Üç film, tek hikâye
Romanyalı yönetmen Radu Jude’nin yazıp yönettiği, İngilizce başlığı ‘Do Not Expect Too Much from the End of the World’ olan ‘Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin’ (Nu astepta prea mult de la sfârsitul lumii), anaakım estetiğinin tümüyle dışında kalan bir deneme… Film içerdiği tüm karmaşaya rağmen özünde ‘giriş gelişme sonuç’ örgüsüne sahip düz bir hikâye anlatıyor. Buna karşılık, deneme niteliği taşıyan yenilikçi ve farklı bir yapısı var.
Jude, 2 saat 43 dakikalık anlatısının içinde farklı formatlardaki 3 filmi birleştiriyor. Diğer bir deyişle, tek hikâyeyi üç ayrı filmle anlatıyor. Anlatının bel kemiğini ve en uzun bölümünü oluşturan ilk film, prodüksiyon asistanı Angela Raducanu (Ilinca Manolache) üzerine kurulu… Angela, çalıştığı yapım şirketi adına iş yerinde kaza geçiren insanları evlerinde ziyaret edip, videoya çekiyor. Çekimler sonucunda seçilecek kişi, uluslararası şirketin iş güvenliği için hazırlayacağı tanıtım videosunda yer alıp para kazanacak. Bu siyah beyaz filmde Angela’yı genellikle Bükreş trafiğinde araç kullanırken, insanlara bağıra çağıra hikâyeler anlatırken, sosyal medya için videolar çekerken, yoğun çalışma temposuna rağmen aile ve özel hayatını sürdürmeye çalışırken görüyoruz.
İkinci filmde; Lucien Bratu’nun yönettiği, sosyalist dönemden kalma 1981 yapımı Rumen yapımı ‘Angela Moves On’dan (Angela merge mai departe) sahneler izliyoruz. Film, Angela Coman (Dorina Lazar) adlı taksi şoförünün hayatından kesitler veriyor ve tanıştığı erkeklerle ilişkisine odaklanıyor.
Genellikle direksiyon başında araç kullanırken gördüğümüz iki Angela’nın kaderi, anlatının bir noktasında kesişiyor. Böylece yapım asistanının hikâyesi bir tür ‘devam filmi’ne; taksi şoförünün hikayesi ise ‘flash-back’e dönüşüyor. 1981 yapımı filmde gençlik yıllarını gördüğümüz taksi şoförü ve Gyuri (László Miske), asistan Angela’nın hikâyesinde aynı oyuncuların yorumuyla kaza geçiren işçinin anne babası olarak çıkıyorlar karşımıza.
Filmin son bölümünde ise eski taksi şoförü Angela’nın iş kazasından sonra tekerlekli sandalyeye mahkûm olan oğlu Ovidiu Pirsan’ın yer aldığı tanıtım videosunun ham çekimini seyrediyoruz. Kameranın 35 dakikayı aşkın süre sabit şekilde tek açıdan çekim yaptığı bu plan-sekans, anlatının üçüncü ve son filmini oluşturuyor.
Anlatırken karışık gibi görünebilir ama seyrederken hiçbir sorun yok. Çünkü Radu Jude, üç filmi görsel olarak birbirinden kesin çizgilerle ayırıyor. Prodüksiyon asistanı Angela’nın hikâyesini, 16mm çekilip 35mm’ye basılmış izlenimi veren grenli siyah beyaz renk paletinde seyrediyoruz. Belgesel estetiğine yakın, gözü yoran, görsel keyif içermeyen kirli bir siyah beyaz kullanımı tercih ediyor. ‘Angela Moves On’ ise tam tersine, geçmişten gelen pelikül filmlere özgü nostaljik ve tertemiz bir renk dokusuna sahip. Üçüncü filme baktığımızda, kurgulanmamış, işlem görmemiş profesyonel bir dijital çekim çıkıyor karşımıza.
Angela’nın akıllı telefonuyla sosyal medya için çektiği kısa videolar da dördüncü bir ara format olarak Radu Jude’nin ‘görsel kolajı’na ekleniyorlar. Angela, telefonundaki uygulamayı kullanarak ‘erkek gibi göründüğü’ videolarında cinsel içerikli maşist bir şiddet dili kullanıyor.
Radu Jude, dört farklı renk paletiyle sunulan dört ayrı film akışını bütünlüklü bir hikâye haline getirmeyi başarıyor. İki Angela’nın paralel şekilde akan hikâyeleri, Romanya’nın iki farklı dönemini benzer ve farklı yanlarıyla karşı karşıya getiriyor. Günümüzde geçen film, Romanya’daki emek sömürüsünü gözler önüne seriyor. Angela, sabahın beş buçuğundan gece yarılarına kadar sürekli çalışan, uykusuz şekilde araç kullanan, yaptığı fazla mesainin karşılığını alamayan bir emekçi. Sözde ‘iş güvenliği’ni konu alan tanıtım filmi için çalışırken ironik şekilde kendi iş güvenliğini tehlikeye atıyor. Araç kullanırken defalarca gözleri kapanıyor ve ajans yöneticisi, Angela’nın sürekli dile getirdiği yorgunluğunu, uykusuzluğunu önemsemeden ona iş vermeye devam ediyor. Asıl işveren olan uluslararası şirket ise emek sömürüsüne dolaylı yoldan, bilerek veya bilmeyerek katkı veriyor.
Bu arada, çokuluslu şirketlerin Avrupa Birliği’nin en yoksul ülkeleri arasında yer alan Romanya’daki ormanları kereste deposu olarak kullandığını da öğreniyoruz. Uluslararası şirketin, işçilerin iş yerindeki güvenlik önlemlerine uymasını teşvik etmek için planladığı tanıtım filmi, iş güvenliği konusundaki iki yüzlü tutumun açık ve ironik bir göstergesi. Son bölümdeki tanıtım çekiminde, Ovidiu’nun dile getirdiği gerçeklerin nerdeyse hepsi, ‘müşteri’nin yani işverenin çıkarlarına ters düşüyor. Ama müşteri, paranın gücüyle her şeyi istediği gibi çözeceğinden o kadar emin ki işverenin hataları nedeniyle sakat kalan bir çalışanı dahi sorun olarak görmüyor.
Radu Jude, komünizmin çöküşünden 35 yıl sonra işçi haklarının sürekli geriye gittiğini, Avrupa Birliği’ne üye olmanın sermaye – emek ve sömürü ilişkilerinde hiçbir şeyi değiştirmediğinin altını özenle çiziyor. Öte yandan, sosyalist döneme karşı en ufak bir özlem duygusu olduğu söylenemez. Tam aksine, Çavuşesku film boyunca anlatılan öyküler aracılığıyla, ülkesini çiftliği gibi gören bir diktatör olarak gösteriliyor. Sonuçta, komünist diktatörlükten kurtulan Romanya halkının AB’nin en yoksul ve sömürüye açık ülkelerinden biri haline geldiği vurgulanıyor.
1981’den kalma filmden seyrettiğimiz sahneler, açıktan açığa komünizm eleştirisi veya övgüsü içermiyor ama sistemin kadın – erkek eşitliğini kuramadığını gösteriyor. Filmin bütününde Bükreş, modern, gelişmiş, temiz, düzenli ve en önemlisi müreffeh bir şehir olarak tasvir ediliyor. Radu Jude, filmin görüntü ve ses bandının hızını ara sıra yavaşlatarak görsel – işitsel kaliteyi düşürüyor; anlatımı kesintiye uğratıyor. Bunu yapmaktaki amacı; resmî ideolojiyi yansıtan bir film olduğunu ima etmek, çekimlerin geçtiği Bükreş’e odaklanmak ve 43 yıl öncesinden gelen ‘Angela Moves On’u bir çeşit belgesele çevirmek. Mesela, bir sahnede kameraya bakanları tespit ederek onlara yakınlaşıyor.
Yapım asistanı Angela’nın yaşadığı günümüzün Bükreş’i ise her yanında nobranlığın dolaştığı kaotik bir şehir. Yeni dönemi yansıtan büyük modern binalar var; zenginliği hissediyorsunuz ama açıkçası şehir nerdeyse distopik denilebilecek umutsuz bir karanlığı yansıtıyor. İnsanların kabalığını, erkeklerin kadın düşmanlığını, toplumun yaşadığı ahlaki çöküntüyü hissetmemek mümkün değil. Hayli karamsar bir film ‘Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin’.
Son yıllardaki birçok Romanya filminde olduğu gibi bu kesif karamsarlığı ve kasveti, mizah duygusunun dağıtmasını boşuna beklemeyin. Sürekli sakız çiğneyen, filmi seyretmeyi daha zor hale getiren parlak simli elbisesiyle mesai yapan, yorgun, bezgin, mutsuz Angela’nın hali, filmi daha da karartıyor. Sosyal medya için çektiği videolara tahammül etmek kolay değil. O videoların arkasında topluma ve eril iktidara karşı duyduğu öfke var belli ki. Video çekerken eleştiri getiren ekip arkadaşına ‘Charlie Hebdo tarzı mizah’ diye açıklama getiriyor. Politik doğruculuktan, sistematik iki yüzlülükten hoşlanmayan genç kuşakların Angela’nın videolarına bayılacağını tahmin etmek zor değil. Ağır iş temposu nedeniyle, bedenen ve ruhen çöken Angela, videolar sayesinde deşarj oluyor; takipçilerinin ilgisi sayesinde yaşadığını hissediyor. Uyumamak için araç içinde yüksek sesle ‘manele’ adı verilen müzik türünü dinliyor ayrıca. Dinlediği şarkılarla çektiği videolar arasında bir bağ var.
Filmin ilk sahnesinde, Angela’nın başucunda Marcel Proust ve Fielding’in romanları duruyor. Başka bir sahnede, Almanya’dan gelen kibirli müşteri Doris Goethe (Nina Hoss) ile konuşurken Goethe’yi okuduğunu da öğreniyoruz. Romanya’da yaşanan her şey için Romanya halkını sorumlu tutan, klasik müzik yerine manele şarkıları dinlemek isteyen Doris’in, aynı aileden geldiği halde Goethe’yi okumadığını öğrenmek filmin ironilerinden sadece biri.
Angela, dünyası sosyal medyadan ibaret gençleri simgeleyen bir karakter değil sadece. Her şeyiyle kafa karıştırıcı biri. Tıpkı filmin kendisi gibi… Sözgelimi, tanıtım filminin çekiminde yönetmen ve set ekibi, engelli işçi ve ailesini gönülden desteklediklerini iddia ediyorlar. Yönetmen ‘Sizi asla satmam’ anlamına gelen şeyler söylüyor mesela. Ama son tahlilde, müşteri ne derse onu yapacaklarını biliyoruz. Her şeyiyle yanında olduğumuz işçi Ovidiu’yu bir yana koyarsak, yönetmenin karakterlerin yanında mı, karşısında mı olduklarını pek anlayamıyorsunuz.
Filmin bütününe baktığımızda, Radu Jude’nin, Romanya’nın geçmişinde Çavuşesku’nun ülkeye yaptığı kötülüklerle serbest rekabet ekonomisinin acımasızlığını alaycı şekilde bir araya getirdiğini görüyoruz. Her iki sistemin ortak özelliğinin ırkçılık ve ayrımcılık olduğu ima ediliyor. Angela’nın Ukrayna lideri Zelensky’yi Neo-Nazi olarak nitelemesini de not etmek gerek.
2 saat 43 dakika süren kaotik, seyirciye karşı agresif, kafa karıştırıcı ve yer yer rahatsız edici bir film ‘Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin’. Kendini canlandıran film yönetmeni Uwe Ball ile yapılan röportaj gibi eğlenceli sahneler çıkıyor arada ama genel olarak yorucu bir seyir deneyimi vadediyor.
Adını Stanislaw Jerzy Lec’in aforizmasından alan ‘Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin’in iyi planlanıp tasarlandığını inkâr etmek haksızlık olur; ama seyrederken keyif aldığımı söylemem kolay değil. Seyir zevki kuşkusuz sübjektiftir, belki siz keyif alabilirsiniz. Radu Jude’nin Angela’yı araç sürerken gösterdiği sahneleri çok sık ve uzun kullanması, seyircileri filmden koparabilecek bir tercih. Bize şarkıları dinletmek ve Angela’nın giderek tehlikeli hale gelen mesaisinin verdiği yorgunluğu hissettirmek istediği belli.
Locarno’da Jüri Özel Ödülü alan, Toronto ve New York gibi Kuzey Amerika’daki iki prestijli festivalin seçkisine girmeyi başaran, zor ama içi gerçekten dolu bir film bekliyor sizi. Sadece yeniliklere, denemelere açık olan sinema severlere öneririm. (MUBI)
7/10
- Şerif Gören'in ardından52 dakika önce
- El emeği, göz nuru animasyon2 gün önce
- Oysa hayat şimdi ve "Burada"4 gün önce
- Maria'nın 'Paris'te Son Tango'su1 hafta önce
- Oz'un 'kötü' cadısının hikâyesi2 hafta önce
- Issız adaya düşen robot2 hafta önce
- Hikâye farklı, formül aynı3 hafta önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık3 hafta önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…1 ay önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 ay önce