı şoklara kolay karşı koymamız imkansız hale gelebilir.
Bu haftaya hazırlanmak ve Türkiye’nin özellikle Amerika ile olan ilişkisinde neler yapmakta olduğunu daha iyi kavrayabilmek için ben yıllar önce okumuş olduğum Immanuel Wallerstein’in 'The Modern World System' adlı çalışmasını ve onunla ilgili makaleleri okuyarak geçirdim son günleri.
***
Kitapta ortaya konulun teorik çerçeveyi bir gündelik yazıda tamamen açıklayabilmek bence mümkün değil. Bir medya yazısında yapılabilecek her türlü açıklama şematik ve özet kalarak hakkını verememek ihtimaliyle karşı karşıya.
Ancak şunu da söylemeliyim ki Wallerstein’in teorisi olmadan bugün Türkiye'nin yapmakta olduğu büyük işin de hakkını vererek anlamak pek mümkün değil gibi gözüküyor.
İlk önce ne demişti Wallerstein diye özetle hakkını verememe riskini de göze alarak kısaca hatırlayalım sonra Türkiye’nin girişmiş olduğu büyük işin boyutlarına da bakarız.
Wallerstein 16’ncı yüzyıldan itibaren dünyada tüm ülkeleri kapsayan bir modern dünya sistemi oluştuğunu öne sürüyor.
***
Bu çalışma 1970’li yılların ortasında tartışılmaya başlandığında benim okumakta olduğum New School’un Marksist profesörleri tarafından da heyecanla karşılanmış ve kitap bütün boyutlarıyla tartışılmıştı. Okulumuzda yaratılan bu heyecana, teorisinin Lenin’in emperyalizm teorilerine benzerliğine rağmen bence Wallerstein bir Marksist değildi. Daha çok Braudel’in sistem bütünlükçü yaklaşımlarından etkilendiği ve yeni bir sosyoloji ortaya koymaya çalıştığı da görülüyordu kanımca.
***
Evet dünyada her ülkeyi kapsamakta olan bir modern sistem ortaya çıkmıştı ve bu daha sonra da kapitalist dünya sistemine dönüşmüştü.
Kapitalizmin dünya hegemonyasına kendisi merkezli dünya sistemini yaratarak karşı çıkmaya çalışmış olan Rusya’nın deneyi başarısız olunca yine tek bir dünya kaldı ortada ve bu da kapitalist dünya sistemi oldu.
***
Bu dünya sisteminde merkez konumunda olan ülkeler yanında bu merkeze bağlı olan çevre ülkeler de bulunuyor. Çevrenin ayırt edici özelliği özellikle ekonomik açıdan ancak askeri-kültürel düzeylerde de merkeze bağımlı olarak hareket edinilmeleri ve bu yüzden sonuç itibariyle merkez tarafından sömürülmeleridir.
Merkezin hangi ülke olacağı tarihi süreçte değişir de. Örneğin en büyük değişimlerden bir tanesi merkez olma konumunun İngiltere'den Amerika’ya geçmesi ile İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanmıştır.
***
Sonradan merkezin gücüne isyan edip güçlenen ülkeler de çıkabilir. Örneğin Almanya bunlardan bir tanesidir. Ancak Almanya Amerika’nın gücü karşısında sadece 'yarı çevre' (semi periphery) olabilmiştir. Bu yarı çevre ülkeler, çevre ülkelere karşı sanki merkezmişler gibi davransalar da asıl merkez ülkeden, çevre ülke gibi muamele görmeyi sürdürürler.
***
Bu model, Türkiye'nin düşünmeye çalışan insanlarını yaklaşmakta olan çalkantılara entelektüel açıdan hazırlayabilir.
Türkiye cumhuriyet olarak kurulduğundan bu yana merkez ülke tarafından çevre ülke muamelesi gördü.
Ak Parti'nin iktidara gelmesiyle hızlanan süreçle Türkiye kendisini çevre ülke olmaktan çıkarıp bir ara süreç olan yarı çevre konumuna sokmaya başlamıştı. Yani Amerika ile ilişkisinde çevre ülke tavırları alırken diğer ülkeler ile olan ilişkilerinde merkezmiş gibi davranmaya başlamıştı Türkiye.
***
Ancak görünen o ki Başkan Erdoğan’ın Türkiye için düşündükleri bununla yeterli değil, iyi ki de değil açıkçası. Erdoğan merkez çevre bağını ve mevcut dünya sistemini iyice sorgulamak ve değiştirmek niyetinde. Benim gelişmeleri okumam bu yönde.
Bu değişimi zorlamak için Türkiye kendisini de bir merkez ülke gibi konumlamak zorunda zaman içinde.
***
Bunun olup olmayacağı ekonomide yaşanan gelişmelere bağlı açıkçası.
Ancak onun olup olmayacağını anlamayı beklemeden şu anda neyin olmakta olduğuna iyi bakmalıyız.
Türkiye şu anda kapitalist dünya siteminin merkezine isyan etmiş durumdadır.
Bu merkezin şu ana kadar görmediği, duymadığı, alışık olmadığı boyutta bir isyandır.
Onun sistem içindeki tüm hegemonyasını sarsacak düzeyde bir başkaldırıdır bu.
Merkez, çevresi üzerinde gücünü daima ekonomik süreçlerde güçlü tutmak zorundadır.
Amerika merkez gücü bu hegemonyasını son dönemde dünyada uyguladığı yaptırımlar ile uygulamaya çalışıyordu.
S-400’leri almasıyla birlikte merkezin rolünü sorgulamaya girişen Türkiye, yaptırım tehdidinin kendisine sökmeyeceğini de söyleyerek tüm dünya sisteminin işleyişini sorgulamaya başladı.
***
Washington’da gözlemlenen durağanlık, şaşkınlık ve korku da bundan kaynaklanıyor.
Yönetim aslında Türkiye’den gelen bu isyanın anlamının uzun vadede ne olacağını görüyor. Bu yüzden yönetim içinde nasıl tepki verileceği bir süredir derinden konuşuluyor.
Ancak merkezin kendi hegemonyasına gelen bir tehdit karşısında tamamen sesiz kalmasını beklememeliyiz. Yarın (salı) Trump bazı kilit senatörleri Beyaz Saray’a Türkiye’yi konuşmak için davet etti. O kritik toplantıda benim bu yazıda ortaya koyduğum çerçevenin adı konulmadan tartışılacağına emin olabilirsiniz.
***
Bu aşamada bana kişisel olarak çok önemli gözüken bir noktayı da hatırlatmak istiyorum.
Türkiye yönetimin girişmiş olduğu bu iş büyük ve siyasi farklılıklar göz önüne alınmadan herkes tarafından desteklenmesi gereken bir gelişmedir. Bu yurtseverlik bazında ortak payda bulmak anlamına gelir. CHP bu gerçeği gördü ve bir süredir siyaseten anlaşmadığı yönetime bazı konularda önemli desteğini veriyor. Bu konu da onlardan bir tanesi.
***
Ben kendimi artık eski Marksist olarak tanımlamayı bıraktım. Marksizm öyle istenildiği zaman kolay bırakılabilecek bir düşünce sistematiği değil. Ancak düşünce sistematiği olarak kültürel tavır olarak Marksist olmayı sürdürüyorum.
Bir Marksist'in yönetimin bugün başlatmış olduğu kapitalist dünya sisteminde merkezi sorgulama ve isyan bayrağı açmasına destek vermemesi mümkün değildir.
Ekrem İmamoğlu’nun her gün göstermeye çalıştığı gibi siyasi görüşlerimiz ve hayat tarzlarımız ne kadar farklı olursa olsun kendimizden farklı olanlar ile belirli ortak paydalarda buluşmak bu yeni yüzyılımızın şartlarının bir kaçınılmazıdır. Çünkü dünya karmaşıktır öyle tek yanlı, tek başına alınan tavırlarla mücadele edilemiyor yeni dünya koşulları ile. Yönetimin yapmaya ve CHP’nin de desteklediği gibi yeni koalisyonlar oluşturmak ve bu mücadelesinde yönetimin yanında olmak ve gelebilecek yeni tüm tehditlere ve zorluklara da birlikte karşı durmak zorundayız.
***
Bizler bu yeni mücadeleleri verirken bir yandan da Çin’in yapmakta olduğu manevraları da çok yakından izlemeliyiz. Çünkü Amerika kendi merkez gücüne Çin’in ne kadar büyük bir tehdit olduğunu görüyor ve Çin ile merkez ülke konumu için ticari savaşa girişmiş durumda. Başkan’ın eski danışmanı Steve Bannon, Çin’in ne kadar büyük tehdit olduğunu göstermek için Washington’da büyük mücadele bu yüzden başlattı. Çin’in Müslüman özgürlük savaşçılarını ve Falun Gong üyelerini de yanına alarak Çin’e karşı yeni bir cephe açmak istiyor Steve Bannon. Bu konuda Trump’ı da yanına çekti.
Türkiye sisteme karşı başkaldırısını sürdürürken bir yandan Çin'le de dayanışmasını güçlendirmeye girişmeli. Bunu zaten yönetimin yapmakta olduğu da anlaşılıyor bir takım açıklamalardan.
***
Dedim ya anladığım kadarıyla Türkiye’nin dünya sisteminin yeni merkezi olmak iddiaları da bulunuyor. Bu da herkes tarafından desteklenmesi gereken bir iddia. Ancak merkez ülke olmanın özelikle ifade özgürlükleri ve adil hukuk sistemi bulunmasına da bağlı olduğu da unutulmamalı. Bunun da gereğini yönetimin yapacağına eminim.
- Seçim sonucu neden böyle oldu?1 yıl önce
- Kitabın ortasından konuşuyorum ve diğer lüzumsuz seçim notları1 yıl önce
- Alevi tartışması1 yıl önce
- Dün bu yazıyı yazarken...1 yıl önce
- Mea Culpa1 yıl önce
- Post-modern seçimin yankıları1 yıl önce
- 'Cool'un büyük kaybı1 yıl önce
- Z Kuşağına güvenilerek siyaset yapılır mı?1 yıl önce
- Muhalif yazarları bekleyen büyük kriz1 yıl önce
- Cumhuriyet Müzesi halk yüzünden kapanabilir1 yıl önce