2018'in en iyi 20 filmi
Geçtiğimiz yıl Türkiye'de 430'u aşkın yerli ve yabancı film gösterime girdi. Türkiye'de yılın en çok seyirci toplayan filmi 6 milyon seyirciyi geçen "Müslüm" oldu. Onu "Arif V 216" ve "Ailecek Şaşkınız" filmleri takip etti... İlk 10'a giren tek yabancı film ise "Avengers: Sonsuzluk Savaşı"ydı. Peki, yılın en iyileri? İşte Habertürk sinema yazarı Mehmet Açar'a göre 2018'in en iyi 20 filmi...
20. The Florida Project
Büyük bir eğlence merkezinin yakınlarındaki ucuz motelde yaşayan işsiz anne Halley ile 6 yaşındaki kızı Moonee'nin geçirdiği günler... Bağımsız Amerikan sinemacı Sean Baker, duygu sömürüsünden uzak gerçekçi bir yoksulluk hikâyesi anlatıyor.
Filmdeki yoksulluk, alt sınıfların geleceksizliği ve çıkışsızlığıyla ilgili... Baker, film boyunca hareketli bir kamerayla karakterleri yakından takip ediyor ama hepsine belirli bir mesafeden bakıyor. Karakterlerin iç dünyasına uzak duruyor. “The Florida Project”in en sevdiğim yanı, meselesini iyilik-kötülük üzerinden kurmaması... Aslında nereye doğru gittiği belli olmayan, hikâyesiz, savruk bir film ama iyi yazılmış finaliyle her şeyi toparlıyor...
19. Soğuk Savaş (Cold War)
1949'da savaş sonrası Polonya'sının yıkıntıları üzerinde birbirlerini bulan ama bir türlü “birbirlerinin olamayan” müzisyen Wiktor ile şarkıcı Zula'nın aşkı... Wiktor kapitalizmle, Zula ise sosyalizmle uyum sağlıyor... Birisi Fransa'da, diğeri Polonya'da kuruyor hayatını ama ikisi de bir türlü huzur bulamıyor, birbirlerini unutamıyorlar.
Filmin öyküsünü de yazan yönetmen Pawel Pawlikowski, klasik sinemanın neden – sonuç ilişkileri kuralından uzak duruyor ve soruların yanıtını seyirciye bırakmayı tercih ediyor... İlişkinin çıkmazıyla 20. yüzyıl Polonya tarihi arasında bağ kuran Pawlikowski, film boyunca birbirinden güzel siyah beyaz çerçeveler yakalıyor.
18. Beni Adınla Çağır (Call Me By Your Name)
1980'lerde, Kuzey İtalya’da geçen bir eşcinsel aşk hikâyesi... James Ivory’nin André Aciman’ın romanından uyarladığı filmin yönetmeni Luca Guadagnino, sakin ve abartısız tarzıyla iki karakterin içindeki çatışmaları, hisleri ustaca anlatıyor. Elio 17 yaşında, Oliver ise 24... Elio, Oliver'ın özgüvenine; Oliver ise Elio’nun yeni yetmeliğine, masumiyetine âşık oluyor...
Delice sevmek ya da tutkuyla âşık olmaktan ziyade sevilmenin, aşk nesnesine dönüşmenin keyfi üzerine bir film bu... Sanat, estetik, edebiyat ve müzik, Oliver ile Elio’yu birbirine bağlayan görünmez bir bağ gibi... Görüntü yönetmeni Sayombhu Mukdeeprom’un eski usul 35 mm olarak çektiği film, kendine özgü doğal pastel tonlarıyla da akılda kalıyor.
17. Kelebekler
Dünya prömiyerini yaptığı Sundance Film Festivali'nde, uluslararası yarışma bölümünde dramatik dalda büyük ödülü kazanan “Kelebekler”, yıllar sonra köydeki “baba ocağı”na dönen üç kardeşin hikâyesini anlatıyor. İntihar etmiş bir anne ve kendilerini küçük yaşta evden gönderen bir babanın çocuklarıdır onlar.
İnkar etseler de sıcak bir aile yuvasının özlemini çektikleri hissedilir. Ama ne yolculuk, ne de “baba ocağına dönüş” tahmin ettikleri gibi olmaz. Köyde onları, tuhaf bir muhtar, kosmostaki düzeni sorgulayan bir imam ve “patlayan tavuklar” bekler... Tolga Karaçelik'in yazıp yönettiği “Kelebekler”, sonunda herkesin aile sıcaklığını bulduğu ve duygusal arınma yaşadığı filmlerden biri değil belki ama en az onlar kadar etkileyici bir film...
16. Köpek Adası (Isle of Dogs)
Hayali Japon şehri Megasaki’deki bütün köpekleri çöplerle dolu bir adaya gönderen Vali Kobayashi, geçmişe takıntılı, merhametsiz biridir. Eski bir aile hikâyesi nedeniyle köpeklere kin tutan Kobayashi'nin baskıcı iktidarına karşı koyarak adaya giden Atari ise köpekleri çok seven bir çocuktur...
Wes Anderson’un stopmotion formatında çektiği film, jenerik yazıları, müzikleri ve her şeyiyle bir Japon filmini andırıyor. Hatta karakterler Japonca konuştuğunda altyazı bile kullanılmıyor; çeviri farklı yöntemlerle gerçekleşiyor. Sadece içerik değil, grafik stil de çok farklı ve yaratıcı... Bu özgün stil, köpekleri filmin en gerçek, duyarlı varlıkları haline getiriyor.
15. Dovlatov
Baskıcı Sovyet rejimi nedeniyle yıllar boyunca kitaplarını yayımlatamayan Rus yazar Sergey Dovlatov'un hayatından bir kesit. Sene 1971... Film, iktidarın gündelik hayatta insanları nasıl kontrol ettiğini ve sansürün toplumun derinlerine nasıl işlediğini göstermekte çok başarılı.
Sosyalizm eleştirisinden ziyade iktidar kavramı üzerine odaklanan film, Komünist Parti baskısını öne çıkarıyor... 1970'lerin Sovyet filmlerini hatırlatan donuk, soluk renk dokusu, geçmiş hissini güçlendirirken, hüzün duygusunu artırıyor. Yönetmen Aleksey German, kalabalık çekimlerde oyuncuların mizansenleriyle kamera hareketlerini senkronize etmete çok iyi... Bu anlatım tarzı, karakterlerle birlikte aynı zamanı ve mekânı paylaşma duygusunu güçlendiriyor.
14. Yeşil Rehber (Green Book)
1960'lı yıllarda ABD'nin ırkçı güney eyaletlerinde turneye çıkan Afrika kökenli Amerikalı piyanist Dr. Don Shirley ile İtalyan kökenli şoförü Tony'nin gerçek hikâyesi... Tony'nin, belirli ölçülerde ırkçılıktan nasibini aldığı kesin. Don Shirley ise kibirli, mesafeli ve soğuk biri...
İlişkileri başlangıçta iyi gitmiyor ama güney eyaletlerindeki ırk ayrımcılığı onları birleştiriyor. Aralarındaki dostluk, ikisini de etkileyip değiştiriyor. Don Shirley kibrinden, Tony ise içindeki ırkçılığın son kalıntılarından kurtuluyor. Peter Farrelly'nin yönettiği “Yeşil Rehber”, ırk ayrımcılığına yumuşak, iyimser, naif bir noktadan bakan; seyredene kendini iyi hissettiren sıcak bir film. Mahershala Ali ve Viggo Mortensen'in oyunculukları ise muhteşem.
13. Yaz (Leto)
Rus yönetmen Kirill Serebrennikov, 1981 yılında Leningrad'da geçen filminde o dönemi gerçekten yaşamış Rus rockçılarının hayatından bir kesit sunuyor; genç kuşakların baskıcı Sovyet rejimi döneminde yaşadığı zorlukları, acıları anlatıyor. Hikâye bir aşk üçgeni, arkadaşlık ve dayanışma üzerine kurulu...
“Yaz”, rock müziğinin dinamik enerjisini yansıtan, video klip tarzında çekilmiş ironik müzikal sahneleri dışında çok sakin ve hüzünlü bir film. Siyah beyaz görüntüleri, anlatımı, karakterlerin psikolojisine uzaktan bakan mesafeli tavrı ve seyircinin duygularını kendi haline bırakan yanıyla sıra dışı bir film...
12. Dul Kadınlar (Widows)
Hikâye, kötü giden soygun sırasında eşlerini kaybeden üç kadının yeni bir soygun için bir araya gelmeleri üzerine kurulu... Soygun onlar için fırsattan ziyade tek kurtuluş yolu... Yönetmen Steve McQueen aksiyon sahnelerinde gösterişli şık koreografileri bir yana bırakıyor, inandırıcı bir tarz yakalıyor.
“Dul Kadınlar” kara filmlere özgü bir gerçekçiliği, politik yozlaşma filmlerinin öfkesiyle birleştiren, iyi çekilmiş bir suç dramı. Filmde feminist bir alt metinden söz edilebilir. Ama politik alt metinler, feminizmden daha baskın... McQueen, anlattığı öykü üzerinden bugünün ABD'sinde olup bitenleri yorumluyor. Irklar arasında ilişkilerin samimiyet değil, sahtelik ve siyasi doğruculuk üzerinden şekillendiğinin altını çiziyor.
11. Ay'da İlk İnsan (First Man)
Ay'a ayak basan ilk insan, astronot Neil Armstrong'un hikâyesi... Yönetmen Damien Chazelle, atmosferin ötesine geçmenin dahi o yıllar için çok tehlikeli olduğunu ısrarla vurguluyor. Ay yolculuğunun yarattığı gerilim, endişe ve söze dökülmeyen ölüm korkusu filmin her yanında karşımıza çıkıyor.
Armstrong her şeyi “tangur tungur ses çıkaran metal bir kutu”nun içinde yaşıyor. Chazelle, seyirciyi birçok sahnede astronotların bakış açısına mahkûm ederek, uzayı nasıl algıladıklarını gerçekçi bir tavırla yansıtıyor. Roketin fırlatılışında, Ay'a inişte ve daha birçok sahnede genel planları çok kullanmıyor. “Ay'da İlk İnsan” milliyetçi bir başarı hikâyesinden ziyade ömrü boyunca evlat acısından kurtulamayan bir adamın kavuşma özlemi üzerine bir film aynı zamanda...
10. Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri (Three Billboards Outside Ebbing, Missouri)
Martin McDonagh’ın yazıp yönettiği filmin ana karakteri, öldürülen kızının katilinin bulunması için bölge polisini köşeye sıkıştırmaya çalışan Mildred (Frances McDormand)... Film, pes etmemenin erdemleri üzerine çekilmiş bir dramdan ziyade insanların bir cinnet sarmalının içine çekilmesini anlatıyor.
McDonagh “Birbirimizi anlamaya çalıştıktan sonra gerisi kolay” demeye getiriyor. Duygusal patlamaları ve öfke nöbetlerini ironik bir tonda insanlar arasındaki bir iletişim biçimi gibi yazmış. Bazen özür dilemenin, çoğu durumda ise karşılıklı anlayış ve sessizliğin ortalığı sakinleştirmesi önemli. Akılla, hukukla yönetilmeye çalışılan bir dünya bu... Ama hepimiz biliyoruz ki akılcılık, yaşanan şiddet çılgınlığını önlemiyor. Bölgedeki ırkçılığı hissetiren McDonagh, akılcılık ve sivil ikiyüzlülük yerine kontrollü bir öfke ve empati öneriyor...
9. Ben, Tonya (I, Tonya)
Amerika'nın öfkeli ve talihsiz buz patencisi Tonya Harding’in gerçek hayat hikâyesi... Tonya’nın olimpiyat altın madalyası tutkusunun nedeni, çocukluğunda göremediği sevgiye, ilgiye milli sporcu olarak kavuşmak istemesi... Trajik olan nokta ise buz pateni dünyasının ve medyanın onu pek sevmemesi...
Tonya’nın annesi LaVona’yla olan sevgi - nefret ilişkisi de kuşkusuz çok önemli. Filmin hoş yanı, Tonya’yı mağdur gösterme kolaycılığına girmemesi, başarısızlığında kendi payının altını özenle çizmesi... Finaldeki boks ringi-buz pateni arasında gidip gelen o şahane paralel kurgu sahnesi, aslında bütün spor hayatını özetliyor... Margot Robbie oyunculuktaki iddiasını ve tutkusunu kanıtlayarak mükemmel bir performans çıkarıyor. LaVona rolündeki Allison Janney'nin Oscar kazandığını da hatırlatalım.
8. İnanılmaz Aile 2 (Incredibles 2)
İlk filmde, süper güçlere sahip kadınla erkeğin aile kurup çoluk çocuğa karışması, harika bir fikre dönüşüyordu. “Süper aile” olmanın ötesinde öncelikle gerçek bir aileydiler. Her aile gibi normal sorunları vardı ve kendimizi onlara yakın hissediyorduk...
Yine Brad Bird'ün yönettiği ikinci film, hayatımızı kaplayan dijital ekranlarla olan tehlikeli ilişkilerimize dikkat çekse de, asıl mesele yine “aile halleri”yle ilgili... Lastikkız Helen, dışarıda süper kahramanlığın gereklerini yerine getirirken Bob ise evde Violet'in ergenlik bunalımları, Flash'in matematik ödevleri ve bebek Jack-Jack'le uğraşmanın dünyayı kurtarmaktan daha zor olduğunu anlıyor. Anlatımı, karakterleri, öyküsü, görsel atmosferi ve animasyon tekniğiyle öne çıkan bir film...
7. The Post
Steven Spielberg’in yönettiği film, 1971 yılında geçen ve medya-siyaset ilişkileri üzerine düşündüren gerçek bir öykü anlatıyor. Medyanın yönetenlerin değil, yönetilenlerin haklarını savunması gerektiğine inanan ve mesleki dayanışmayı her şeyin önüne çıkaran, tarih dersi tadında bir gazetecilik filmi...
Erkeklerin kahraman olduğu bir dünyada, doğru olanı yapmaya çalışan Graham karakterinde Meryl Streep’in yorumu ince ve ustalıklı... Spielberg her zamanki gibi hikâyeye ve filmin anlamına hizmet eden, gereksiz süslemeler ve zorlamalardan uzak bir anlatım tutturuyor. Karakterler arasındaki ego çatışmalarını derinlemesine işleyerek, durağan öyküyü, tansiyonun giderek yükseldiği, hızla akıp giden bir film haline getiriyor.
6. Karanlıkla Karşı Karşıya (BlacKkKlansman)
Yaşanmış bir hikâye olduğunu bilmesek filmde olup bitenlere inanmamız kesinlikle mümkün değil. Colorado Springs Polis Merkezi’nde çalışan ilk Afrika kökenli Amerikalı Ron Stallworth, telefon üzerinden Ku Klux Klan’la iletişim kuruyor ama onun yerine örgüte, iş arkadaşı Flip Zimmerman sızıyor.
Ron’un ses ve beden olarak iki farklı kişi olması, birçok sorunu ve komik olayı beraberinde getiriyor. Ama yönetmen Spike Lee'nin derdi matrak bir ırkçılık eleştirisi değil. Filmini çok katmanlı, düşünsel bir zemin üzerine inşa ediyor ve finalde Trump'ın yarattığı siyasi gerilimin çözümü ne kadar zorlaştırdığının altını çiziyor. 1970'lerde geçen bir dönem filmi olarak da çok sağlam bir iş.
5. Örümcek-Adam: Örümcek Evreninde (Spider-Man: Into the Spider-Verse)
Animasyon tekniği açısından yenilikçi ve yaratıcı bir film... En çok sevdiğim yanıysa, “beyaz adam ağırlıklı süper kahraman filmi modeli”ni yıkıp, yerine beyazların merkezde yer almadığı, çok kültürlülüğe kapı açan alternatif bir dünya getirmesi oldu.
Film, hiç kimsenin doğuştan mükemmel olmadığını, süper kahramanlığın öğrenilemeyeceğini, ancak hissedilerek, içten gelen dürtülerle yapılabileceğini söylüyor. Süper kahramanlığın en önemli özelliğinin süper yeteneklerden ziyade sorumluluk duygusu olduğunun altını çiziyor. Bob Persichetti, Peter Ramsey ve Rodney Rothman'ın yönettiği filmde 3D tekniği sayesinde kendinizi bir resimli romanın içinde dolaşıyormuş gibi hissediyorsunuz.
4. Phantom Thread
Paul Thomas Anderson’un yazıp yönettiği “Phantom Thread”, 1950’lerin Londra’sında geçen sıra dışı bir aşk hikâyesi anlatıyor. Anderson bir kez daha baskın kişilikli bir karaktere ve onun yakın çevresiyle kurduğu, karşılıklı bağımlılık içeren duygusal ilişkilere odaklanıyor.
Hayatta kişiliğinden, sezgilerinden ve sevgisinden başka hiçbir şeyi olmayan bir kadının, sevmeyi bilmeyen, kibirli, güçlü bir erkeği dize getirmesinin öyküsü olarak da bakılabilir filme... Woodcock’ta Daniel Day-Lewis, Alma’da Vicky Krieps ve Cyril'de Lesley Manville mükemmel performanslar çıkarıyorlar. Anderson’un görüntü yönetmenliğini de üstlenerek eski usul 35 mm formatıyla çektiği filmin pastel tonlarındaki renk paleti ve her biri tablo tadındaki kadrajları, ince bir işçiliğin ürünü.
3. Ahlat Ağacı
Taşralı genç yazar adayının başta babası olmak üzere, ailesi ve doğup büyüdüğü yerdeki insanlarla ilişkisi... Filmi, bir gencin gelecek endişelerinden ve ekonomik sıkıntılarından bağımsız olarak değerlendirmek mümkün değil. Ancak taşra sıkıntısından ziyade Sinan’ın kendini kanıtlama arzusunun belirlediği bir film bu...
Nuri Bilge Ceylan kendini tekrara düşmeden şaşırtıcı, kafa karıştırıcı ve heyecan verici olmayı başarıyor. “Ahlat Ağacı”, dakikalarca uzayıp giden diyalogları, alışıldık bir hikâye anlatmaması ve seyircinin karşısına öyle kendinden emin fikirlerle çıkmaması itibarıyla zihninizdeki sinema tarifine uymayabilir. Ama yeniliğe açıksanız, kalbinize ve aklınıza seslenen, zekânıza saygı duyan, duygusal olmaktan hiç kaçınmayan bir film bekliyor sizi... Tam bir memleket filmi. Politik olmaktan ziyade tedirgin ve huzursuz; ama kesinlikle umutsuz değil.
2. Sevgisiz (Nelyubov)
Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev, modern toplumları içten içe kemiren bencillik ve vicdansızlık üzerine iç sızlatan çarpıcı bir hikâye anlatıyor. 12 yaşındaki Alyosha boşanma sürecindeki annesiyle babasının tartışması sırasında, ikisinin de kendisini istemediğini öğrenince ertesi gün ortadan kayboluyor.
Ama bir kayıp hikâyesinden ziyade bir çocuğun içinde büyüdüğü sevgisizlik anlatılıyor. Kuşaktan kuşağa aktarılan bir sevgisizlik bu... Alyosha’yı filmde çok az görüyoruz ama her şey onun yalnızlığı ve acısı üzerine... “Sevgisiz” dolaylı yollardan politik bir film. Muhafazakârlığın yükseldiği Rusya’da manevi değerlerin inişe geçtiğini, herkesin maddi açıdan daha iyi bir hayata ulaşmanın peşinde koştuğunu vurguluyor.
1. Roma
Yılın en sevilen, en beğenilen filmlerinden biri... Venedik'te Altın Aslan'ı alarak başlattığı ödül sezonunu çifte Oscar'la kapatması kimseyi şaşırtmaz. Bir Meksika filmi olarak yabancı dilde en iyi film Oscar'ını; ABD'de ticari gösterime giren bir yapım olarak da en iyi film Oscar'ını kazanabilir...
Kazansa da, kazanmasa da, benim için kesin olan “Roma”nın son yılların en iyi filmlerinden biri olduğu... Kadınları ve çocukları terk edip giden erkekler var filmde. Onların boşluğunu sevgi, dayanışma ve kadınlığın gücü dolduruyor. Sızısı asla geçmeyecek derin bir acı, sokaklarda öldürülen masum gençler var “Roma”da... Ama hayat her şeye karşın sürüp gidiyor. “Roma” aynı zamanda yönetmen Alfonso Cuaron'un çocukluğuna, bir ülkenin, bir şehrin geçmişine doğru açılan bir film... Hatırlamanın filmi...