Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Rana bunun mümkün olamayacağını söylemesine rağmen evde ailece zorunlu hapis kalma süresi daha da uzadığından iyice tuhaflaşmaya başladığımı hissediyorum.

2 mette 20 santim ötede oturmakta olan karıma "Bu neden mümkün değilmiş ki?" diye de cesaretimi topladıktan sonra sordum.

"Sen zaten olağanüstü tuhafsın, daha da tuhaflaşabilmen teorik olarak mümkün değil" dedi bana.

Ona göre rutin tuhaflığımın sınırlarını da aştığım takdirde artık her an şiddetli suçlar işlemeye eğilimli delilerin tecrit edildiği yerde tutulmam gerekirmiş.

*

Bunları duyunca içimden "İşin teoriğini filan bilemem ama pratikte tuhaflığımın iyice artmaya başladığını net biliyorum" diye de söylendim.

Bunu platformlardaki film seyretme eğilimlerindeki korkunç değişime bakarak görebiliyordum.

Sabrederseniz, neler yaptığımı anlatınca siz de anlayacaksınız ne kadar da vahim durumda olduğumu.

*

Bu olana belki inanmayacaksınız ama kısa süre önce ben özgür irademle, dışardan hiç bir zorlama olmadan, hatta başıma silah filan dayanmamışken ‘Roma’ adlı filmi seyretmeye karar verdim ve buna belki de inanamayacaksınız ama dayanıp sonuna kadar da bitirdim filmi.

Yapmakta olduğum her tuhaf şeyi bir kenara bırakın sadece bu sanat filmi seçimim bile benim acilen tedaviye ihtiyacı olan durumda bulunduğumu göstermeli size.

*

Halbuki ben 1976 yılından bu yana sanat filmi olma iddiasında olan hiç bir filmi seyretmemiştim ve bununla da övünüyordum.

O yıl en son Ingmar Bergman’ın ‘Face to Face’ adlı kadın ve erkeğin aşırı yakın çekimde birbirlerine bakmalarından ibaret olan filmini maalesef seyretmiş ve ondan sonra sanat filmlerini seyretmeyi tamamen bırakmıştım. Filmden tek hatırladığım Liv Ullman’ın yakın çekimde gördüğüm suratındaki her detaydı.

Bana uyan ve zevk veren filmler sanat kavramından mümkün olduğunca uzak duran ve hatta her sahnesinden sanatsızlık fışkıran türde filmlerdi. Belki de sadece bu yüzden ‘Bana Afredo Garcia’nın Kellesini Getirin’ adlı filmi bile çok sevebilmiştim. Ve evet Recep İvedik filmlerinin de tutkunuyum, bununla da övünüyorum.

Yani müzik dinleyeceği zaman sadece klasikleri tercih eden eğlenmek için sinemaya da gittiğinde ‘Roma’ türü filmler seyreden ve TV'de diziyi ancak eğer bunun yönetmeni David Lynch ise seyreden insanlardan Allah'tan değilim ben.

*

Hayatta fazla ilkem yoktur sadece bu konuda nedense ilkeli olacağım tuttu. Ama bunca yıllık ilkeli duruşumu geçen gün terk edip Roma filmini seyretmeye girişmem yaşamakta olduğumuz koşulların beni aslında ne kadar da derinden yaralamakta olduğunu sinirlerimi bozduğunu gösteriyor ve Rana ne derse desin ne yazık ki teorik olarak mümkün olmayacak şey de oluyor daha da tuhaflaşıyorum. Üstelik beni nereye kapatacaklarsa kapasınlar umurumda da değil bu. Yeter ki sanat filmlerine erişimim yasaklansın da her koşula razıyım.

*

Aslında filmi daha başında seyretmeyi bırakmalıydım. Henüz filmin yapımında yer alanların isimleri yazarken temizlik yapılmakta olduğu çıkan seslerden beli olan yer fayansları gözüküyordu.

Temizlik yapanın döktüğü su da arada fayansın üzerine yayılıyordu.

Bu sahne hayli uzun sürdü. Benim sevdiğim türdeki filmlerde bu temizliği yeni yapılmış olan fayansın üzerine aniden boğazı kesilmiş bir ceset düşer hep, burada ise hiç bir şey olmuyordu.

*

Aslında galiba sanat filmi yapmanın da sırrını bu sayede keşfetmiş olabilirim. Aslında hiçbir şey ifade etmeyen ve olağanüstü rutin olan sahneleri ardı ardına koyarsanız, ortaya sanat olduğu sanılan bir şey çıkabiliyor galiba.

Burada yönetmenin sırrı gösterdiği saçma sahnedeki gizli sanat unsurunu bulmanın sorumluluğunu seyirciye yüklemek.

Ben üzerine deterjanlı su gelen fayansların bir sanatsal anlamı olması gerektiğini düşünerek beynimi ne kadar patlattıysam da bu sahneden fayansın üzerine bir ceset veya kesik kafa düşmediğinden bir anlam çıkaramadım.

*

Bu filmden anladığım kadarıyla sanat filmi olabilmenin diğer şartı da başroldeki kadın oyuncuların güzel olmaması da olabilir.

Evin içinde iki hizmetçi kadın vardı başroller onlarda.

Ben kendim dışında kimseye çirkin demediğim için onlara da bunu demiyorum. Ayrıca bulundukları yörede erkeklerin onların görünümünü kafaya takmadıkları kesin gibi çünkü aralarından bir tanesi hamile bile kaldı filmde.

*

Bir defasında Woody Allen, Savaş ve Barış romanını hızlı okuma tekniğiyle okuduğunu söylemişti. Ona romanın konusunu soranlara da sadece "Roman Rusya’da geçiyordu" demekle yetinmişti, hızlı okuma tekniğiyle okuduğundan aklında bir tek bu kalmıştı.

Ben Roma filmini hızlandırarak izlemedim. Hatta içinde gizlice var olduğuna emin olduğum sanatı keşfedebilmek için arada bir geriye sararak bile izledim. Böylece sanat filmi seyretmek işkencem süresini de özgür irademle uzatmıştım.

Ancak filmi bitirdikten sonra en net hatırladığım hizmetçi kızın durmadan merdiven çıkıp inmesinden ibaretti. Kız merdivenden inmeye veya çıkmaya başladığında yönetmen Curoson -bu bir sanat filmi olduğundan olsa gerek- kadının attığı her adımı sabırla ve aynı sabrı seyircinin de göstermesini bekleyerek veriyordu. Merdiven inme veya çıkmanın da anlamı benim açımdan meçhuldü. Bunu da filmde gizli olması gereken sanatı bir türlü anlayamama bağladım.

*

Bir de dış çekimlerde görülen ufukta normal inişini yapmakta olan uçak meselesi de vardı filmde. Bu bir sanat filmi olduğundan uçak sorunsalı demeliydim buna

Bu demin bahsettiğim ilk fayans sahnesinde de görülüyordu. Fayansa dökülen suyun yansıttığı açık pencereden ufukta inişe başlamış uçak görülüyordu. Neden yalan söyleyeyim bu güzel bir çekimdi ama sadece tek bir çekimin bu filmi sanat olarak tanımlanmasına da yetmemesi gerekiyordu bana göre.

Bu uçak sonradan birçok sahnede görülüyordu. Bunun da mutlaka yönetmen açsından müthiş ve meçhul sanatsal bir mesajı olması gerekiyordu.

*

Daha önce güzel kadınlardan bahsettim ya, haksızlık yapmamak için evin sahibesi olan kadının bacaklarının hayli güzel olduğunu uzman gözüyle ifade etmeliyim. Kadın, hizmetçi kız ile onun hamileliği üzerine konuşmaya oturduğunda onun bacaklarının hayli güzel olduğunu fark ettim. Bunu duysaydı eğer yönetmen Curoson’un bana hayli kızacağına da eminim çünkü filminin sanat olarak algılanması için başrolde olanlar gibi görünen kadınlara duyulan ilgiden bahsetmek gerekiyor olmalı.

*

Hizmetçinin hamile kaldığı güne ait sahne bence benim aslında sevdiğim sanat olmayan filmlere en yaklaşan sahneleri içeriyordu. Sanatçı yönetmen bu sahnenin film içinde yer almasına nasıl oldu da izin verdi, bu da meçhul.

Sahne şöyleydi. Sevişme bitmiş kadın yatakta yatıyor. Erkek ise banyoda çırılçıplak kendini seyrediyor. Sadece kendini seyretmekle kalsa da iyi ama bize dönüp kameraya yani yataktaki kadına doğru da yürüyerek vücudunun fazla görmek istemeyebileceğimiz her yanını bize de gösterdi. Anladığım kadarıyla Japon kökenli bir kişi olmalıydı o. Eğer böyleyse Japon erkekler onunla kesin gurur duyuyor olmalılar.

Bu filmin en heyecanlı anıydı çünkü çırılçıplak durumdaki bu adam bakalım neler yapacak diye bekliyordunuz. Ve bu bir sanat filmi olduğundan olsa gerek adam eline bir Japon savaş değneği aldı ve bir takım kavga figürleri yapmaya başladı. Havaya zıplarken çıplak olduğundan görünümü hayli komikti. Yataktaki kadın gülümsüyordu, galiba o da gördüğünün çok komik olduğunu fark etmiş olmalıydı. Filmin sanat olmaktan çıkıp normal olmaya başladığı tek sahne bence buydu.

*

Film nihayet bittiğinde yorgunluktan ben de bitmiştim. Çünkü her sahnede olması gereken sanatsal yönü keşfetme yolundaki sonuçsuz çabam beni yorgunluktan tüketmişti.

Şu net, -Rana ne derse desin- bu filmi seçip sonuna kadar seyretmem benim daha da tuhaflaştığımın kesin kanıtıydı

Şu daha da net. Ne olursam olayım bir daha tövbe sanat filmi olma iddiasında olan hiç bir filmi kesin seyretmeyecektim.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar