Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Yakın geçmişte yaşadığımız her depremden sonra olduğu gibi sonuncusunda da bizlerin bu felakete nasıl hazırlıksız olduğunu anlatmak isteyenler, sıkça Japonya örneğini veriyor.

Bu tavır sürecek gibi gözüküyor. Bu yüzden doğal afetler ve depreme yönelik olan Japon kültüründeki yaklaşımı biraz irdeleyen eski bir çalışmamı, yeniden yayınlamanın zamanın ruhuna uygun olacağını düşündüm.

Eğer Japonya örneği her depremi hatırladığımızda bize söylenecekse Japon ve Uzak Asya kültürünün biraz daha yakından öğrenilmesi gerekiyor.

Uzak Doğu ülkeleri ile Batı aleminin tabiata yaklaşımı temelden farklıdır. Batı aleminde tabiat, insan tarafından fethedilmesi ve üzerinde kontrol sağlanması gereken bir olay. Japonya'da ise Shinto inancının gereği tabiat insanın iş birliği yaparak, onun gücünden devamlı öğrenerek ona uyum sağladığı bir güç.

Tabiata bu yaklaşım farklılığı nedeniyle Batı’da manzara resmi ekolü eski bir geçmişe sahip değildir. Japonya ve Çin'de ise antik zamanlara kadar giden bir geçmişe sahiptir.

Japonlar, Fuji Dağı'nı mutlaka keşfedilmesi ve ona uyum sağlamak için anlaşılması gereken bir varlık olarak gördüklerinden bu volkanik dağa defalarca keşifler yapmış ve bildiğim kadarıyla bin 300 olan tapınak inşa etmişlerdir.

Avrupa’nın resim ve edebiyata da yansıyan bir dağ korkusu kültüründe vardır. Bu yüzden Batı Avrupa’nın en yüksek dağı olarak bilinen Mont Blanc’a 1786 yılına kadar tırmanılamamıştır.

Büyük ihtimalle Fuji Dağı, Mont Blanc’dan tabiatı açısından daha tehlikelidir. Nitekim uzun yıllar boyunca volkanik patlamalar sıkça olmuştur ama Japonlar; dağın bu patlamalarını ilahi bir işaret, tabiatın yenilenmesi ve sevdikleri bazı ruhların kendilerini tabiat aracılığıyla ifade etmeleri olarak görmüşlerdir. Çünkü Japonlar, duygularını bu şekilde dışa vuran tabiat ile uyumlu denge içinde bir yaşam sürmeleri gerektiğini düşünüyor. Elde var olan belgelere göre; Japon tarihinin her bir döneminde Fuji Dağı'na çıkılmış ve bu kültürde Fuji Dağı sanatlarında birçok şiir ve resme konu olmuştur.

Dağ örneğini verdim ki bunun Japon kültürünün tabiata yönelik tavrının iyi anlaşılması kolaylaşsın...

Shinto efsanesinde Susawo’nun kız kardeşi güneş tanrıçası, mağarasından çıkıp dünyayı aydınlattığı zaman 8 milyon adet kutsal varlık mutluluktan hep birlikte dans etmeye başladıklarında yer sallanıyor, yani deprem oluyor.

Japonlar tabii ki cahil insanlar değiller ama bu inanç onların depremi kutsal olan tabiatın kendisini ifade biçimi olarak düşünmesine ve onu anlayışla karşılamalarına neden oluyor.

İşte bu yüzden depremden sürekli korkarak yaşamak yerine, kendi hayatlarını ona uyum sağlayarak sürdürmenin yollarını aramaya başlamışlar.

Tabii bu arayışta en önemli unsur, evlerini nasıl yapacakları konusuydu.

Bu konuda Japon farkını anlamak için hem Çin'de hem Japonya’da ağaç ile kurulan ilişkiyi ve tahta temelli mimarinin o kültürdeki önemini anlamaya çalışmamız lazım.

Batı alemi, mimarisinin ve sanatının heykel ile ilgili bölümünü taş ile çalışmak üzerine kurdu. Bu, Batı’nın tabiatı hükmedilecek bir unsur olarak görmesiyle de uyumlu. Japonya ve Çin, tahtayı tabiatta ağaca yönelik duygularının doğal bir sonucu olarak mimarisinde yoğun kullanmaya başladı. Aslında taş ile çalışmasını da iyi biliyorlar ama antik çağlarından bugüne kadar ayakta kalabilmiş tek bir taş ağırlıklı çalışılmış tapınakları yok! Ayakta kalabilenlerin neredeyse tamamı tahta ağırlıklı olanlar.

Ağaçtan elde edilmiş tahtanın nerdeyse kutsal bir anlamı var o kültürde ve geleneksel Japon ev mimarilerinde de tahta ağırlıklı tasarımlar ortaya çıkarmışlar.

Tahta ağırlıklı mimarinin deprem durumunda az can kaybına neden olacağı bariz ama bunun da tek zayıf noktası, yangına karşı daha savunmasız olması.

Yangınlar konusunda da Japon kültürünün ilginç bir yaklaşımı var. Yangınları tabiatın kendisini yenileme gayreti olarak gördüklerinden ve kendilerinin de bu yenilenmenin bir parçası olması gerektiğine inandıklarından, geleneksel ev tasarımlarını yangın olduğunda ortamın bir an önce yanıp ortadan kalkması üzerine yapmışlar.

Geleneksel Japon evinde kapılar, özellikle de bahçeye çıkılan bölümler kolaylıkla yerinden sökülüp çıkarılacak şekilde düşünülmüş. Yani tabiatın kendisini yenileme düzeninin bir parçası olan yangın çıktığında onunla tamamen mücadele vermek yerine yangının olduğu yerde alanı azaltıyorlar ki bir an önce yangın istediğini yapsın. Evin tahta ağırlıklı parçaları çıkarıldığından ve kalan bölüm kolay yandığından yangın bir evde çıktığında orada bitiyor çevreye sıçramadan. Hatta denildiğine göre eskiden yangınla mücadele için su, eve değil gelen itfaiye personelinin üstüne sıkılırmış. Söküm işini hızlı yapsınlar ve yangın doğal gelişimi içinde olup bitsin diye.

Japonya'da deprem; yaşanılması ve uyum sağlanması kaçınılmaz olan bir kutsal tabiat olayı…Tıpkı yangın gibi korkulacak bir şey olmaktan çıkmış... Evler, insana zarar vermeyecek tabiat malzemesiyle inşa ediliyor ve belki de bu yüzden yıkım olsa bile can kaybı fazla olmuyor.

Bu tabiatın gücüne uyum sağlamak ideolojisi aslında judo tekniği ile de uyumludur. Judoda da amaç rakibe karşı güç kullanmak değil, onun gücünü kendi avantajına çevirerek mücadele etme tekniğidir. Depreme, yangına karşı tabiatın gücüne uyum sağlamak için bu ülkede judo tekniğinde olduğu gibi davranılmaktadır.

Japon'un tabiata karşı duygularını en iyi anlamak için bir geleneksel Japon evinin içine bakmak gerekiyor.

Bir Japon bahçesinde tabiata bulunabilecek her şey; nehirler, dağlar, vahşi ormanlar, güzel kokulu çiçekler gerçek tabiatın küçültülmüş boyutuyla bulunur. Ve siz geleneksel bir Japon evinin bahçesine çıkarsanız kendinizi gerçek tabiatın ıssızlığının içindeymiş gibi hissedersiniz. Bazı bahçelerde sürekli akmakta olan su da şelalenin bir sembolüdür.

Benim Japon bahçelerine tutkum çok tuhaf nedenle başladı. Tarantino’nun "Kill Bill" filminin sonunda Umma Thurman karakteri Hattori Hanzo’dan aldığı kılıç ile O-Ren Ishii adlı kadın ile Japon bahçesinde karşı karşıya kalır. Kar yağmakta olduğundan insanın içini huzurla dolduran bir ortam vardır. Japon evlerindeki bahçelerin Batı alemindeki bahçelerin aksine bir özelliği de tabiatta olan her mevsimde bir başka güzellik vermesi, her mevsim farklı kullanımlara açık olmasıdır. Bu da tabiatla uyumlu yaşama felsefesiyle uygundur. Neyse o huzurlu ortamda Umma Thurman, O Ren’in kafatasının üst tarafını bir kılıç darbesiyle uçurur ve film biter. Bir huzurlu ortamda olmasını düşünebileceğiniz en son şeyi bize gösteren yönetmen Tarantino da kendi ismine, şanına yakışan bir şey yapmıştır anlayacağınız...

Özetle demek istediğim şu; her depremi hatırladığımızda bize Japon örneğinin hatırlatılmasına gerek yok çünkü o örnek inancıyla yaşam kültürüyle bizlerin ufkumuzun tamamen dışında bir şey...

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar