Başkanlar medyanın geleceğini tartışıyor
İrfan Şahin, Serdar Çaloğlu, Cem Aydın, Vuslat Doğan Sabancı ve Kenan Tekdağ MediaCat'de buluştu
MediaCat dergisi, bu ay ülkemiz medya sektörünün yüzde 50'den fazlasını oluşturan dört büyük grubun temsilcilerini bir yuvarlak masa etrafında topladı. Bu tepe yöneticileri bakış açılarını sektörün dünden yarına uzanan süreçteki dengelerini, dinamiklerini ve beklentilerini anlattı.
İşte MediaCat'te yayınlanan dosyanın tam metni:
Yuvarlak masa toplantısını MediaCat Genel Yayın Yönetmeni Pelin Özkan yönetti. Toplantıya Ciner Medya Grup Başkanı Kenan Tekdağ, Çukurova Medya Grubu Yönetim Kurulu Üyesi Serdar Çaloğlu, Doğan TV Holding CEO'su İrfan Şahin katıldı. Doğuş Yayın Grubu Genel Müdürü Cem Aydın ise mazereti nedeniyle katılamadığı toplantının sorularını dijital ortamda yanıtladı.
MEDYADA İYİ ŞEYLER OLUYOR
Medya yöneticilerinin de belirttiği gibi Türkiye'de medya beş yıl Öncesine kadar Meksika-Brezilya dizilerini ithal eden, yayınlayan bir endüstriydi. Oysa şu anda 72 ülkeye dizi ihraç eden ve ihracatta İlk beşe giren bir konuma gelen bir medyamız var. Artık Türk medyası Türkiye'nin 'soft power'ı. Doğan TV CEO'su İrfan Şahin: 'Şu anda ihracatta o kadar İyi bir yerdeyiz ve geldiğimiz yer öyle muazzam ki, artık bırakın dizi ihracatını, hikaye, roman ve format satmaya başladık.' diyor. Türk dizileri, programları artık Türkiye'nin tanıtımına katkıda bulunuyor, turizmi destekliyor ve üstelik bu beş yıl gibi kısa bir sürede gerçekleşti.
MEDYADA KÖTÜ ŞEYLER OLUYOR
Her ne kadar dünyanın her yerinde medya siyaset, bürokrasi, iş dünyası vb. çevrelerle sıkıntılar yaşıyor olsa da, bizdeki durum çok farklı.
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü tarafından hazırlanan basın özgürlüğü endeksinde 2002 yılında Türkiye, 99'uncu sıradayken 2011 yılı itibariyle listede 143'üncü sırada ver alıyor.
Dünyada mesleklerini yapmaları suç sayılarak tutuklu bulunan gazetecilerin sayısı 170 iken bunlardan 83 tanesi Türkiye'de. Ve bu konuda Türkiye listenin en başında ver alıyor. Hiçbir zaman listede özgür ülkeler arasında yer bulamayan Türkiye, siyasi atmosferin çalkantısıyla daha da kötü bir konuma doğru gidiyor.
Hal böyle olunca, medya yöneticilerini de karşımızda bulmuşken sorabileceğimiz tüm soruları sorduk. Onlar da tüm içtenliğiyle sorularımızı yanıtladılar. Sayfalarımızın izin verdiği ölçüde konuştuklarımızı aktardık. Aktaramadıklarımızı ise hafızalarımıza ve arşivimize kaydettik.
Veri karanlığındaki fiyatlandırma
Pelin Özkan: Şu anda sektörün en acil sorunlarından birisi ölçümleme. Bu genel olarak sektörü ve gruplarınızı nasıl etkiledi? Bu konudaki beklentileriniz neler?
Serdar Çaloglu: Önümüzdeki günlerde bir toplantı var. TİAK içinde daha konsantre, daha uzman, -uzman derken kişilerin yeterlilikleri açısından değil de, sonrasında oluşturacakları konsantrasyon açısından- 20-25 kişilik bir komite oluşturuluyor. O komite çalışacak ve yönetim kuruluna rapor verecek. Hidayet Karaca'nın bu krizi iyi yönettiğini düşünüyorum. Belki, TİAK'daki örgütlenme olmasaydı çözüm dönemi daha da uzun sürebilirdi. Yüzde 100 olmasa da, yüzde 70-80 Eylül ayı itibariyle ölçümleme yeniden başlayacak.
Pelin Özkan: TİAK tarafından görevlendirilen Marmara Üniversitesi'nden denetçiler neden istifa etti?
İrfan Şahin: Çok basit bir şey vardır; denetçiyi görevlendirip isteklerini belirtirsin. Herkes görev tanımına göre hareket etmek zorundadır. Datalar var ve dataları denetçi dışarı çıkarmak istiyor, ancak yetkililer de 'Bu verileri burada incele' diyor. Bu nedenle çıkan bir anlaşmazlık oldu.
Uluslararası Denetçiler Birliği var, bu işin nasıl yapılması gerektiği ile ilgili kurallar var. Şimdi anlaşma daha düzgün, bu kurallara uygun yapıldı.
Serdar Çaloglu: Özeleştiri bence bu işin kilit noktası. Bu özeleştiriyi medyanın yapması lazımdı. Koca koca kanallar ve yöneticileri, yani bizler, bu işi yeni öğrendik. Daha önce her şeyi AGB'ye teslim etmiş durumdaydık. Şimdi süreçleri öğrendik.
Kenan Tekdağ: Bir de soruşturmaya yönelik bilgi eksikliği var.
İrfan Şahin: Bilmeyen herkes konuştu bu konu hakkında. Bütün problem o.
Serdar Çaloglu: Ölçüm Eylül'de 2 bin 700'e yakın ‘people meter'la başlayacak. Zamanla 3 bin 250 ‘people meter'a ulaşılacak. Aslında şu anda da ölçüm yapılıyor ancak açıklanmıyor. TNS devam ediyor. Eğer hukuki süreçle İlgili bir sorun yaşanmazsa Eylül'de verilerin açıklanmaya başlanmaması için hiçbir sebep yok. Şayet böyle bir sorun olursa ya da veritabanının tamamen yeniden yapılanması gibi rezalet bir durum gerçekleşirse süreç yedi, sekiz ay daha uzar.
Pelin Özkan: Şimdi her iki sistemin de satış performansını gördünüz. Veriler açıklanınca satışlarınız nasıl devam edecek? Fiyat stratejiniz ne olacak?
Serdar Çaloglu: Biz GRP saniye satan şirketleriz. O ortadan kalkınca önce sudan çıkmış balık gibi olduk, sonra hızla adapte olduk. Devam eden programların daha önceki performansları belli. Ayrıca alternatif bir takım reyting ölçümleri de var şu an. Onlar da resmi olmamakla birlikte birer belirleyici olabilirler. Aslında yeni bir sistem oluşmadı, hep geçici ve ilave edici. Reyting verilerini bekliyoruz. Eğer sorunuz şimdiki metotla tekrar GRP saniye satma metodu arasında ne yapacaksınız ise bizim metodumuz GRP saniye. Medya ajansları da bu beklentide. Ajanslardan hiç kimse çıkıp da 'Ben reyting sonuçlarına bakmıyorum" demez.
İrfan Şahin: Reyting ölçümleme sisteminin amacı reklamverenin hangi malı kaça alacağını tespit etmek. Sistem bunun için kurulmuş. Amaç buysa, zaten ona göre satarsınız. Başka bir seçeneğiniz yok.
Pelin Özkan: Şu anda SBT datalarını ne kadar dikkate alıyorsunuz?
İrfan Şahin: SBT masanın bir tarafında referans olarak var, olmak zorunda. Hiç referansın olmadığı bir yerde SBT verileri göz ardı edilemez. TNS'e ya da SBT'ye karşı değiliz. Biz reklamverenin baz aldığı, referans aldığı şirket ve verilerini kabul etmek zorundayız.
Ben kendi şirketim için konuşacak olursam; biz SBT verilerini referans alarak satmıyoruz. Çok rahat bir şekilde SBT'ye göre performansın çok üstünde olan programlarımız var. Örneğin biz Kötü Yol'u Temmuz'da girdik. Ama bu diziyi yaz fiyatlarıyla satmadık. Fiyatımızı açıkladık. İsteyen ödedi, ödemek istemeyen vermedi.
Serdar Çaloglu: Bu sistem büyük kanallar için çok doğru. Ancak haber, kanalları o sistem içerisine girdiğinde olmuyor. Gazeteler açısından da sorun bu zaten. Bir yandan demokrasiye hizmet etmelisiniz, ama diğer taraftan da bir eğlence işi var. Burada reklamverenin bir sorumluluk hissetmesi gerekiyor.
İrfan Şahin: Ben bu konuda sizinle aynı düşünmüyorum. Bence haberin tanımı artık değişti, yani dünya değişti. Dolayısıyla, haberden ne anladığımız çok önemli. Bana göre her şey haberkonusu. Yani sizin main stream bir kanalda yapmış olduğunuz bir dizide, belgeselde, tartışma programında verdiğiniz her şey haber. Dolayısıyla ben o anlamda baktığım zaman bir haber kanalı ile bir tematik kanal ya da diğerleri sırasında pek fark olduğunu düşünmüyorum.
Haber kanalları reyting sistemine dönecek mi?
Kenan Tekdağ: Reyting ölçümü durdurulmadan önce biz sistemden çıkmıştık. Ölçümlemenin ve denetlemenin haber kanalları için farklı olması gerektiğini savunuyorum. Çünkü haber medyacılığının en önemli fonksiyonu katılımcı demokrasiye yaptığı hizmet, olgun yurttaşlık bilincinin oluşmasındaki katkı. Eğlence unsurunu öne alarak günün belli bir saatinde yüksek bir reyting almak ve diğer pozisyonları icra etmek... Yarışı buna göre kullanmanın kendi kendimizi aldatmak olduğuna ve kurak bir sisteme yol açtığına inanıyorum. Ancak bunu bile bile ölçümleme başladığında sisteme yeniden dahil olacağız.
Sadece reyting ölçümü açısından değil RTÜK'ün kurumsal düzenlemelerde de haber kanallarını ayrı tutması gerekir. RTÜK iki ayrı kriter uygulamalı. Eğlence kanallarını ayrı bir kriterle değerlendirmeli. Haber kriterlerini yayın ilkeleri açısından da katkı paylarının katılımı açısından da, reklam ilişkileri açısından da, yayın planlamaları açısından da tamamen farklı yani tematik kanal olarak değil haber kanalları olarak ayrı bir kapsamda değerlendirmeli. Bunu da aynı ilkeden hareketle söylüyorum. Haber kanallarına, haber medyasına, diğer kanallara olduğu gibi evrensel habercilik kriterleriyle bakılmalı.
Kanallar arası transferler
Pelin Özkan: Televizyonlar arasındaki proje transferleri yeni sezonda dengeleri nasıl değiştirecek?
Serdar Çaloğlu: Bir kanaldan başka bir kanala geçen proje ya da programın reytinginin aşağı düşme riski çok yüksek. Şu ana kadar bunu yaşamayan iki tane istisna var bildiğim kadarıyla. Kurtlar Vadisi ve Muhteşem Yüzyıl. Onlar da bir miktar düşüş yaşadı ama dramatik değil. Örneğin Ezel gibi bir dizi bitti. Bunun nedeni ne biliyor musunuz? Programları sadece yapımcılar oluşturmuyor. Programlar kanalla birlikte oluşuyor. Dolayısıyla programın başarılı olması için yapımcının harika olması önemli ama yeterli değil. Planlama ve promosyon da önemli.
Kanal D şu an ekonomik ve reyting olarak sektörün lideri. Bu transfer meselesine kesinlikle prensip olarak karşı. Çünkü televizyonculuk üretkenlik gerektiren bir alan. Kanalların transfer stratejisini ben bireysel olarak çok yanlış buluyorum. Ama benim kanalımdan program aldıkları için değil. Önemli olan şu, örneğin Türkiye'de Vehbi Koç gibi 4 kişi daha olsaydı çok daha gelişmiş bir ülke olabilirdik. Türkiye'de Kanal D performasında 4 tane kanal olsa daha iyi bir medyaya sahip oluruz. Nedir Kanal D ve Show TV'nin özelliği? Biz üretiyoruz.
İrfan Şahin: Biz son iki yıldır bu konuda bayağı yol aldık. Mesela iki tane prodüksiyon şirketi kurduk. Adetsel olarak neredeyse yüzde 60-70 oranında kendi programlarımızı kendimiz üretiyoruz. Tabii nasıl ürettiğimiz de çok önemli. Mesela Öyle Bir Geçer Zaman Ki son yılların en yüksek reytingli programı. Üretim aşaması iki yıl sürdü, Kayıp isimli bir projemiz var, 2010 yılı Haziran ayında başladık, önümüzdeki Eylül'de yayına girer mi emin değilim. O projede şu ana kadar 15 tane senarist değiştirdik.
Televizyon işinin kökeni yaratıcılıktır. Ben kendi şirketimdeki organizasyonumu birkaç yılda değiştirdim. Eskiden klasik bir televizyon yönetim tarzı vardı. Bu klasik tarzın dışında bir organizasyon yapısına gidiyoruz. Ana hedefimiz personel kaynağımızın yaratıcı insanlardan oluşması. Yaratıcı insanlar dediğiniz zaman İK modeliniz değişir. Sabah 09:00 akşam 18:00 mesai saatiyle çalışamazsınız. Amaç sürekli fikir üretmek ve onları realize edebilmek olmalıdır. Marka yaratmak, katma değerli ürün yaratmak önemli. İçinde bulunduğumuz endüstriye televizyon endüstrisi demek çok doğru değil bence. Buna "entertainment endüstrisi' demek gerekir ki, o da çok katma değeri yüksek bir endüstridir.
ACUN NEDEN STAR'A GİTTİ?
Pelin Özkan: Serdar Bey, Acun neden Star'a gitti? Bu Show'u yeni sezonda nasıl etkileyecek?
Serdar Caloglu: Acun çok duygusal bir çocuk ve aynı zamanda da halka daha yakın ve samimi olmak adına transparanlığı bir strateji olarak benimsemiş durumda. Bundan olsa gerek, son zamanlarda parasını alamadığıyla ilgili şikâyet etmeye başladı. Bana şikayet etseydi farklı olurdu, ancak medyaya şikayet edince durum değişti. Biz de geleneğimizi bozduk ve açıklamalar yapmak zorunda kaldık.
Yedi gün televizyonlar için oldukça pahalıdır. Yedi günün üç gününü Acun'la geçiriyorsunuz, off season dışında. Biz piyasa koşullarında 120-180 gün arasında tahsilat yapabiliyoruz. Bırakın bir kanalın finansal durumunu, herkes biliyor ki biz leverage bir şirketiz. Bizim borcumuz var, onu yönetmeye çalışıyoruz. Yayıncı olarak ben niye bütün riskleri üstleneyim: Yapımcısın sen. Sen de sermayeni biriktir. Sen de benim gibi paydaş ol. Yapımcısı peşin olacak, reklamcısı geç ödeyecek. O zaman medya yatırım olarak cazibesini kaybeder. Bizim bunu regüle etmemiz lazım. Acun’un da yıllık cirosunun doğal olarak 6 ayı alacak bakiyesine dönüşüyordu. Ben onunla sezondan sezona konuşurum. Yeni sezon için kendisine bir plan verdim ancak o planı kabul etmedi. Bizden ayrılması tamamen ticari nedenlerden dolayı.
Pelin Özkan: Bu transferde piyasada konuşulan rakamlar doğru mu?
Benim tahminim Acun, bizdeki şartların bir çıt yukarısında bir bedele Star'a gitti. Öyle kamuoyunda konuşulduğu gibi 70 milyonlar falan doğru değil.
Acun'un maliyeti şu kadar, bu kadar demek çok doğru olmaz. Şöyle tarif etmem daha etik olur: Kanal D bir dizi yapıyor, kendi iç yapım dizilerini kast etmiyorum, onlardaki dinamik farklı olabilir. Dış yapım, 90 dakikalık bir diziden bahsediyoruz. Eğer bu dizi yüzde 8-10 reyting alırsa başarılı sayılır. O zaman kar marjı yüzde 30 civarındadır. Acun'un kâr marjı çok yüksek. Yani yüzde 30’lardan filan bahsetmiyoruz. Çok çok yüksek. Programının maliyeti ortalama bir diziyle aynı fiyattaydı.
Show TV olarak bizim Acun'un projelerindeki toplam kâr marjımız yüzde 12 civarındaydı. Yani 100 liralık cironun 12 TL'sini kazanıyorduk. Bu, rezalet bir rakam. Yüzde 12 ile ancak durumu idare edebilirsiniz. Şu an kanal D'nin kâr ortalaması aşağı yukarı yüzde 40 civarında. Bizim kârlılığımız ise vüzde 25'e yakın. Biz kârlılıkla Kanal D'nin ardından, ikinci sıradayız. Doğal olarak derdimiz Kanal D'ye yetişmek. Peki haftanın üç gününü yüzde 12 ile geçirirsek nasıl olacak bu?
Tarihten bir garip transfer: Çarkıfelek
İrfan Şahin: Bir zamanlar, bundan 15 sene önce medya patronlarının transfer olayına nasıl baktığını, para dolu çantalarla nasıl transferler yaptıklarını biliyoruz.
Yıl 1993 Show TV olarak Çarkıfelek'le kontratımız var. Bölüm başına 375 dolar telif ödüyoruz.
Kontrat bitti. Atv ile Star TV programı almak istediler ve teklif verdiler. Fiyat nasıl yükseldi biliyor musunuz? İlk yıl için 17,500 dolar, ikinci yıl için 18 bin küsur dolar.
Ne oldu? Programı kaybetmemek için İş Bankası'ndan 8 milyon dolar teminat mektubu aldık. Çarkıfelek'in telifini satan adam dedi ki: 'Ben dünyada kazanamadığım parayı bir kerede sizden kazanıyorum kardeşim'. 8 milyon dolarlık teminat mektubunu verdikten hemen sonra 1994 krizi patladı ve parayı bankaya ödeyemedik. Mektup yüzde 1500 faizle tazmin edildi.
Ben Show TV'den 1996 yılında ayrıldığımda hala o para ödenememişti. Faizi bile ödenememişti.
Medyanın geleceği ve entegre gazetecilik
Pelin Özkan: Biraz da medyanın geleceğinden konuşalım istiyorum. Örneğin dünyada son zamanlarda gündemde olan "entegre gazetecilik" konusunda Türk medyası ne durumda?
Kenan Tekdağ: Medyanın geleceği konuşulunca aklıma gelecekle ilgili öngörüleri yapmanın aslında ne kadar tehlikeli bir şey olduğu geliyor. Mesela bilgisayarın ilk üretildiği zamanlarda IBM'nin CEO'sunun 'dünyada iki tane ticari bilgisayar ancak üretilebilir. Dolayısıyla tercih edilecek bir alan değildir' demesi ya da 1940'da yapılan 'televizyonun ancak 6 aylık geleceği var' tahmini.
Dolayısıyla mecraların geleceğine yönelik öngörüde bulunmak gerçekten insanı komik duruma düşürebilir. Ama Marshall McLuhan gibilerle geleceğe bakmak mümkün. Bundan 50 yıl önce yaptığı öngörü bugünü tarif ediyordu adeta.
Dijitalin bu kadar gelişmesinden sonra medyadaki durum ne olacak? Sadece Türkiye'de değil, dünyada da henüz büyük medya grupları şu kararı veremediler: Dijital ortamda içeriği tümüyle ücretsiz mi yapalım? Yoksa bir miktar bedel mi alalım? Öncelikle bunun netleşmesi gerekiyor. Bu karardan sonra ister istemez hakların korunmasına doğru yol alınacak. Çünkü içerik üretmek pahalı bir iş. Masa başında yarattığın içerikle diğeri aynı şey değil. Eğer etkili bir koruma sistemi geliştirilebilirse anlamlı, inanılır, güvenilir içerik bilgi ve yorum gazeteler tarafından yapılabilir. Çünkü gazetecilik toplumda geleneği oturmuş bir sektör. Buradaki tercih ya dijital ya da basılı mecra şeklinde değil tabii ki her ikisi şeklinde olacak. Dolayısıyla burada 'entegre gazetecilik' devreye giriyor.
İrfan Şahin: Bugün herkes bir medya. Yani medyanın, Gutenberg matbaayı kurduktan sonraki haliyle geldiğimiz nokta çok farklı. Kanal D Haber Bükeni'nde her akşam 45 dakika haber dinliyoruz. Saat 19.00'da başlıyor, 19.45'te bitiyor. 19.45'e kadar haberlerin tamamını ben zaten görmüş oluyorum. Bana göre anlamlı olan o 45 dakikada haberden çok, haberin ne anlama geldiğini, yorumunu verebilmek. Yani, Kanal D'nin haber bülteni gazetelerin köşe yazarları gibi olabilmeli.
Kenan Tekdağ: Televizyon çıktığı zaman sinema bitti tartışması 5 yıl 10 yıl sürmüş. İnsanlar evinde bedava izleme seçeneği varken, neden başka bir yerde üstelik para ödeyerek sinema izlesin tartışması sürerken sinema endüstrisi kendisini geliştirdi. Sinemanın aynı zamanda bir sosyal olay olduğunu anladık. Gerek içerik, gerek teknoloji, gerekse sinemaların fiziksel koşullarının gelişmesiyle televizyona rağmen sinema varlığını sürdürdü. Yani, sinema televizyona uyum sağladı, ikisi birbirini destekledi.
Türkiye'de önümüzdeki 10 yıl içinde gazetelerin ayakta kalacağını düşünüyorum, sonrasını bilemem. Ama 10 yılda kendi açımızdan baktığımız zaman gazetenin mali yapısını doğru kurduğumuz için gazeteler faaliyetlerine devam ediyor.
Enformasyona, eğlenceye ulaşmanın sınırsız mekanizması var. Akış online oldu, gazeteler dünün haberlerini veriyor, ama yine de gazeteler satıyor. Örneğin Japonya'da yanılmıyorsam 50 milyon civarında gazete satıyor. Evlere dağıtım yüzde 93, bayii satışı yüzde 7. Yine, Kore'de yüzde 87, Almanya'da yüzde 70. Türkiye'de henüz daha dağıtımla ilgili mekanizmalar tüketilmiş değil. Ayrıca yeni prodüksiyonlar da henüz tüketilmiş değil. O kadar çok seçenek var ki. Mesela hafta sonu gazeteleri çıkabilir.
Gazeteler, televizyon karşısında değer kaybediyor olabilir. Ancak gazetelerin henüz alması gereken yol olduğunu düşünüyorum. Örneğin dağıtım sistemi 'Kent Devrimi'ne hala daha ayak uyduramıyor. Hala 50 yıl önceki kent modeline göre dağıtım yapıyoruz.
En önemlisi, meydana gelen olayların ne anlama geldiğine ilişkin güvenilir insanların kolektif- kimlik oluşturan bir mecrada birlikle yazmaları, buna dahil olarak okuyucunun da bu kimliğe kendisini ait hissetmesi duygusu Türkiye'de hala yaşanıyor. Mesela Sözcü gazetesinin bu ihtiyacı iyi karşıladığını düşünüyorum. Sözcü'den insanlar bilmediği bir şey mi öğreniyor? Hayır. Onu alarak Türkiye'de salt muhalefet yapılmasını isteyen yüzde 30 civarı bir kitle var. Bu kitlenin ihtiyacına yanıt veriyor.
Serdar Çaloğlu: Ben 'entegre gazetecilik' sürecinin reklamcılar tarafından da iyi anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin, nasıl Hürriyet ve hürriyet.com.tr artık aynı çatı altında olacaksa, reklamcının da planlamasını bu bütünlük içerisinde yapması gerekiyor.
Kenan Tekdağ: Pek çok grup genel yayın ilkelerini açıklamaya başladı. Habertürk televizyonu olarak biz ilkelerimizi çalışana ya da yayına çıkanlara açıklıyoruz. İlkeler kişilere uyuyorsa girecek, uymuyorsa girmeyecek. Herkes her istediğini söyleyemez ya da uzman olmayan kişiler çıkamaz.
Siyaset medya ilişkisi
Pelin Özkan: Biraz da siyaset-medya ya da medya-siyaset ilişkisini konuşalım istiyorum...
Kenan Tekdağ: Siyaset-medya ilişkisinin tarihine baktığınızda dünyanın her yerinde bunun sorunlu bir alan olduğunu görürsünüz. Dünyanın hiçbir yerinde siyaset-medya ilişkisi öyle teorik olarak yazıldığı gibi değildir. Türkiye'de de medya-siyaset ilişkisinin dünyadaki örneklerden farklı bir karakter taşımadığını düşünüyorum.
Bugünkü medya jenerasyonu, patronlar, genel yönetimler, yazarlar, 12 Eylül'den sonra nasıl iktidarlarla yaşadılar?
Özal'ın ilk dönemlerinde Milli Güvenlik Konseyi ve sivil iktidardan oluşan ikili bir iktidar yapısı vardı. Kenan Evren cumhurbaşkanıydı, Özal ise henüz kurumsallaşamamış bir partinin başkanıydı ve başbakandı. Ardından gelen koalisyon iktidarlarında ise ikili, üçlü, dörtlü iktidarlar vardı. Dolayısıyla tam anlamıyla güçlü, ülkenin bütün kurumlarına hakim başbakan ya da iktidar partileri yerine, iktidar olmanın gereklerini yerine getiremeyen başbakanlarla çalıştı medya.
2002'DE YENİ BİR SİYASET-MEDYA İLİŞKİ MODELİ ŞEKİLLENMEYE BAŞLADI
2002'de başka bir model ortaya Çıktı. Çok kuvvetli bir parti, tek başına iktidara geldi. Seçmen desteği büyük. Önce medya bu başbakana meşruiyet addetmek istemedi, en azından bir kısmı. Bu ilişki devam ederken, iktidar partisi hem etkisini arttırdı, hem otoritesini arttırdı hem de kendisine karşı olan kesimlerin bir kısmını dönüştürdü. Sadece medya da değil, iş dünyası, yargı, güvenlik bürokrasisi, akademi, kanaat önderleri ve medya... 2002-2007 arasında iktidarın, iktidar olmaktan kaynaklanan bütün yetkilerini sınırsız kullandığı, bürokrasiye tümüyle hakim olduğu, bağımsız yönetim kurullarının da tümüne hakim olduğu bir iktidar modeli ortaya çıktı ve medyanın ezberi bozuldu. Beklentiler de buna göre şekillendi. Eskiden yazar köşesinde başbakana olmadık hakareti yapıyor, alkış da alıyordu. Üstelik yargı o küfürden daha ağır şekilde beraat kararı veriyor ve destek oluyordu. Şimdi dünya değişti.
KÖŞE YAZARI KİMDİR?
Pelin Özkan: Peki şimdi tam tersi bir durum yok mu?
Kenan Tekdağ: İfrat ve tefrit denilebilir. Ancak biz zaten sorunlu iktidar ve medya ilişkisinden geliyoruz. Yani medya da sorunlu, siyaset de sorunlu. Herkesin özeleştiri yapması gerekiyor. Bizim fonksiyonumuz nedir? Demokratik bir toplumdaki görevimiz nedir? Tüm bunları tanımlayıp, evrensel ölçeklerde sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz.
Örneğin, köşe yazarının kendi adına değil kamu adına yorum yaparak, toplumun kanaat sahibi olmasına katkı yapan bir unsur olması gerekir. Köşe yazılarının kendisi gerçek anlamda etik ilkeler açısından editoryal özgürlüğü hak ediyor. Ancak, köşe yazarının kendisi buna ne kadar saygı duyuyor? Kendi kişisel hedeflerini hiçbir etik ilkeye sahip olmadan sınırsızca ve sorumsuzca kullanıyor. Ama kendisine yönelik bir şey olduğu zaman editoryal bağımsızlık bayrağını çekiyor.
BAZI KÖŞE YAZARLARI NEDEN YAZAMIYOR?
Bazı köşe yazarları neden yazamıyor? Medyayı iki gruba ayırmak mümkün. Bazı gruplar kendilerini merkez medya, kitle medyası olarak tanımlıyor. Misyon medyası değilim diyor. Tabii ki kategori karşıtlık ya da kategori yandaşlık yapan medyalar da olacak. Bunlardan kitle medyası da bir şeyler öğrenecek, biz de bir şeyler öğreneceğiz. Başka yerlerden öğrenemediğimiz şeyleri oradan öğreneceğiz. Ama siz kendinizi hem kitle medyası olarak tanımlayıp hem okuyucunuzu, dinleyicinizi kandıracak şekilde misyon medyacılığı rolünü hiçbir ilke taşımadan oynamaya çalışırsanız olmaz. Yazarlar bu ilkeye aykırı davrandığında yönetimde endüstriyel bir işletme olarak 'bu benim işletme çıkarlarıma uygun değildir' kararını verebilir. Bu durumda da acayip bir şey yok.
Pelin Özkan: Peki yöneticiler bu yazarlar hakkında niye önceden karar vermiyor da, Başbakan söyleyince karar veriyor?
Kenan Tekdağ: Ben Başbakanın isim olarak söyledikten sonra olduğunu sanmıyorum.
Pelin Özkan: En son Radikal ve Akşam'dan gazeteciler gitti...
Serdar Çaloğlu: Yok onunla alakası yok. Örneğin Cüneyt Özdemir olayı bence birçok meseleyi içinde barındırıyor. Başbakan bir kitleye açıklama yapıyor, 70 milyon kişi izliyor. Gündemde çok sıcak maddeler var. Suriye sorunu, İran'la gerginliğimiz. Başbakan bunu hani delegasyon denir ya, özellikle yapıyor. Başbakan böyle bir politika oluşturmuş durumda. Neticede bir siyasetçi olduğunu unutmayalım. Örneğin ben Cüneyt'i okumamıştım mesela. Başbakan söyleyince okudum. Başbakan çok iyi bir iletişimci. Normal şartlarda bunu yapmaması gerekiyor.
'BASBAKAN'IN REYTİNGİ CÜNEYT'İN REYTİNGİNİN 50 KATI'
Pelin Özkan: Biz yıllardır köşe yazarları araştırması yapıyoruz. Ülkede gazete okurlarının sadece yüzde 24'ü köşe yazarı okuyor...
Serdar Çaloglu: İşte bakın onu demek istiyorum, Başbakanın reytingi Cüneyt'in reytinginin elli katı daha fazladır. Normal şartlarda böyle bir şeyi yapmaması gerekir.
Hakkında kötü yazılmış kişiler bana danıştığında "Hiç uğraşma, bırak. Nasılsa, Hürriyet'in ilk sayfasında çıkmamışsın. Eğer sen gazeteciye tükürdüğünü yalatmaya çalışırsan, pekiştirmiş olursun, duymayana da duyurmuş olursun, akıllı ol" diyorum.
Şunu belirtmekte de fayda görüyorum. Medya-siyaset ilişkisinde o kadar da dışardan göründüğü gibi 'diktatör', 'asarım', 'keserim' tarzında bir yaklaşım yok.
Kenan Tekdağ: Geçmişte medya siyaset ilişkisinde dünyada ve Türkiye'de her iki taraf açısından da sorunlu uygulamalar olduğuna birçok kez tanık olduk. Bir Başbakan bir köşe yazarını eleştirebilir, ya da köşe yazarı da başbakanı eleştirebilir. Ama Başbakanın medya patronuna 'bu kişilere nasıl iş veriyorsun' ifadesi sorunlu bir ifadedir. Bu işi eleştiri noktasından çıkartıyor. Çünkü Başbakanın gücü var.
İrfan Şahin: Medya ve siyaset ilişkisini şöyle özetlemek lazım: Medya için siyaset amaç ve araçtır. Hem araçtır, hem amaçtır. Geçmişte araç yönü çok daha fazlaydı. Siyasetin de medya üzerinde her zaman bir amacı vardı. Çünkü medya üzerinden seçmenine gidecektir. Dolayısıyla bu etle tırnak gibi bir şey. Bu ilişkinin dünyanın her yerinde olduğu gibi grift bir yapısı var. Önemli olan medyanın mümkün olduğu kadar tarafsız ve objektif kalmayı başarabilmesidir. Bunun İçin de şeffaflık gerekir.
Örneğin, Amerika'da seçimler sırasında bir gazete diyor ki 'Biz X adayı destekliyoruz'. Kimse 'Niye destekliyorsun?' demiyor. 'Destekliyorum' diyor, seçiliyor ya da seçilmiyor. Ama şu var, seçimden sonra her şey bambaşka bir yere gidiyor. Dolayısıyla ben çok normal karşılıyorum.
Serdar Çaloğlu: Ama deklare ediyor.
İrfan Şahin: Örneğin bir haber yapılıyor, bazen bir bürokrat, bazen bir siyasetçi arıyor, bunun yanlış bir haber olduğunu söylüyor. Siyaset olarak bahsetmiyorum, haber olarak söylüyorum. Bakıyorsunuz, o haberi yanlış yapmışsanız düzeltmeye çalışıyorsunuz. Burada önemli olan konu şu. Eğer siz o haberi doğru yapmışsanız, anlatmışsanız, çalışmışsanız, bunu yayınlamakta bir sakınca yok. Bu birinci konu. İkinci konu; siyasetçileri ve siyaseti medya ilişkileri konusunda eleştirirken medyanın da dönüp kendini eleştirmesi gerekiyor. Biraz önce bahsettiğimiz üzere her şeyin kuralları vardır ve her şeyin serbest olduğu ortamlar ve gelenekler vardır. Biz geleneksel olarak baktığımız zaman medyada altyapımızı, kurallarımızı ne kadar doğru oluşturduk?
En başta yaptığımız haberleri doğrulatma olayımız yok. Kabul edelim.
Medya ve siyaset ilişkisi her zaman olacak. Etle tırnak gibi. Amaç ve araç her iki taraf için geçerlidir. Dolayısıyla bunu yönetmeye çalışacağız. Kuralları zaman içerisinde oturacaktır.
Serdar Çaloglu: Bunlara ilave olarak iç dinamikler ve rekabet baskısı da var tabii. Gazeteler öyle televizyonlar kadar kolay işletilen müesseseler değil. Bunu teknik anlamda konuşuyorum.
Gazetelerin 20 bin noktaya ulaşması ile ilgili strateji üretmemiz gerekiyor. Baskısı ile ilgili operasyonel olarak inanılmaz şeyler yapıyorsunuz. Sabahleyin okuduğunuz gazetenin kağıdı, Sibirya'daki ormandan geliyor. Yolda gelirken Don'dan, Volga'dan geçiyor. Basarken işçi hakları, çevre hakları gibi şeylerle uğraşıyorsun. Gazeteyi lojistik olarak sabahın köründe ulaştırmaya çalışıyorsunuz. Fiziksel olarak inanılmaz bir uğraş var.
Bir endüstri var ortada yani bir imalat söz konusu. Bir taraftan da editoryal bir süreç var. Mürekkebin, çevre sorunlarının, işçinin her şeyin sürecin içinde olduğu bir işlem. Televizyonlar bu konuda çok şanslı. Şimdi bu ikisi birlikte, bu ekonomiden yani medya ekonomisinden çok daha fazla pay almaları lazım ki, tonlarca gazete ayakta kalabilsin. Şu anda durum ne?
Zaten birçok gazete var, herkes reklam pastasından pay almaya çalışıyor. Bence ekonomisi olmayan bir yerde özgürlüklerden bahsedilemediği gibi köşe yazarlarının, çalışanların kalitesinden de bahsedemeyiz ne yazık ki. Bu sektörde eğitim programlarını ilk başlatan benim. Eğitim programını 2000 yılında başlattım çünkü ben medya sektörüne dışarıdan gelen bir adamım, daha kalifiye insan kaynaklarının bulunduğu bir sektörden geldiğim için burada bu tip bir çalışmaya ihtiyaç vardı. Amerika'yı yeniden keşfetmeye gerek yok, gidelim üniversitelerden çiçeği burnunda insanları alalım. 6 ay biz eğitelim, ona göre bir kültür oluşturalım ve eğitimli insanlar olsun dedim. Usta-çırak hikayesi olsun tabii ki, konvansiyonel bir şekilde ama. Ben önce altyapıda bir eğitim vereyim. Bizim 2000'li yıllarda yapmaya çalıştığımız yatırımların oluşabilmesi için maalesef ekonomik altyapının olması lazım.
Kenan Tekdağ: Gazetenin yönetim kadrosunu kendimiz kurduk. Dolayısıyla gazetenin dizaynını gazetenin genel yayın yönetmeni başta olmak üzere diğer arkadaşlarla birlikte hazırladık. Bu kültür geçen süre içerisinde içselleşiyor.
Habertürk Gazetesi ve Habertürk Televizyonu şu anda, demokratik bir toplumda örnek olabilecek, kriter oluşturabilecek bir yapıya sahip. Batı demokrasilerini, siyaset ve medyanın içinde olması gereken seviyede özümseriz. Yani editoryal düzeyde, habercilik düzeyinde, bu kimliğimiz oturmuş olduğu için ne içeride böyle bir baskıya yol açacak bir ortamımız var, ne de dışarıdan bir baskıya teşebbüs eden ve böyle bir teşebbüs olduğunda sonuç alınacağına inanan bir beklentimiz söz konusu. Daha önce iki tane tasarrufumuz olmuştu. O tasarrufları zamanında konuştuk, tartıştık, gerekçelerini de izah ettik, o gerekçeler gerçekten, izah ettiğimiz gerekçelerdir ve onun ötesinde hiçbir şeyimiz yoktur.
Diğer medyalardan farklı olarak dördüncü yılına girmek üzere olan bir gazeteyiz ve bunun avantajını yaşıyoruz. Yani kurucu kadro olmanın avantajını yaşıyoruz. Oluşturduğumuz kültürü
içselleştirme noktasındayız. Hem reklamverenlerle, hem siyasetle hem de okuyucularımızla ve izleyicilerimizle olan ilişkilerimizde. Her şeyi doğru yaptığımız iddiasında elbette değilim. Hatalarıyla, sevaplarıyla, doğrularıyla bir rotada gidiyoruz. O rota kesinlikle ve kesinlikle, gönül rahatlığı içerisinde söylüyorum ki çizdiğimiz rota bizim kendi tercihlerimizin yarattığı, ürettiği bir rota. Yayına yansıyan ve yansımayan bütün tercihler, kendi iç aklımızın, ortak kültürümüzün ürünüdür. İyi yapıyorsak karşılığı öyle değerlendirilmeli, kötü yapıyorsak yine karşılığı böyle değerlendirmeli.
MEDYA SİYASET İLİŞKİSİ NASIL OLMALI
Medya-siyaset ilişkisinde olması gereken nedir? Bence olması gereken şudur: Medya, meşru yoldan seçilmiş hükümetin ülkeyi yönetme hakkına saygı duymalıdır. Seçimden kuşkusu yoksa meşruiyetine saygı göstermelidir. Ülkeyi yönetme hakkına saygı duyması, hükümeti alkışlaması anlamında değil, hükümetin değişme mekanizması yine demokratik meşruiyet içerisindedir. Meşru siyaset, meşru sivil toplum hareketleriyle oluşacak muhalefetlerden oluşabileceğini kabul etmeli. Bu açıdan Türk medyası seçilmiş hükümete karşı, demokrasi dışı yol ve yöntemlerle hükümeti hizaya çekmek, tehdit ermek, demokrasi dışı yöntemlerle gözdağı vermek, kulağını çekmek, ülkeyi yönetemez hale getirmek konusunda ne yazık ki geçmişte parlak bir gazetecilik siciline sahip değildir.
Serdar Çaloğlu: Üstad 10 yıl oldu.
Kenan Tekdağ: Hükümetin 2002'den 2007'ye kadar yaşadığı süreç, her türlü şeyden aşırı kuşkuya kapılmasına, demokratik eleştiriyi düşmanlık olarak algılamasına, kişiyi eleştiri yapan bir gazeteci olarak değil manipülasyon yapan bir düşman olarak görmesine yol açıyor.
Birinci sapma medyanın sapmasıdır, İkinci sapma da şimdi kamu otoritesinin hükümetin, iktidar çevresinden gelen bu tür yaklaşımlarıdır. Olması gereken nedir? Medya kendisini siyasetin uygulayıcısı; hükümet gibi görmemeli. Kamu yönetiminin halk adına eleştirisini yapan, denetlemesini yapan fonksiyonla temsilini sınırlamalı. Politika uygulayıcısı formuna geçip, icracısı konumuna geçtiği zaman medya olmaktan çıkıyor. Bülten haline geliyor. Ya iktidar bülteni, ya da iktidara karşı olanların bülteni. Medya demokratik Türk toplumunda denetleme makamında olmalı.
Dijitale ayak uyduran kârlı çıkacak
Doğuş Yayın Grubu Genel Müdürü Cem Aydın
Şu anda sektörün içinde bulunduğu en acil sorun ölçümleme. Bu genel olarak sektörü ve sizin grubunuzu nasıl etkiledi. Bu konudaki beklentileriniz neler?
Eylül ayında TNS'nin ölçüme başlamasını bekliyoruz. Belirsizlik sektörü olumsuz etkiledi. 2010'dan itibaren büyüme trendinde olan reklam sektörü ölçümsüz dönemde yavaşladı, küçüldü. Yeni yatırımlar ertelendi, devam etmek zorunda olan markalar yatırımlarını kıstı. Kısaca sektörde ciddi bir boşluk oluştu. Star'ın, yeni yüzü ve yeni yatırımları tam da bu boşluğa denk geldi. Bu dönemde kendimiz, bizdeki değişimi sektöre anlattık, iyi bir algı yönetimi ile reklamverenler ve medya ajanslarıyla ortak mutabakat zeminleri oluşturduk. Tüm bu sürecin sonunda ilk altı aylık dönemde yüzde 50'ye yakın bir büyüme sağladık.
Önümüzdeki dönemde umarız sağlıklı bir ölçüm sistemi ile yolumuza devam edeceğiz.
Reyting datası yeniden açıklanmaya başladığında fiyatlandırma stratejinizde bir değişiklik olacak mı? GRP/sn satışı mı yapacaksınız?
Sektör gerçeklerine göre hareket edeceğiz. Star'da bugüne kadar yaptığımız gibi GRP ile satış yapmaya devam edeceğiz.
Star TV için yaptığınız yeni yatırımlar (Acun Ilıcalı'nın transferi vb.) ile yeni sezonda nasıl bir sıra hedefliyorsunuz?
Birinciliğe oynayan ikinci oluruz. PT kuşağımızda haftanın en az beş günü önemli bir GRP üreteceğimizi düşünüyoruz. Birincinin hemen arkasından, çok az bir farkla, en çok GRP/saniye üreten kanal olacağız. Satış stratejimizi de bu doğrultuda yenileyeceğiz.
Reklamveren medya ilişkisinde sorunlu gördüğünüz alanlar var mı?
Gerek reklamverenlerin gerekse medya ajanslarının bu d önemde oldukça yapıcı olduğunu düşünüyoruz. Ölçümsüz dönemde birçok farklı kaynaktan yararlanarak bir mutabakat zemini oluşturuldu. Bunu oldukça olumlu buluyoruz.
Bunun dışında reklam piyasasının hepimize yansıyan olumsuz yönleri var tabii. Günü kurtarma telaşıyla rekabette olmayacak tavizler verilmesi ve tavizlerin kısa sürede alışkanlık halini alması zaten bozuk olan zemini bazen yürünemez hale getiriyor.
Dijital medyanın yükselişi karşısında geleneksel medya olarak ne tür önlemler alıyorsunuz? Entegre gazetecilik konusunda grup olarak yatırımlarınız var mı?
Dijital medya inanılmaz bir şekilde yükseliyor ve bu değişimi anlayan, buna ayak uyduranlar süreçten kârlı çıkacak. Bizim de bu anlamda yeni yatırımlarımız var: Bir VoD platformu ve bir sosyal TV projesini yakın zamanda tüketici ile buluşturmayı hedefliyoruz.
Tüketicinin içerikle buluşma yolları ve alışkanlıkları değiştikçe, bizlerin buna uygun yeni yöntemler üzerinde çalışması kaçınılmaz. Tabii buna paralel reklamverenler de pazarlama stratejilerini gözden geçiriyorlar.
VoD; tüketicinin istediği içreği istediği zaman tüketmesini sağlarken, sosyal TV ise izlediği dizi/film hakkında sosyal medyada etkileşim halinde olmasını sağlıyor, bir nevi beraber izleme deneyimi yaşatıyor.
Habercilik cephesinde ise; ntvmsnbc.com'da haber tüketicisinin deneyimini arttıracak, etkileşimi güçlendirecek formüller üzerinde çalışıyoruz.
Data açıklanmaya başladığında NTV olarak ölçüm sistemine girecek misiniz?
Tematik kanalların ayrı bir sistemle ölçülmesi gerekiyor. Yoksa hayatta kalamazlar. 15 dakikalık ölçümlerde bunun sonucunu gördük, daha çok izlenme kaygısı tematik kanalların yapısını bozar, bozdu da. Tematik kanalları ne kadar çok kişinin izlediği değil, izleyenin kim olduğu, harcama gücü ve tüketim alışkanlıkları önemlidir. Eğer bu gözetilmeden eğlence kanalları ile aynı potada değerlendirilirse bu adil olmaz. Yanlış anlaşılmasın biz ölçüme karşı değiliz, tam tersi doğru ölçümden yanayız.
Hürriyet dijitale entegre oluyor
Hürriyet Gazetesi Yönetim Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı
Dijital mecraya entegre olmak için nasıl adımlar atıyorsunuz?
On beş yıl evvel ilk web sitemizi kurduk, tamamen bağımsız, farklı bir ekiple oluşturduk. Ardından dikey içerikli başka web siteleri geldi; Hürriyet Aile, piyasa.net, Çocuk Kulübü gibi... Aynı zamanda Hürriyet Emlak, yenibiriş gibi ilan siteleri, Yeni Çarşım gibi elektronik ticaret ve yakala.com gibi fırsat sitelerini kurduk. Bunların hepsi bağımsız ve kendi başlarına büyüyen sitelerdi.
Bir gün toplantıda arkadaşlarımızdan biri önümüze bir rapor koydu ve şunu gördük; Hürriyet gazetesi günde ortalama iki milyon okura ulaşıyor, hürriyet.com.tr'de iki milyon civarı... Yeni Çarşım, Yeni Bir İş, Emlak. Hürriyet, her gün içerik arayan, merak eden, ev-araba almak satmak isteyen vs. beş milyonun üzerinde farklı kişiye ulaşıyor. Bu bir büyüme projesidir. Belli bir seviyeye gelmiş büyüklüğü hep beraber bir değere çevirme projesidir. Hürriyet Dünyası içinde olursa bunun faydasını ne kadar göreceğiz, bunu sorgulamaya başladığımız bir dönem ve faydayı görüyoruz.
'Hürriyet Dünyası' kapsamında web'in de basılı gazetenin de ekibi bir olacak. İki farklı ekip kurulmayacak. Kadroda küçülmeye gitmeniz söz konusu mu?
Bir haberi takip ediyoruz, o haber yazılıp geldiğinde hangi kanaldan ne şekilde vermeliyiz ve haberler birbirini nasıl takip etmeli? Web'de ne kadar vereceğiz? Muhabir olay yerine aslında gazete için gidiyor, saat yedi baskısına yetiştirmek için saat altıya kadar araştırıyor, yazıyor, düzeltiyor... Haber ne şekilde, ne büyüklükte girecek, onu bilmiyor. O esnada yazı işlerinden geri bildirim geliyor, bazen çalışma durdurulabiliyor. Muhabir haber ilerledikçe önce web'de bir kısmını girecek, onunla ilgili belki tartışma forumları açılacak, belki önce sosyal medyada paylaşılacak, daha sonra mobilde servis edilecek. Tabletin son baskısına girecek. Örneğin tablet kullanımları gece arttığından Son Baskı adlı bir çalışma yaptık, akşam sekizde tablette bir gazete yayınlıyoruz. En sonunda da haberin en iyi işlenmiş, geliştirilmiş hali ertesi günün gazetesine giriyor. Yani 'convegence' bütün bu gazeteye giriyor. Dolayısıyla 360 derece 7/24 haberin yaşaması, yaşatılması ve ulaştırılması. Herkese istediği mecrada ve her dakikada haber...
Dijitalin bu kadar yaygınlaştığı bir dönemde gazeteler kendini nasıl farklılaştıracak?
Gazetede mutlaka ve mutlaka seni durdurup okutturan haber lazım. İyi analiz edilmiş, incelenmiş başka görsel öğelerle desteklenmiş, web'de aldığın ya da mobilde eriştiğin, son dakika haberin daha fazla ayrıntısına girilmiş. Orada gazetecilik farkını yaratacak. Onun için bence gazeteler her geçen gün daha fazla değerlenecek. Çünkü fark yaratan bir mecra haline geliyor gazeteler.
İşin içine internet ya da sosyal medya girince dilin kemiği bazen kalmıyor. Yayın ilkelerini gözden geçiriyor musunuz bu anlamda?
Yıllar önce oluşturulan yayın ilkelerimizi gözden geçirerek buna başladık. Bir grup kurup ciddi detayları tekrar çalıştık. Sosyal medya da insanlara serbesti veren bir alan ve gazetecinin durumu burada da çok önemli. Benim kişisel olarak söylediğim bir şey ileride yönetim kurulu başkanı olarak karşıma çıkabilir. Her zaman o kimliği üzerimize giymek zorunda tabii ki değiliz, bunları çıkardığımız alanlar olacak ama eğer mesleğimizle ilgili konuşuyorsak, bu kimliği zaten otomatik olarak giyiyoruz.
Medyanın görevi sadece haber vermek mi, yoksa toplumu dönüştürmek gibi bir gücü var mı?
Ne böyle bir gücü var, ne de böyle bir sorumluluğu. Medyanın tek görevi haber vermektir. Toplumsal sorumluluk önemli, toplumu galeyana getirici değil, yapıcı olması benim yayıncılık anlayışımın içindeki bir ilkedir.
Hep merak etmişimdir, neden logonuzun üzerinde 'Türkiye Türklerindir' yazıyor?
1948 yılında kurulmuş. O günkü Türkiye'ye göre geçerli bir şekilde konulmuş belki. Ama bu bizim logomuzda taşıdığımız, sonuçta hepimizin aldığı ve taşıdığı birtakım şeyler var.
Değiştirmeyi düşünmüyor musunuz?
Doğru zaman gelirse belki değişir ama bilemiyorum.
Ariana Huffington ile görüşmüştünüz geçen yıl. Nedir son durum?
Hala ara ara görüşüyorum, iyi de dost olduk. Türkiye pazarının hala internet konusunda çok gelişmeye ihtiyacı var. Huffington'ın düşüncesi de bu. Birlikte bir şeyler yapabilir miyiz diye konuşmuştuk. Ama konuşuyoruz hala. Net bir şey yok, takip ediyoruz.