Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Yazılarım teorik yoğun olmaya başladığından bu yana sadece birkaç ay önce yazmış olduğum bir yazı bana sanki aradan yıllar geçmiş gibi gelmeye başladı. Çünkü teori yoğun yazıya hazırlanma süreci çok daha yoğun ve uzun bir çalışma gerektiriyor. Bu yoğunluktan sakın ha şikayetçi olduğumu zannetmeyin. Aksine esas kendime dönmüş gibi hissediyorum kendimi. Sadece zamanın akışı kavramım torik yoğunluk nedeniyle değişmiş durumda.

Örneğin sadece 8 Ağustos tarihinde yayınlanmış ‘Amerikan aksanlı klasik müzik’ başlıklı yazımı bana sanki yıllar önce yazmışım ve aradan çok uzun zaman geçmiş gibi gelebiliyor. O yazıyı yazmama vesile olan Adorno ile yatıp kalktığım aylar, arada geçen zamanda yapmış olduğum yeni okumalar ve yeni yazı konuları nedeniyle sanki çok uzakmış gibi geliyor bana.

Adorno’yu tam anlayabilmek için onun müzik teorisini ve o günlerde yerleşmiş olduğu Amerika’nın klasik müzik deneyimine teorik müdahalesini anlamamın gerektiğini gördüğümden o yazıyı yazmıştım.

O yazıda "Blues’un patlama yaptığı, onun kendi içinden Swing ekolünü doğurduğu, onun içinden de modern cazın kurucu ustalarının Bebop müziği yarattığı yıllarda klasik müzik şehirlerdeki burjuva kökenli ve çoğu da Avrupa’dan göç etmiş aile tarihine sahip olanlar tarafından dinleniyordu. Amerikalı tarafından bestelenmiş klasik müzik yoktu ve konserlerde nerdeyse tamamen Avrupalı üstatların bestelediği parçalar çalınıyordu ve bunlara talep vardı" diye yazmıştım.

NBC Radyo kanalının ilk canlı müzik konseri yayının 1926 yılının Kasım ayında gerçekleştirildiği, Şef Walter Damrosch’un yönetiminde New York Senfoni Orkestrası'nın verdiği o konserin gerçekleştiği Amerika’nın kendi klasik müzik ekolünü yaratma süreci son derece sancılı ve inişli çıkışlıdır.

Ancak o yazının esas amacı Adorno’yu anlamak olduğundan benim o gün bu süreçle ilgili düşüncem hayli özet ve eksik kalmıştı. Şöyle demekle yetinmiştim:

"Duke Ellington, Benny Goodman klasik müzik yönünde bazı ciddi adımlar atmış olsalar bile Blues ve caz ekolü kendi içinden etkili klasik müzik bestesi fazla çıkaramadı. Dönemde George Gershwin gibi Brooklyn’de doğmuş ve Yahudi Rusya kökenli olan Aaron Copland ilk büyük Amerikan klasik müzik bestekarı olma yolunda yürümeye başladı."

Ancak Aaron Copland 14 Kasım 1900 yılında Brooklyn’de doğmuştu. Ona gelinceye kadar arada yaşananları atlayıp direkt, önemi çok da olsa, işi sadece Copland ile konuyu bitirmeye çalışmak tabii ki çok eksik kalan bir yaklaşımdı.

Bu eksikliği telafi edecek bir yazı yazmayı Ağustos ayından bu yana düşünüyorum ancak araya giren konular ve yeni teorik düşünceler bu yazımı bugüne kadar erteletti bana.

Bugün Amerika’nın kendi klasik müzik ekolünü yaratma mücadelesinden sayfaları açmak niyetindeyim.

Yazının başlığından da anlaşılacağı üzere neredeyse tüm 19’uncu yüzyıl boyunca Amerikan klasik müzik dünyasında Almanya egemenliği bulunuyordu.

Amerikan klasik müzik müzisyenleri, bestekarları ve şefleri eğitim için Almanya’ya gidiyorlardı.

Onların yarattığı müziği çalıp yayan radyoların yöneticileri de çoğunlukla Almanya’dan göç etmiş insanlardı.

Örneğin piyano klasik parçaları ile dikkatleri çeken William Mason (1829-1908) sadece Schumann ve Chopin’in sentezi olan türde parçalar üretebiliyordu.

Tarlalarda çalışan kölelerin söylediği şarkılardan, Küba ve Karayipler ritimlerinden esinlendiğinden ilk gerçek Amerikan klasik müzik ekolünü yaratacağı düşünülen Louis Moreau Gottschalk (1829 New Orleans doğumlu) ilk önce gitmiş olduğu Paris’te kabul görmeyince onu beğenen Listz, Chopin ve Berlioz’un etkisi altına girdi. Bambaoula, Le Banaier ve La Savane gibi parçalarının bütün yorumcular tarafından zencilerin ve tarlalarda çalışan kölelerin şarkılarından esintiler taşıdığı kabul edilen bu ilk özgün Amerikan klasik müzik bestecisi bile Avrupa etkisinden kendisini kurtaramadı. Yaşamının sonuna kadar bir romantik kalan Gottschalk o günlerde ‘canavar konserler’ adı takılan büyük konserler düzenlerdi. Bunlardan bir tanesinde, kaderin cilvesine bakar mısınız ‘Morte’ adlı parçayı piyanoda çalarken, piyanonun üstüne yığılıp kaldı.

Öldükten ona Gottschalk’ın müziğinin gerçek klasik müzik olmadığı ve ciddiye alınmaması gerektiği yolunda eleştiriler yapılmaya başlandı. Kendisini ‘ciddi’ klasik müzikçi olarak gören isimler Amerikan klasik müziği ekolünün gelişiminin daha fazla Alman etkisi altına girmesini savunuyorlardı.

Yüzyılın son çeyreğinde kendilerine ‘Boston klasik ekolü’ adını veren ve üyelerinin her birisinin Almanya’da eğitildikten sonra ABD’ye dönmüş olan grubun etkisi duyulmaya başladı Amerikan klasik müzik dünyasında.

Döneminde Amerika’nın en büyük klasik müzik bestekarı olarak kabul edilen ama gerçekte müziğinde Amerika’ya dair özgün hiçbir nokta bulunmayan Edward Alexander MacDowell (1860-1908) da Stuttgart, Weisbaden, Frankfurt ve kısa süre de olsa öğrencisi olarak Liszt ile Weimar da eğitim görmüştü.

CHARLES IVES

Gördüğünüz gibi Amerika klasik müzikte Alman etkisini bir türlü kıramıyor ve Amerika’ya özgü klasik ekolünü bir türlü yaratamıyordu.

Bu yoldaki en devrimci, en özgün adımı Charles Ives (1874-1954) attı. Onun için hak etiğinden ona ayrı bölüm başlığı attım ama o sadece bir bölümde anlatılabilecek bir müzisyen değil. Çok daha ilginç, devrimci, yenilikçi ve özgün Amerikan besteciydi Ives, bu yüzden o tek başına ayrı bir yazıda ele alınmayı hak ediyor bence. Amerikan klasik müzik ekolünün Alman etkisinden kurtulması yönündeki bu en ciddi çabasını oluşturan Charles Ives üzerine çalışmamı sürdürüyorum, onu bir başka yazıda size sunmayı umuyorum.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar