Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Geçenlerde Janet Malcolm’iı anmak için düşünürken bana yardımcı olmaları için önüme serdiğim kitapların başıma hayli iş açacakları kesindi.

Tekrar okumak için kapaklarını açmamaya kendimi ne kadar zorladıysam da tabii ki başarılı olamadım, kendimi tutamadım.

Kitapları tek tek elime alıp eskiden altını çizmiş olduğum satırları ve almış olduğum notları tekrardan okumaya başladığımda ulusal güvenlik ve ABD dış politikası veya mizah yazılarım derken bir süredir beynimde mecburen atıl durmakta olan bazı nöronların harekete geçmeye başladığını hissettim.

Geçmişte o kitapları ilk kez okurken duyduğum çoşkuların ve edindiğim yeni bilgilerin heyecanını saklamakta olan o nöronlar bir defa harekete geçince bir takım önüne geçilemeyen bağlantılar kuruluyor, geçmişten gelen bilgilerin arkeolojilerini filan yapmaya başlıyor insanın beyni.

(Beynimde olduğunu iddia etmekte olduğum bu hareketlenmeler hakkındaki bu laflarımı karım inşallah okumaz çünkü o nedense beynimin çoktan durmuş olduğunu etrafa anlatıp duruyor. Ona temelde haklı olduğum bir konuda bile yanlış olduğunu söylemek katiyen istemem.)

İkisi de müthiş yazarlar olan Janet Malcolm ile Geoff Dyer’in ’Aperture’ dergsi için yapmış oldukları fotoğraf sanatı üzerine sohbetlerini okuyunca hiçbir beynin yapmaya cesaret etmemesi gereken şeyi benim beynim maalesef yaptı ve Geoff Dyer’in çok zengin ve geniş bir yelpaze oluşturan düşünce dünyasına daldı. Oraya bir defa dalındığında içinden çıkılması hayli güç olan bir dünya o.

Ve korktuğum başıma geldi. İngiliz yazı dünyasının bu ustasının Türkçe'ye de çevrilmiş eserleri arasında bulunan ‘Bir Odaya Yapılan Bir Yolculuk Üzerine Bir Film Üzerine Bir Kitap’ çalışmasını yeniden okudum.

Bu kitabın adının biraz uzun olduğunu düşünenler varsa ne diyeyim haklısınız, Dyer çalışmalarına nerdeyse kitabı özetleyecek kadar uzun başlıklar atmasıyla ünlü. Bu yüzden başlıklarını kitabın kapağına yatay değil dikey basmak zorunda bile kalabiliyorlar. Yayınevi bir çalışmasının adının ‘Biz Nereden Geliyoruz. Şimdi Neredeyiz ve Nereye Gidiyoruz' olduğunu görünce çözümü kitabın adını ‘White Sands’ olarak koymakta bulmuştu (Türkçe'ye Beyaz Kumlar- Dış Dünyadan Deneyimler’ diye çevrilen bu çalışmasının yanısıra yine çevrilmiş olan, ‘Paris Esrimesi’, 'Yeniden Anımsanan Savaş’, ‘Bir Hışımla’, 'Bir Fotoğrafı Anlamak’, ‘Ama Güzel’ çalışmaları da bulunuyor. (İngilizce bilmiyorsanız bunları muhakkak okuyun da bu yazarın İngilizce'nin bir ustası olduğunu unutmayın ve yapabilirseniz mutlaka İngilizce'den okumaya da önem verin).

TARKOVSKY'NİN DEHASI

Türkçe çevirisini ele aldığım ve tekrardan okumaya giriştiğim kitabın İngilizce adı ‘Zona. A Book About a Film About a Journey to a Room’

Dyer bu çalışmasında Andrey Tarkovsky’nin müthiş filmi Stalker’ın nerdeyse kare kare analizini yapıyor ve "En derinlerdeki arzularınız nelerdir, bunların ne olduğunu bildiğinize gerçekten emin misiniz ve bunların gerçekleştiği takdirde nelerin olabileceğini hiç düşündünüz mü?" gibi ağır felsefi sorunların bir çözümlenmesine filmden yola çıkarak girişiyor.

Tarkovsky de bir ‘Magnum opus’ sayılması gereken filminde bu zorlu sorular ile boğuşuyor.

Çoğunluğu ağır ve uzun çekimlerden oluşan filminde Tarkovsky zamanı durdurmaya veya durdurulmuş zamanı orasından burasından çekip esnettirmeye, uzatmaya çalışıyor gibi. (Zaten onun sanatı üzerine yazmış olduğu kitabın adı da ‘Sculpting in Time’ yani 'Zamanın İçinde Heykel Yapmak'.)

Tarkosky’nin filmini ilk kez 1980’li yıllarda New York’un Greenwich Village bölgesindeki sanat filmleri gösteren sinemasında seyretmiştim.

SANAT FİLMİ DENİLİNCE

Sanat filmi denilince biraz duraklamanız gerekir. Bu deyim genellikle sıkıcı film ile özdeş olabilir ama sanat filmini izlerken biraz sabretmeyi ve bakmayı bilmeyi başarırsanız sonunda alacağınız ödül de o kadar büyük olabilir.

Yıllar önce o gece, Stalker’in ilk kareleri başladığında bana muazzam bir panik atağı gelmişti ve kendimi sinema salonunun dışına atıp sokaklara özgürce vurma duygusu da sarmıştı beni.

Ne demek istediğimi daha iyi anlamanız için filmi YouTube'da bulabileceğiniz Rusça ve İngilizce alt yazılı tümünü bir izlemeniz gerekiyor ama dediğim gibi sabretmeyi ve bakmayı bilerek izleyeceksiniz ve fim bittiğinde gerçekten büyük bir filmi sonuna kadar izlemenin başarısına ulaştığınızı hissedeceksiniz.

Sovyetler Birliği döneminde çekilen siyah-beyaz filmin ilk sahnelerinde adındaki 'iz sürücü'sünü (Stalker) insanı boğucu, karanlık atmosferli odasındaki yatağında karısı ile birlikte yatarken göreceksiniz. Kamera sağdan sola sonra yine sağa doğru çok yavaş ve uzun çekimlerle onların yüzünü gösterirken dışarıda geçmekte olan bir tren nedeniyle tüm ev sarsılmaya başlar.

Sonradan anlıyoruz ki o tren Tarkovsky’nin Zona diye adlandırdığı esrarengiz ve insanın en derindeki duygularını gerçekleştirmesine imkan veren devlet tarafından yasaklanmış bölgeye (The Zone) girilmesini engeleyen askerleri taşıyan trendi. Askerler o anda büyük ihtimalle nöbet bölgelerine doğru gitmekteydiler. Trenin yol açtığı sarsıntı da o bölgede ulaşılabilecek gerçek duyguların hayatın alışılan vasatını sarsma gücünü sembolize edebilir.

İz sürücü bir profesör ve bir yazarı o bölgeye götürmeye klavuzluk yapmak için anlaşmıştır. Evden bu işe çıkmadan önce karısının bu işi yapmaması için yalvarmasına, ağlamasına rağmen müşterileri ile buluşmak için çıkar gider. Kadın hayatlarının kabul edilmiş vasat gerçeğinin, bölgede öğrenilebilecek gerçek duygular ile bozulma ihtimalinden korkar gibidir.

İz sürücü müşterileri ile buluştuktan sonra o trenin gittiği yolu takip ederek bölgeye doğru yola çıkarlar. Film o yolculuk boyunca verdiği görüntülerle 'Hayatın anlamı nedir? Derinde olan gerçek arzularımızı bilmemiz mümkün müdür? Dahası bu duygularımızı bilmek bizim için iyi olur mu?' sorularını sordurur. O bölgeyi yasaklamış olan devlet belki de bu gerçek duygularımızı bimemizi engellemek istemektedir. "O duygularımızı bilmemizin bizim inançlarımızla nasıl çelişeceği ihtimalini de sorgulamalıyız" der Tarkovsky. Üçünün bölgeye gitmek için seyahat ettikleri ülkedeki görüntüler gerçekten ürkütücü ve karanlıktır hatta gerçek üstüdür. Görüntüler o kadar karanlık ve ürkütücüdür ki bunların Çernobil nükleer tesis kazasından sonraki bölgede oluşan görüntüler olduğunu söyleyen yorumcular bile olmuştur. Bence Tarkovsky bu görüntüler ile vasatın korkunç ve ürkütücü olabileceğini söylemektedir.

Filmin uzmanlarca 142 adetten oluştuğu söylenen ana karelerinin çoğunu kitabında analiz etmeye girişmiş olan Geoff Dyer’e göre Tarkovsky bu görüntüler ile kendi derinliklerdeki duygularımızı bilmedikçe hayalin aslında ne kadar banal ve vasat olabileceğini ve bunu bilmemenin aslında hayatın aksamadan devamı için önemini anlatmaktadır.

Zona’nın sınırlarına vardıklarında yolculardan bir tanesinin gerçek amacının bölgeyi yanında taşımakta olduğu bomba ile imha etmek olduğu, diğerinin ise asıl amacının kendi derindeki duygularına ulaşmak değil, bölgenin gizemini çözüp dünyaya açıklamak olduğu ortaya çıkar. Hayli uzun süren sahnelerde üçü bölgeye girmenin doğru olup omayacağını tartışırlar ve sonunda bölgeye girmemeye karar verirler. Belki de vasatlaşmış hayatlarmızı yaşarken bizim derinlerdeki gizli duygularımızı bilmememiz daha iyi olacaktır ama bu bilginin bir yerlerde var olduğunu oraya hiç gitmesek de bunun bir ihtimali olduğunu bilmemiz daha sağlıklı, daha umutlu bir hayat sürmemiz için iyi olacaktır. Bunun insanın inanç dünyasına bir gönderme yaptığı bazı yorumcular tarafından da söylendi. Bombacı sonunda yanında taşıdığı bombayı söküp parçalarını bölgenin sınırında bırakır. Üçü eve geri dönerler.

İz sürücü sonunda soğuk görünümlü ve karanlık görünümdeki yani vasat hayatında eşi ve engelli kızıyla buluşur ve kadın evliliğin anlamı üzerine kameraya bakarak uzun bir söyleme başlar. Sanki gerçek duygularımızı bilirsek eviliği sürdürmek zorlaşacak demek ister gibidir.

NEREDE SEYRETTİĞİNİZ DE BENCE ÖNEMLİ

Dyer bu zor filmi kitabında kendi yaşamından deneyleri de ekleyerek nerdeyse kare kare çözümlüyor. Sanatın, hayatın anlamı vasatın gücü ve gerçek duygularımızın bilinemezliği üzerine gerçekten güçlü bir felsefi metin ortaya çıkarmış Dyer.

Ben, dediğim gibi filmi ilk kez New York’ta 1980’li yılların başında izlemiştim. Entelektüel olmaya çalıştığım o günlerde gerçi uzun çekimlere dayalı sanat filmlerini izlemeye kendimi alıştırmaya çalışıyordum. Hatta Ingmar Bergman’ın ‘Scenes From a Marriage’ adlı filmini bile sevdiğimi dahi iddia ediyordum o zamanlarda.

‘Scenes From a Marriage’
‘Scenes From a Marriage’

Bu film bence bir kadın ve bir erkeğin sürekli birbirlerine bakmalarını yakın ve uzun çekimlerle vermekten ibaret bir filmdi. Sözü edilen kadın Liv Ullman’ın şahane yüzü bile olsa filme tahammül etmek yine de zordu. Gençlik günlerimde evlilik benim için bir ütopya gibiydi belki de filmi şimdi 30 küsur yıl evlilikten sonra yeniden seyredersem ona yeni anlamlar yüklemem mümkün olabilir.

Bu tür deneyimime ve bana entelektüel olmak da hayli zor bir işmiş dedirten bu geçmişime rağmen o günlerde Stalker filmine tahammül edebilmem zor olmuştu. Entelektüel olmaya o günlerde kararlı olduğumdan filme sonuna kadar dayanmış sinemadan da filmden fazla bir şey anlamadan çıkmıştım. Sonra Dyer’inki gibi çalışmaları okuyunca filmin gerçek anlamını keşfedip o sinemada geçen saatletimin kıymetini çok sonradan anlamıştım.

Peki ama benim ilk izleyişimde zor tahammül etttiğim bir filmden Dyer nasıl olup da felsefi yoğun bir çalışma çıkarabilmişti acaba.

Bu, belki de Dyer’in filmi ilk izlediği ortam sayesinde olmuş olabilir. Filmi Dyer ilk kez Oxford Üniversitesi'nde görmüş. New York’ta New School'da master eğitimine başladığımda ben İngiltere'ye gidip Oxford’u ziyaret etmiştim. Bahçesinde cüppeli profesörlerin düşünceli bir şekilde yürümekte olduğu ve tamamen yeşillik ortamda şatoya benzeyen üniversiteyi ve yakınındaki nehirde kürek çekmekte olan öğrencileri görünce ben "Burası bir üniversiteyse acaba benim New York’ta okumakta olduğum ve kapısında esrar satıcılarının bulunduğu yer ne olmalı" sorusunu sordurmuştu. Gerçi New School da fena değildi ama Oxford ile tabii ki ayrı bir kalibredeydi.

Dyer beni bunaltan filmden orijinal anlamlar çıkamayı belki de Oxford’un bu entelektüel ambiyansı nedeniyle başarmıştır diyerek kendimi ikna etim.

Özetle Dyer’in kitabını mutlaka alın ve Stalker’i izledikten sonra bu kitabı muhakkak okuyun hayatınızın daha zenginleştiğini göreceksiniz.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar