'The Flash': Bir çoklu evren macerası daha
‘The Flash’, Genişletilmiş DC Evreni’nin on üçüncü filmi. Önceki DC filmlerinden tanıdığımız Barry Allen / The Flash karakterinin ilk solo öyküsü olma özelliğini de taşıyor.
Süper hızlı Barry Allen/The Flash (Ezra Miller), belki artık öğrenci değil. Kaldı ki, adli araştırmalar departmanında çalışıyor, kendi dairesinde yaşıyor. Ama Adalet Birliği’ni oluşturan diğer süper kahramanlar arasında gençliğiyle, çaylaklığıyla öne çıkan biri.
‘Birds of Prey’, ‘Bumblebee’ gibi filmlerden tanıdığımız Christina Hodson’ın ‘Flashpoint’ adlı resimli romanı temel alarak Joby Harold ile yazdığı senaryo, Barry’nin gençliği ve deneyimsizliğinden gelen sorunlar üzerine kuruluyor. Görsel yaklaşımı, anlatımı ve yapısıyla da bir gençlik filmi aynı zamanda. Ama tüm bunlara gelmeden önce, seyircileri çok eğlenceli bir açılış sekansının beklediğini söylemem gerek. Sabah mesaiye vaktinde yetişmek ve bir şeyler atıştırmak isteyen Barry’nin kafedeki aceleci halleriyle başlayan, Alfred’in (Jeremy Irons) acil görev çağrısıyla süren sekansın ilk zirve noktası, The Flash/Barry’nin yüksek katlı hastane binasından düşen bebekleri kurtarma sahnesi… Saniyeler süren operasyonu biz ağır çekim eşliğinde dakikalara yayılmış olarak seyrediyoruz. Düşüş esnasında Barry’nin saliseler içinde önceden hesaplaması ve yetişmesi gereken o kadar çok şey var ki, başarıya ulaşmasının imkânsız olduğunu düşünüyoruz. Üstelik bebekleri kurtarmak için her şeyden önce acil enerjiye, yani yüksek kalorili yiyeceklere ihtiyacı var.
Açılış sekansının ikinci zirvesi ise Batman’le (Ben Affleck) birlikte teröristleri kovaladıkları ve süper kahraman filmlerinin vazgeçilmez aksiyon mekânı köprü üzerinde açmazda kaldıkları sahne… Heyecan, gerilim ve hızla ilerleyen sahne, Adalet Birliği yıldızlarından birinin sürpriz katılımıyla komedi olarak sona ererken Barry’nin toyluğu ve gençliğini bir kez daha hissediyoruz.
Süper kahraman The Flash olarak performansına hayran kaldığımız sahnelerin ardından Barry’nin iş yerindeki dışlanmışlığını gözlemliyoruz. Annesini (Maribel Verdú) yıllar önce kaybettiğini, babasının (Ron Livingston) da annesinin katili olarak yargılandığını anladığımızda, Barry’nin dışa yansıyan gençlik enerjisinin ardında gizlediği trajik öyküsü ve yalnızlığı, filme damgasını vuruyor. Bir gece ‘aşırı hız’ yaparken tesadüf eseri keşfettiği geçmişe dönebilme yeteneğiyle birlikte asıl hikâye de şekilleniyor.
Filmde birkaç kez vurgulandığı gibi ‘Geleceğe Dönüş’ (Back to Future) serisini akla getiren bir zaman yolculuğu olarak başlıyor Barry’nin serüveni… Her şeyin kökeninde geçmişi değiştirme, ailesini kurtarma çabası var. Ama işler ‘Geleceğe Dönüş’teki gibi gelişmiyor. Zaman yolcusunun geçmişe gidip geleceği değiştirmesiyle oluşan meşhur paradokslar bir yana, hiç hesap etmediği olaylarla karşılaşıyor Barry. Tüm bunların sonucunda, ailesini kurtarmaya çalışırken çevreye ve kendisine verdiği zararları en aza indirmek için çaba göstermek zorunda kalıyor. Ama neyi nereye kadar düzeltebileceğini de hiçbir zaman önceden kestiremiyor.
Bir sahnede ‘Geleceğe Dönüş’ün başrolünde kimin oynadığı sorusuyla başlayan ve Barry’nin kafasını karıştırmaya başlayan kaos, bizim için de eğlenceli sahnelere vesile oluyor. Barry’nin yaşadığı çoklu evren kargaşasını, süper kahramanlıktan emekli olmuş Bruce Wayne’in (Michael Keaton) şahane bir spagetti metaforuyla anlattığı sahneyi de bir yere not etmek gerek.
Bilimsel açıklamasını bulsa dahi zaman yolculuğundan sonra hiçbir şey, Barry’nin istediği ve planladığı gibi gitmiyor. Yaptığı her planın sonunda beklemediği sorunlar çıkıyor ve onları çözmenin yollarını arıyor. Hatta bir yanıyla, sürekli yeni stratejiler kurma üzerine bir film olduğu da söylenebilir… Ama asıl olarak süper kahramanlığın sınırları ve sorumluluk duygusuyla ilgili bir film seyrediyoruz. Barry’nin sadece kendi lehine geçmişi değiştirme arzusu ile süper kahraman olmasının getirdiği sorumluluklar karşı karşıya geliyor. Bir yanda ailesi, diğer yanda ‘ikinci ailesi’, yani Adalet Birliği duruyor ve ikisi yan yana gelemiyor. Ayrıca Superman’in baş belası General Zod’a (Michael Shannon) karşı savaşıp kurtarması gereken bir dünya da var.
Anne ve babasını çocuk yaşta kaybeden Bruce Wayne / Batman, geçmişe gitmeden önce Barry’ye filmin ana fikrini özetliyor aslında: Ona hepimizin kimliği ve kişiliğinin geçmişteki acılarla şekillendiğini; bunu değiştirmenin tehlikeli olabileceğini; geçmişi değil kendi hayatını yaşaması gerektiğini söylüyor. Ama toy ve deneyimsiz Barry, onu dinlemiyor. Güçlerinin sınırlarını test ediyor ve her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyor. Bruce Wayne’in en baştan ortaya koyduğu doğruyu, çok zor yollardan, ağır bedeller ödeyerek öğrenmek zorunda kalıyor. Aslına bakarsanız, işleri öyle bir içinden çıkılmaz hale getiriyor ki, final sahnesinde dahi henüz sorunları tam olarak çözemediğini görüyoruz.
Bu arada, final dahil, Barry’nin film boyunca karşılaştığı tüm terslikler bizim için hoş sürprizlere ve karşılaşmalara vesile oluyor. DC filmlerinin son 45 yıllık geçmişine hâkim olanları eğlenceli ve hoş anlar bekliyor. Eski tanıdıklar bir yana, yeni bir Süperkız’la, Kara Zor-El (Sasha Calle) ile tanışıyoruz.
‘The Flash’, son dönemde peş peşe örneklerini seyrettiğimiz, Oscar ödüllerine dahi artık damgasını vuran çoklu evren öykülerinden biri… Çoklu evren, süper kahraman filmlerinin favori konularından biri artık. Dolayısıyla, bilimkurgu yanı ağır basıyor. Öte yandan, bizim için de farklı bir geçmişe yolculuk işlevi taşıyor. Belki de bu nedenle yönetmen Andy Muschietti, yer yer eski DC filmlerinden gelen bir geçmişe dönüş estetiğine başvuruyor. Kadraj formatı olarak 1.90:1’i seçmesi de bunun yansıması olarak görülebilir.
En iyi aksiyon sahnelerini açıkçası filmin başında seyrediyoruz. The Flash’in süper hıza ulaşarak ‘çoklu evrene geçiş anaforu’ oluşturduğu sahnelerde yoğun bir CGI gösterisine, nerdeyse animasyonları akla getiren grafik tasarımlara tanık oluyoruz. Filmin genel görsel konseptiyle pek uyum sağlamayan bir çoklu evren anaforu bu… Öte yandan, görsel olarak baktığınızda, bildiğimiz zaman makinelerinden farklı olarak anaforun kontrol edilemezliğini vurgulayan anlamlı bir imge... Kaldı ki, The Flash anaforu asla kontrol edemiyor. Oraya her girdiğinde başı dertten kurtulmuyor. Anaforun ortasındaki çember de kısır döngüyü ifade ediyor.
‘The Flash’in hikâyesini derinlikli, etkileyici ve çarpıcı bulduğumu söyleyemem belki; ama 144 dakika boyunca iyi vakit geçirdiğim ve eğlendiğim kesin. Süper kahraman filmlerini sevenlere gönül rahatlığıyla öneririm.
6.5/10
- Şerif Gören'in ardından52 dakika önce
- El emeği, göz nuru animasyon2 gün önce
- Oysa hayat şimdi ve "Burada"4 gün önce
- Maria'nın 'Paris'te Son Tango'su1 hafta önce
- Oz'un 'kötü' cadısının hikâyesi2 hafta önce
- Issız adaya düşen robot2 hafta önce
- Hikâye farklı, formül aynı3 hafta önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık3 hafta önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…1 ay önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 ay önce