Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Yaklaşık iki yıldır gündelik yazı dışında yazarlığımı deneme fikri kafama oturmuş durumda.

Yazı yazarak yaşamaya çalışanların çoğunda olduğuna inandığım bir duygu olmalı bu.

Anlayacağınız bir roman yazma arzum var.

Konusunun ne olacağını henüz bilmiyorum. Gerçi aklımda bazı fikirler var ama şu ana kadar hiç biri beynimi yazmaya başlayacak kadar ateşleyemedi.

Neyse yazmaya girişme sürecinde yaşanılan acı ve tereddütleri size anlatıp son derece şahsi olan bir deneyim ile zamanınızı alma niyetim yok.

*

Bunun yerime bir roman yazmaya hazırlığın neleri içermesi gerektiği üzerine genel gözlemler yapacağım. Bunun benim gibi içinde yazmak ateşi bulunan herkese gerektiğinde yardımı olsun istiyorum.

Romanın konusunu ve yapısını oluşturmadan önce her yazı işinde olan kişinin içinde bulunduğu coğrafyanın yazı gelenekleri ve eğer bir roman yazmak istiyorsa ülkesinde romanın tarihi hakkında bir fikri olmalı.

Yazınızın sizin dışındaki koşullar ile belirlenmesini gerektiğini söylemiyorum tabii ki ama altyapı olarak bilmeniz gerekenleri söylüyorum sadece.

Her yazar içinde bulunduğu kültürel ortamı ve bir parçası olmaya çalıştığı gelenekleri de bilmeli muhakkak diye düşünüyorum.

*

Türk roman tarihinin dönemleştirilmesi hakkında ben Berna Moran’ ın üç ciltlik ’Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış’ çalışmasında kullandığı metodoloji ve dönemleştirmeye bağlıyım.

Yani 1950’lere kadar romancılığımızda Batılılaşma ve bunun beraberinde getirdiği Doğu-Batı ikilemi veya sorunsalı belirleyici olmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin gelişimiyle, sınıfsal çelişkilerin ilk önce kırsalda, köylülükte, daha sonra şehirlerde belirgin olmasıyla birlikte 1950 sonrasında romanlarda sınıflaşma ve sınıf çatışmalarının aldığı biçimler ve bunların hayatlara etkileri romanların an konusunu belirlemeye başlamıştır.

Daha sonra bu süreçte iki tarihte kırılmalar yaşandı.

Bunun ilki 12 Mart darbesiydi. Sınıflaşma ve sınıf çatışması sorunsalı içinde romanlarını yazmaya çalışan yazarlar bu darbe döneminde büyük darbeler yediler.

Ancak 1970’lerde dünya sosyalist hareketi hala daha canlı olduğundan ve hala daha bir gelecek umudu verebildiğinden bu darbeyle gelen ağır yenilgi bu ekolü ortadan kaldıramadı.

Aksine darbeyle gelen baskı ve zulüm sınıfsallaşma sürecinde baskıya karşı direniş ve bundan ortaya çıkan farklı gelecekler arayışının romanlara yansımasını berberinde getirdi.

*

Ancak daha sonra gelen darbede çok daha farklı gelişmeler oldu. 12 Eylül 1980 darbesi sınıflaşma ve sınıf savaşı sorunsalı içinde yazmaya çalışan edebiyata ölümcül darbeyi vurdu. Çünkü o tarihler dünya sosyalist hareketinin tıkandığı ve Sovyetler Birliği’nin çöküntüye gittiği dönemdi yani sol hareket tıkanmış ve bir gelecek vaat etmek imkanından yoksun kalmıştı.

Şu an benim olduğum gibi kendisine konu arayışında olan edebiyat dünyası da o yeni ortamda, yeni ideolojik durumda sınıflaşma ve sınıf savaşı sorunsalı içinde kalınmaya ısrar edilmesinin manasız olduğunu da gördü.

*

Edebiyatta yeni arayışlar başladı.

Benim gibi roman yazma arayışında olan her tecrübesiz kişi o arayışın anlamı üzerine düşünmeli ve sağlam bir yazma eğitimi için mutlaka Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ romanını özel bir ilgi ve dikkatle incelemelidir. Çünkü Oğuz Atay üslup ve metot açısından gerçek bir edebiyat devrimcisiydi ve getirdiği yenilikler bence Türk edebiyatının daha sonraki, bugünlere kadar gelen özelliklerini belirledi.

*

Bu gelişmelerden sonra romancılarımız klasik gerçekçilikten uzaklaşmaya başlayıp postmodernist diyebileceğimiz yeni anlatım biçimlerini denemeye biraz da değişen koşullardan gelen zorunluluklar nedeniyle girişmişlerdir. Bireyi sadece sınıfsal aidiyetleri ile değil sadece toplumsal bilinci ile de değil, insana özgü boyutlarıyla, kıskançlıkları, öfkeleri, tutkuları ve kendisine zarar verme kapasitesi ile incelemeye konsantre olmuş ve bunların anlatımını gerçekçilikten uzak yeni anlatım biçimler ile denemeye hazır yeni roman dönemine geçilmiştir.

Berna Moran’ın verdiği adlar Latife Tekin, Orhan Pamuk, Nazlı Eray, Pınar Kür, Bilge Karasu yeni dönemin en parlak isimleri olarak sayılabilir.

*

Bütün bu tarihin bilinmesinin yeni roman yazmaya girişebilecek bir insan açısından önemi ne diyorsanız…

Roman yazmaya yeltenen kişi seçeceği konuda ve onu nasıl anlatacağı konusunda neyi artık seçemeyeceğini bilmeli ve içinde bulunduğu döneme damgasını vurmakta olan ruh hali ve kültürü iyi anlamalıdır ki seçimlerini doğru yapabilsin.

Post-modern ruh haliyle yeni anlatım biçimlerini denemekten korkmadan yazma fikri doğru seçim gibi geliyor bana.

Ben bu seçimi yaptıktan sonra bir şey daha yapılması gerektiğini düşünüyorum.

Onu herkes okumalı ama özelikle roman yazmaya girişecek her insan özelikle bu işe girişmeli. 16’ncı yüzyılda Laurence Stern tarafından yazılmış bir şaheser olan Tristam Shandy (Tristam Shandy Beyefendinin Hayatı ve Görüşleri) romanı yazmaya girişmeden önce muhakkak okunulup üzerinde düşünülmeli.

Yayınladığı tarihte üslubu ve yapısıyla tüm dünyayı şaşırtmış ve alt üst etmiş bu kitapta yazar başkişisini konuştururken, hayatını anlattırırken ona saçmalıklar yaptırıyor, sıkça konudan uzaklaştırıp eskiden anlattıklarını unutturuyor ve alakasız konulara sıkça giriyor ve sonunda bir anlamda içinde çıkılmaz hale gelen durumu ustalıkla toparlıyor. Bu dönemde, yeni anlatımlarım denendiği bugünlerde yazma işine girecek her insan Tristam Shandy’i okuyup onun eğitiminden geçmeli bence.

*

Hatta bununla da kalmamalı. Uzunca bir süredir yapısı ve anlatım tekniği nedeniyle filminin yapılmaz olduğu düşünülen bu romanın bir filmi de yapıldı. Yazar adaylarına önerim o filmin senaryo yazarı olan Frank Contrell Boyce’un senaryosu da mutlaka okunup incelenmeli çünkü o kendi yapısı zaten dağınık olan ve yepyeni üsluplar denemekte olan kitaba dayalı bir senaryoyu yazmayı nasıl başardığını görüp anlamak her yazar adayı için mutlaka öğretici olacaktır diye düşünüyorum.

*

Şu arala işte ben bunları yapmaktayım ve yazmayı arzuladığım romanın konusunu gayet tabii ki hala daha bulamadım.

Açıkçası çalışmalarımdan, okumalarımdan öğrendiklerim bazen beni hayli ezmekte de kendime arada bir "Senin ne haddine düşmüş böyle şeyleri düşünmek" de diyorum. Moralim bozuluyor ve zaten var olan depresif ruh halim daha da ağırlaşıyor ama bunun da bu arayış süreçlerinin normal parçası olduğunu söyleyerek kendimi kandırıyor ve sakinleşiyorum.

Arzu ettiğim konuyu hiç bulmama ihtimalim tabii ki çok yüksek. Yani arzuladığım kitabı hiç yazamayabilirim. Haydi bir şekilde yetenek patlaması oldu ve yazdım diyelim, bunun arzu ettiğim düzeyde güzel bir şey olacağı garantisi katiyen yok aksine güzel olmaması şansı daha büyük.

Ama hiçbir sonuca varamasam da sadece bu çalışma dönemimin yani Türk roman geleneğini düşünmemin ve Tristam Shandy’i okumamın ve Orhan Pamuk ile Oğuz Atay’ı yeniden okuyup düşünmemin hiçbir şey yazamasam da beni çok daha iyi bir insan haline getireceğini düşünüyorum. Umarım roman yazabileceğimi düşünmem gibi bunda da yanılmıyorumdur.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar