'Hayat'ın anlamı
(UYARI: Yazıdaki bazı yorumlar hikâyedeki bazı gelişmeler hakkında bilgi içerir.)
Zeki Demirkubuz’un ‘Hayat’ı, seyretmesi çok güzel ama üzerine yazılması zor filmlerden. Herkes farklı şekilde okuyup yorumlayabilir. Tıpkı hayatın kendisi gibi ve anlamını kesin olarak bulmanız olası değil. Öte yandan, benim gibi severseniz, kabuğunu kırıp içine baktığınızda görülecek çok şey var.
Sözgelimi, nedensiz, sorgusuz sualsiz bir sevilme arzusu, filmin her yerinden kendini gösteriyor sanki. Ayrıca olduğu gibi kabullenilme arzusu da ağır basıyor. Bir başka gizli tema ise insanların ruhundaki o derin boşluk nedeniyle kendilerini bir aşka, bir insana adamak istemeleri… Dolayısıyla, Demirkubuz’un önceki filmlerini akla getiriyor.
‘Hayat’ın bir sahnesinde Hicran (Miray Daner) ile annesi (Melis Birkan), televizyonda Demirkubuz’un ‘Kader’ filmini izlerken, Uğur ile Bekir’in tartıştığı sahneye denk gelirler. Kısa bir andır gördüğümüz: Uğur, öfkeyle ‘Nedeni yok’ diye bağırır. Bekir ‘Ama bu, kötülük’ diye karşı çıkar. Bekir, o filmde yıllardır peşini bırakmadığı, tüm hayatını adadığı Uğur’un Zagor’a olan aşkını sorgular. Ama Uğur hiç geri adım atmaz çünkü anlaşılmak ve sorgulanmak değil sadece kabullenilmek ister.
‘Hayat’ın Hicran’ına baktığımızda, ‘Kader’in Uğur ve Bekir’i gibi hayatını adadığı büyük tutkuları, güçlü arzuları yoktur. Ama cesaretlidir. Güçlüdür. Davranışlarının nedenini anlamak aslında zor değildir. Ailesinin onu görücü usulü evlendirmesine karşı çıkarak teyzesini görmeye gittiği İstanbul’dan evine dönmemesi, kayıplara karışması, anlaşılabilir bir eylemdir. Kimilerinin kötülük, ahlaksızlık dediği bu hareket, onun için özgürlük arayışıdır. Geleneklere meydan okur ve şansını dener. İstanbul’da başına gelenlerden sonra bu kez eski Yeşilçam melodramlarına kadar uzanan ‘büyük şehirde kötü yola düşen taşralı kız’ klişesini yıkarak evine döner. Şiddet görmek dahil her şeye hazırdır. Babası Mehmet’e (Umut Kurt) açıkça meydan okumaz belki; ama ‘Kim olduğunu biliyorum ve senin şiddetinden korkmuyorum’ der gibi bir hali vardır. Kaçmadan, karşı koymadan, konuşmadan, af dilemeden evin önünde bekler. Film boyunca sözlerinden çok eylemleriyle kendini ifade eder.
Döndüğünde annesiyle babasından tek beklentisi, olduğu gibi kabullenilmektir. Bayramda babasının elini öpmeye çalışması, af dilemekten ziyade kabullenilme isteğinin göstergesidir. Kaldı ki, gerektiğinde annesini korumak için babasının karşısına çıkmayı göze alır. Kaderine razı, isteksiz, kayıtsız bir hali olsa da hâlâ güçlüdür Hicran. ‘Pısırık ve zayıf’ bulduğu annesi gibi değildir. Ağlarken bile yalnız kalmayı tercih eder, bir insanın omzunu değil doğayı tercih eder. Kendine yaşam alanı açmak için dedesinin boş evini derleyip toparlar, kız kardeşine verir kendini. Tıpkı kaçıp gittiği İstanbul’daki kısa süreli hayatında olduğu gibi Hicran’ın her şeye uyum sağlayabileceğini; ayakta kalmanın, idare etmenin yolunu bulacağını hissederiz. O yüzden evi terk etmesi gerektiğinde gideceğini, dönmesi gerektiğinde yine döneceğini biliriz. Samuel Beckett’in dediği gibi, yine deneyecek, yine yenilecek, sonra daha iyi yenilmek için yine deneyecektir. Ama işi hiç kolay değildir. Çünkü Hicran, sakinliği ve gücüyle babası dahil çevresindeki erkeklerin dengesini bozar.
Final hariç, Hicran’ın içten içe neyi istediğini, neyi arzuladığını anlamakta zorlanırız. Hayatına giren erkeklerden biri olan Orhan’ın (Cem Davran) dengesini bozan özelliklerinden biri de budur zaten. Evlenmemek için her şeyi göze aldığı Rıza’nın (Burak Dakak) yıllar sonra çay bahçesinde söyledikleri dışında film boyunca hiçbir şey, hiçbir söz ve davranış Hicran’ı o kadar etkilemez. Hicran, orada sadece yıllardır sevildiğini fark etmez. Belki de hayatında ilk kez bir erkeğin ona verdiği zararı anladığını ve olumlu yönde değiştiğini görür. Yazgının oyunu gibidir bu… Rıza’daki olgunlaşmanın onu etkilediği bellidir. Bizim içinse durum biraz farklıdır. Çünkü Rıza’nın dedesini (Osman Alkaş) tanırız ve onun tarafından büyütülen bir çocuğun günün birinde doğru yolu bulma ihtimaline inanırız.
Filmin ilk sahnesinde görürüz Rıza’nın fırıncı dedesini. İstanbul’dan dönmeyen kızının nişan bohçasını ve takılarını iade etmeye gelen Mehmet’in aksine anlayışlı ve hoşgörülü olması dikkatimizi çeker. Olaya namus meselesi olarak bakmaz. Hatta Hicran’ı anlamaktan söz eder; Mehmet’ın sert tavrını eleştirir. Sonraki günlerde çevresindeki toksik erkekliğin etkisine girecek, Hicran’ın peşinden İstanbul’a gidecek Rıza’yı doğru yola getirmek, torununun ruhunu kurtarmak için elinden gelen her şeyi yapar.
Emekçidir, dürüsttür, sevgi doludur ama görücü usulü evliliğin önünü açarak Hicran ile Rıza’nın hayatına yaptığı olumsuz etkiyi inkâr etmek güçtür. Çünkü o da geleneğin uygulayıcılarından biridir. Ve gelenek filmin bütününde herkesi yutan, finalde girilen o ‘karanlık tünel’ gibidir adeta.
Rıza ile Hicran taşrada gelenek, görenek, itaat döngüsü içinde yolunu bulmaya çalışan iki genç olarak çizilir. Aklı başında, duyarlı, modern taşra aydını olma iddiasındaki Orhan’ın Hicran’a sitem ederken bilinçdışındaki asıl sorunları yansıtırcasına ‘büyüklere saygı, erkeğe itaat’ gibi kavramları ağzından kaçırmasını unutmamak gerek. Hicran ve Rıza, modernleşmenin henüz yaşanmadığı, insanlara birey değil sürünün parçası olarak bakılan bir sosyal ortamın parçasıdırlar. Buna karşılık, hayatlarında yaptıkları önemli hamleler vardır: Hicran, ailelerin anlaştığı evliliği reddeder. Rıza, çay bahçesindeki o konuşmayı yapar. Bunlar, ikisinin de kendilerine yapılan dayatmaların döngüsünü kırmak ve birey olmak adına attıkları önemli adımlardır. Gerçi onlar ‘dayatmalar döngüsü’nün dışına çıkmak istediklerinin tam olarak farkında bile değillerdir. Sevgiyi ararlar ama tekrar o döngünün parçası olmaya çok yakın dururlar. Finale doğru ‘itaat’ dahil her şeye razı bir halleri vardır. Kuşkusuz, hâlâ umut vardır. Rıza’nın dedesini örnek alacağı; onun gibi iyi bir insan olmaya çalışacağı kesindir. Asıl önemlisi, annesi ve babasının o büyük aşkını Hicran’la yaşamak ister. Hicran’ın ise çok iyi bir anne olacağı bellidir.
Filmin belki de en duygusal anı, dedenin Rıza’nın yıllar önce genç yaşta intihar eden annesinin önünde diz çökmesidir. Üstelik gördüğümüz bir sahne değildir. Dede anlatırken gözümüzde canlanır. ‘Bulantı’ filminde ana karakterin temizlikçi kadına gösterdiği saygıyı hatırlatır. Dedenin insana olan inancının sağlamlaştığı bir andır. Aynı kadının küçücük çocuğunu, yani Rıza’yı geride bırakıp intihar etmesi ise galiba filmin en karanlık yeridir. Ki o da filmde gösterilmez, sadece öğreniriz. Osman Alkaş’ın mükemmel yorumladığı dede karakterinin monoloğunu dinlerken, Rıza’nın annesi tarafından terk edilmenin onulmaz acısı ile ruhunun kurtuluşunu büyük bir aşkta arama arzusunun birbirine karıştığını hissederiz. Aşk acısı kadar, taşradaki dayatmalar döngüsüne isyan da vardır annenin intiharında. İntihar, Hicran’ın hiç düşünmediği bir şey değildir belli ki.
Hicran ve Rıza içgüdülerinin değil adı konulamayan duygularının, arzuların peşinde koşan karakterler. Davranışlarındaki nedensellik basit değil, karışık ve belirsiz. Bazen kendilerini ve eylemlerini anlamadıklarını hissediyorsunuz. Ama acı çekmekten korkmayan, gerektiğinde kendileriyle yüzleşmekten korkmayan insanlar. İkisi de aşka kolay yoldan değil en zor yoldan ulaşmak istiyorlar. Çünkü hepimiz gibi onlar da gerçekten sevilmek ve gerçekten sevildiklerini hissetmek istiyorlar. Hicran gerçekten sevileceğini bilmediği bir evlilik yapmak yerine maceraya atılıyor. Rıza sevmediği bir kadınla seks yapmayı istemiyor. Aralarında dini bayramlarda kadının eşinin elini öpüp öpmemesi gerektiğini konuşuyorlar belki; ama maddi değerleri ve hayata tutunmayı bir yana bırakıp sadece sevgi aramaları, onları gözümüzde ayrı bir yere koyuyor. Cem Davran’ın kariyerinin en iyi performanslarından birini çıkardığı, bir roman karakteri kadar derinlikli çizilen Orhan’ın başka derdi yok zaten. O da gerçekten sevilmek istiyor ve daha azına razı değil.
Erkekler arasındaki arkadaşlık ilişkilerine baktığımızda da benzer ama karanlık arzular çıkıyor. Sevilmekten ziyade ‘kötü davrandığı kişi tarafından kabullenilme’ arzusu bu…. Dolayısıyla, ‘Hayat’ erkekler arasındaki iki hastalıklı ilişkiyle de akıllarda kalmaya aday bir film. Rıza İstanbul’a gittiğinde karşılaşıyor bu ‘simbiyotik’ ve rahatsız edici ilişkilerle… Mesela Yılmaz (Doğu Demirkol), arkadaşının (Seyit Nizam Yılmaz) durup dururken kendini dövmesine uzun süre katlanan, müdahale etmekte nedense çok geciken engelli biri. Diğeri ise bedava ev ve yemek uğruna arkadaşının zorba davranışlarına ses çıkarmayan bir üniversiteli. Onu okutmakla övünen arkadaşının (Kayhan Açıkgöz) kurduğu ‘yalandan üniversite okuma’ tezgahının en irkiltici yanı ise babasının çapkınlıklarına göz yumarak durumu idare etmesi… Tüm bu erkeklerin Demirkubuz’un hayal gücünden çıkmadıklarını, herhangi bir şeyin metaforu olmadıklarını, aramızda yaşadıklarını biliyoruz. Rıza’nın taşradaki gündelik hayatında takıldıkları dahil bu erkekleri düşündüğünüzde ve onları Hicran’la karşılaştırdığınızda, sanki her şey daha bir anlam kazanıyor.
Rıza’ya yalanın dolanın ahlaki teorisini yapan arkadaşının ‘Burası Türkiye, herkes istediğine inanır’ demesini unutmamak gerek. Buna dedenin ‘herkesin kendisiyle meşgul olduğu bir devirde yaşadığımız’ tespitini eklediğimizde, Rıza ve Hicran gibi iki gencin yollarını şaşırmaları anlam kazanıyor.
Rüya sahneleri, ikisinin hayattaki arayışlarının yansımaları gibi geliyor bana. Gerçi Rıza ve Hicran’ın ‘simetrik rüyaları’nı bizi fazlasıyla sembolik düşünmeye zorlaması nedeniyle pek sevmedim. Ama hikâye kurgusundaki yerleri itibarıyla yeni olayların habercisi bu rüyalar... Ayrıca ilk rüya yanılmıyorsam Hicran’ın filme girdiği yer. Demirkubuz öykünün merkezindeki karakterin görünmesini geciktiriyor, merak ettiriyor ve daha önemlisi, Rıza’nın Hicran’ı bulma arzusunun vazgeçilmez hale gelmesini rüyayla yansıtıyor.
Hicran’ın finaldeki anlatmadığı rüya da önemli bir eksiltme… O rüyayı dinleme arzumuzun karanlığa gömülmesiyle bitiyor film. Öte yandan, duygusal müzik kullanımı, hüzünlü ama aydınlık yanıyla aklıma Yasujiro Ozu filmlerini getiren final sekansının baştan sona rüya olduğunu söyleyene de itiraz edemem. Rüyalar motifinin en sevdiğim yanı ise Demirkubuz’un filmini metafizik bir alana açması...
Usta yönetmenliği, sakin ama su gibi akıp giden kurgusuyla üç saati aşkın süresini hiç hissettirmeyen ‘Hayat’ın her karakteri her sahnesi üzerinde uzun uzun konuşabiliriz ama sonra birisi, hiçbirimizin aklına gelmeyen şahane bir yorumla çıkıp gelebilir. ‘Hayat’, ‘Masumiyet’ ve ‘Kader’ gibi serüvenini yıllarca sürdürecek filmlerden… O yüzden önce sinema salonunda seyretmenizi öneririm.
Başrollerdeki iki genç oyuncu Miray Daner ve Burak Dakak’ın üstlerine düşeni fazlasıyla yaptığını, filme önemli katkılarda bulunduklarını düşünüyorum. Umarım, oyunculuk birikimlerini gösterebilecekleri bir kariyerleri olur. Gençleri yıldızlaştıran ama yeteneklerini öğüten sistemin kurbanları olmazlar. Son olarak, görüntü yönetimini üstlenen Cevahir Şahin ile Kürşat Üresin’in ‘Kuru Otlar Üstüne’den sonra yine çok iyi bir iş çıkardıklarını söylemem gerek.
8/10
- Şerif Gören'in ardından52 dakika önce
- El emeği, göz nuru animasyon2 gün önce
- Oysa hayat şimdi ve "Burada"4 gün önce
- Maria'nın 'Paris'te Son Tango'su1 hafta önce
- Oz'un 'kötü' cadısının hikâyesi2 hafta önce
- Issız adaya düşen robot2 hafta önce
- Hikâye farklı, formül aynı3 hafta önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık3 hafta önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…1 ay önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 ay önce