'Light korku' tadında 'kilitli ev gizemi'
‘Venedik’te Cinayet’ (A Haunting in Venice), Kenneth Branagh’ın Belçikalı dedektif Hercule Poirot’yu canlandırdığı polisiye serinin üçüncü filmi… Agatha Christie’nin eserlerinden uyarlanan ve Branagh’ın yönettiği ‘Doğu Ekspresinde Cinayet’ (Murder on the Orient Express - 2017) ve ‘Nil’de Ölüm’ (Death on the Nile - 2022) filmlerinin devamı niteliğini taşıyor.
Serinin önceki filmlerine de senaryo yazarı olarak imza atan Michael Green, bu kez Agatha Christie’nin nispeten daha az bilinen romanı, 1969 tarihli ‘Hallowe’en Party’den yola çıkıyor. 1967’de İngiltere’de geçen öyküyü İkinci Dünya Savaşı sonrası Venedik’ine taşıması bir yana, romanın hikâye örgüsünü de bir yana bırakıyor ve ‘kafasına göre’ takılıyor.
Hikâye, ‘Nil’de Ölüm’den 10 yıl sonra, 1947’de Venedik’te start alıyor. Poirot, Büyük Kanal’ın kıyısındaki evinde inzivaya çekilmiş durumda. Açılış sahnesinde gördüğü kötü kâbusu saymazsak sakin bir hayatı var. Bahçesinde bitkilerle uğraşıyor, muhteşem İtalyan tatlılarının keyfini çıkarıyor. Herkese emekli olduğunu ve artık iş kabul etmediğini söylüyor. Kapısında bekleyen ve her çıktığında peşine düşen ısrarcı müşterileri ise İtalyan koruması Vitale Portfoglio (Riccardo Scamarcio) engelliyor. Israr edenleri suya atmaktan bile çekinmiyor.
Poirot, Portfoglio’nun elinde getirdiği elmadan tanıdığı polisiye yazarı Ariadna Oliver’a (Tina Fey) ayrıcalık tanıyıp kapısını açıyor ve onu şehre yukardan bakan sade terasında ağırlıyor. Ariadne onu eski bir Venedik evinde, Cadılar Bayramı gecesinde ünlü bir medyumun katılacağı ruh çağırma seansına çağırıyor. Böyle bir davetle dedektifin ilgisini çekmesinin imkânsız olduğunu aslında o da biliyor ama medyumlara inanmayan Poirot’yu zayıf yerinden yakalıyor: Her şeyin toptan düzmece olduğunu kanıtlamasını istiyor ondan… Asıl derdinin son iki romanıyla düşüşe geçen yazarlık kariyerini esrarengiz bir Venedik öyküsüyle toparlamak olduğunu da saklamıyor.
Poirot, daveti kabul edip tarihi eve gittiğinde acılarla dolu karanlık bir geçmiş ve problemli karakterlerle karşılaşıyor. Eski bir opera sanatçısı olan mutsuz ev sahibesi Rowena Drake’in (Kelly Reilly), intihar eden kızı Alicia’nın (Rowan Robinson) acısıyla hâlâ baş edemediğini görüyor. Savaşta yaşadığı travmaları üstünden atamayan aile doktoru Leslie Ferrier’in (Jamie Dornan), aklı başında küçük oğlu Leopold’a (Jude Hill) doğru dürüst babalık yapamadığına, hatta tam tersine çocuğunun ona sahip çıktığına tanık oluyor. Evin inançlı ve ruhlardan çekinen kahyası Olga Seminoff’un (Camille Cottin) ruh çağırma seansından pek hoşnut olmadığını, Alicia’nın eski sevgilisi snop Maxime Gerard’ın (Kyle Allen) evde hiç iyi karşılanmadığını gözlemliyor.
Medyum Joyce Reynolds (Michelle Yeoh), savaşın evsiz bıraktığı iki genç kardeş olan asistanları Nicholas (Ali Khan) ve Desdemona Holland (Emma Laird) ile gelir gelmez acılı ev sahibesi Rowena Drake’i hemen etkiliyor. Dahası, Poirot’nun gizli hedefini bildiğini söylemesi ve ‘meydan okumayı’ kabul etmesi, ruh çağırma seansını daha başlamadan bir rekabet alanına çeviriyor. Ama hikâye tahmin edilebileceği gibi sadece bu meydan okuma üzerinden değil, işlenen cinayet üzerinden gelişiyor ve Poirot katili bulmak için hemen harekete geçiyor.
Serinin önceki iki filmi, birçok açıdan birbirinden farklıdır. Ama ‘Venedik’te Cinayet’in yanında onları ‘ikiz kardeş’ gibi birbirlerine benzetmek olası... Çünkü bu kez, perili ev hikâyesi üzerinden korku unsurları içeren ve önceki filmlerden hayli farklı görünen bir Hercule Poirot serüveni bekliyor bizi.
Pastel renkte güzel ama donuk, cansız Venedik manzaralarıyla açıyor filmini yönetmen Kenneth Branagh. İkinci Dünya Savaşı’nın travmasını henüz atlatamayan bir şehirde olduğumuz belli. Venedik hüzünlü, kasvetli bir yer. Ama komedyen yanıyla tanınan Tina Fey’in ortaya çıkmasıyla hüzün duygusu, en azından bir süreliğine dağılıp gidiyor. Akşam vakti, ‘hayaletli ev’e girmemizin ardından korku gerilim unsurlarının kendini hemen belli ettiği ‘asıl film’ başlıyor…
İlk filmlerinden bu yana biçimciliğiyle öne çıkan, sinemasal anlatım araçlarıyla oynamayı seven Branagh, görüntü yönetmeni Haris Zambarloukos ile birlikte eski perili ev filmlerini hatırlatan bir sinematografide karar kılıyor. Önceki iki filmden farklı olarak daha dar bir kadraj formatı olan 1.85:1’i tercih etmesi, bunun açık göstergesi. Düşük ışık kullandığı; ara sıra alttan eğik geniş açılara başvurduğu; kamerasına farklı odaklara sahip birçok lens taktığı; evin tekinsizliğini, karanlığını vurgulamaktan hiç vazgeçmediği bir anlatım tutturuyor. Özetlersek, 21. Yüzyıl sinemasının teknolojisiyle eski usul Gotik tarzda bir filme imza atıyor Branagh.
‘Venedik’te Cinayet’in, korku filminden ziyade perili ev atmosferini kullanan bir polisiye olduğunu fazla gecikmeden söylemem gerek… Hatta filmi ‘light korku’ diye etiketlemek bile mümkün. Tam da bu nedenle, korku türünden özellikle uzak duranları rahatsız etme ihtimali düşük.
Bir polisiye olarak baktığımızda ise serinin önceki iki filminde olduğu gibi klasik tarzda bir ‘Katil kim?’ (Whodunnit?) hikâyesi bekliyor bizi. Bazı kaynaklarda ‘kilitli oda gizemi’ (locked-room mystery) olarak adlandırılan alt türün çok tipik bir örneği olduğunu da söylemem gerek. Cinayetten sonra Poirot’nun evin kapılarını kilitleyip girişi çıkış yasaklaması ve herkesi ‘şüpheli’ ilan etmesi, türün adına ironik bir saygı duruşu olarak bile görülebilir.
Katili önceden tahmin etmeyi seven oyunbozan polisiye hayranlarının işi belki zor olmayabilir. Bu durumun farkında olan senaryo yazarı Michael Green, ‘Katil kim?’ dışında birçok ek soru ve gizem yerleştiriyor filme. Öyle ki, Poirot’nun herkesi toplayıp katili açıkladığı konuşma sırasında bile yanıt bekleyen yeni sorular çıkıyor karşımıza. Green, iç içe geçen birkaç entrika kurarak nerdeyse her karakteri esrarengiz hale getiriyor. Poirot sadece gece yarısı o evde işlenen cinayeti değil, geçmişe veya davetin öncesine dek uzanan başka birçok olayı da açığa çıkarıyor. Özetle, ‘Venedik’te Cinayet’in polisiye severleri tatmin edecek bir hikâyeye ve hikâye örgüsüne sahip olduğunu düşünüyorum
Temalar, alt metinler ve karakterlere geldiğimde ise kendi adıma aynı tatmin edici seviyeyi bulduğumu söyleyemem. Green ve Branagh, filmi İkinci Dünya Savaşı’nın henüz dinmeyen acıları üzerine inşa ediyorlar. Rowena Drake’in elden çıkarmak istediği ama düşük fiyata dahi alıcı bulamadığı tarihi Venedik binasının bakımsızlığı, eskiliği ve tekinsizliği savaşın geçmeyen acılarının simgesi gibi… Venedik de bütün olarak ölümü ve Poirot dahil karakterleri kıskacı altına alan savaş sonrasının yıkım duygusunu temsil ediyor. Öykünün Kelt inanışına göre ölülerin dünyaya döndüğü Cadılar Bayramı’nda geçmesi kayda değer ayrıntı. Elmanın Hıristiyan inanışındaki kanma / kandırma metaforu olmanın ötesinde, Cadılar Bayramı’na özel bir anlamı var filmde. Poirot’nun ellerini kullanmadan su dolu kaptan elma yakalamaya çalışması, eski bir Cadılar Bayramı geleneği. İşte bu yüzden, filmde bunu yaptığında başına gelen hadise hayli ironik. Gece boyunca şiddetini artıran yağmura ve şehri çevreleyen suya, ölümü simgeleyen görsel imge olarak bakılabilir.
Tüm bu fikirlerin, imgelerin filme anlamlı bir çerçeve verdiğini inkâr edemem ama iş karakterlere geldiğinde etkilendiğimi söyleyemem. Babasını ayakta tutmaya çalışan küçük Leopold’u bir yana koyarsam başta Rowena Drake olmak üzere karakterleri ve onların iç dünyalarını, çelişkilerini, amaçlarını pek ilginç bulmadım. Bana sorarsanız ortamın en ilgiye değer karakteri, cinayete kurban giden kişi… Öldüğünü gördüğümde sadece karakterle değil oyuncuyla vedalaşmak da üzdü beni. Üstelik Poirot ile etkileşimi açısından önemli karakterdi…
Green ve Branagh, ‘Nil’de Ölüm’de olduğu gibi Poirot’yu sadece her şeyi çözen dahi bir dedektif olarak değil, olayla kişisel bağ kuran ve değişim yaşayan bir karakter olarak konumlandırıyorlar. Poirot, filmin başında iki savaşın ve tanık olduğu olayların ardından sadece insanlığa değil, Tanrı’ya da inancını kaybetmiş biri olarak çıkıyor karşımıza. Başlangıçta, inançsız biri olarak, ruhlar, hayaletler ve medyumlarla ilgili her şeyi reddediyor. O yüzden finalde geleceği noktayı, yani hayaletlere inanıp inanmayacağını merakla bekliyoruz. Ama film bu merakımızı tatmin etmek dışında Poirot özelinde psikolojik bir derinlik getiremiyor.
Serinin önceki iki filmine oranla ‘Venedik’te Cinayet’i daha az beğendim. Ama Amerikalı eleştirmenlerin aksi fikirde olduğunu belirtmem gerek. Sonuçta, son karar sizin… Her şey bir yana, özenli anlatımı, atmosfer duygusu, öyküsündeki sürprizler ve prodüksiyon kalitesini hesaba kattığımda polisiye severler için kötü bir tercih olmayacağını sanıyorum.
6/10
- Şerif Gören'in ardından52 dakika önce
- El emeği, göz nuru animasyon2 gün önce
- Oysa hayat şimdi ve "Burada"4 gün önce
- Maria'nın 'Paris'te Son Tango'su1 hafta önce
- Oz'un 'kötü' cadısının hikâyesi2 hafta önce
- Issız adaya düşen robot2 hafta önce
- Hikâye farklı, formül aynı3 hafta önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık3 hafta önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…1 ay önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 ay önce