Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar 'Borderlands' o kadar kötü mü?

        “Borderlands”, 2009’da çıkan aynı adlı video oyunundan yapılan bir uyarlama. 2015’ten bu yana geliştirilen proje, 2020’de yönetmen olarak Eli Roth’un ellerine teslim edildi. Aşırı kanlı korku filmleriyle şöhrete ulaşan ama artık farklı türlere de el atarak Hollywood’un merkezine doğru yaklaşan Roth, hikâyeyi bizzat yazdı; senaryoda Joe Crombie ile çalıştı.

        Roth’un projeye yaklaşımında belirli oranlarda “Galaksinin Koruyucuları” etkisi görmek mümkün. Başlangıçta farklı amaçlarla bir araya gelen ve alışageldiğimiz kahramanlara hiç benzemeyen bir grup uyumsuz karakterin serüvenini seyrediyoruz. Cate Blanchett’in canlandırdığı ödül avcısı bıçkın Lilith dışında hepsinin anti kahraman olduğunu söylemek zor. Mesela Roland (Kevin Hart), artık doğru olanı yapmak isteyen ve hayatını Tina’yı (Ariana Greenblatt) korumaya adayan bir paralı asker. Efendisiz kalmış, ronin diye adlandırılan eski samurayları andırıyor. Maskesiyle sapık katil görünümüne sahip olan korkutucu Krieg’in (Florian Munteneau) de Tina için hayatını feda edebileceğini görüyoruz. “Peki, Tina kim?” derseniz ilk bakışta “akranlarından uzak kalmış yalnız ve şımarık bir genç kız” denilebilir. Buna karşılık, çevresinde koruyucuları olmadığında ölümcül oyuncak bebekleriyle kendisini korumayı bilen biri Tina. Evrenin en güçlü insanlarından biri olan Atlas’ın (Edgar Ramirez) kızı Tina, takımı bir araya getiren kişi aslında. Daha doğrusu, her şey Seçilmiş Kişi olduğuna inanan Tina’yı koruma düşüncesi etrafında şekilleniyor.

        Takımın diğer iki üyesinden ilki, yıllar önce Lilith’e koruyucu annelik yapan ama sonra “güvenlik nedenleri” ile onu kendinden uzaklaştıran bilim insanı Dr. Patricia Tannis (Jamie Lee Curtis)… İdealist ve fedakâr biri. Aynı zamanda yalnız ve toplumla uyumsuz. Pandora gezegenine iner inmez gizemli şekilde Lilith’in peşine takılan geveze robot Claptrap’in (Jack Black) durumu da farklı değil. Lilith’e yardım etmek için programlanan Claptrap, sadece “Lilith’in yancısı” değil, ekibin parçası olmak istiyor. Çok faydalı olmasına rağmen uzun süre ciddiye alınmayan Claptrap, yapay zekâ olmasına rağmen sevgi ve ilgi arayışını çekinmeden açığa vuran biri. Aslına bakarsanız, ekibin diğer üyelerinin de asıl sorunlarının yalnızlıktan kurtulmak, sevmek ve sevilmek olduğu aşikâr. Ama başta Lilith olmak üzere hiçbirisinin bunu açık açık kabul etmek istemediği belli. Tıpkı Lilith gibi ebeveyn sevgisi ve şefkati konusunda ciddi psikolojik problemleri olan Tina da zayıf yanını acımasız dış görünümü altında saklamak istiyor. Lilith zaten öldürmekten kaçınmayan tehlikeli bir baş belası olarak nam salmış biri. Tina da onun yolunda ilerliyor. Lilith ve Tina birbirlerini yansıtan iki karakter. Ekip de onların çevresinde kuruluyor.

        Hikâyenin arka planı fena değil aslında. Büyük şirketlerin yıllarca “hazine” arayıp bulamadıktan sonra terk edip gittiği Pandora gezegeni etkileyici bir mekân. Herkesin aradığı hazinenin, para pul veya altın değil, bir zamanlar evrene hükmeden Eridian uygarlığının yeraltına sakladığı bilgi teknolojisi olması kayda değer bir nokta. Ama filmin kayda değer bir alt metni olduğunu söylemek zor. Belli ki Eli Roth, Lilith’in karakter değişimi üzerinden kuruyor hikâyeyi. Alt metin de oradan şekilleniyor. Film ebeveyn sevgisinin dönüştürücü gücü ve aile olmak üzerine. Ama sadece biyolojik değil, alternatif aile üzerine… Tüm hikâye hem Lilith hem Tina açısından biyolojik ve alternatif aile bulma motifi üzerinden şekilleniyor.

        Pandora’dan nefret eden, Eridian’ların geriye hiçbir şey bırakmadığına inanan Lilith, başlangıçta paradan başka hiçbir şeye değer vermeyen, hiçbir şeye inanmayan bir ana karakter… Ama film ilerledikçe Lilith çok farklı noktalara geliyor, kendisiyle ilgili önemli keşifler yapıyor. Finale doğru kendisiyle ilgili hayal kırıklıkları yaşayan Tina ise sahip olduklarının değerini daha iyi anlıyor.

        Eli Roth, Pandora gezegenini bir tür labirent, Lilith’i de o labirentin içinde kendisiyle ilgili gerçeği arayan evsiz kahraman olarak tasarlıyor ve her şey alttan alta Lilith’in ruhsal evini arayışı üzerine kurulu aslında. Bu açıdan baktığınızda Roth ile Joe Crombie’nin mitolojik öykülerden esin aldığını görüyoruz.

        Tüm bunlar, bizi iyi bir filme götüren çıkış noktaları olabilir aslında. Neden olmasın? Ama senaryonun iyi geliştirilip, iyi yazıldığını söylemek mümkün değil. Tina hariç karakterlerin nereye doğru gideceklerini, nasıl bir değişimden geçeceklerini tahmin etmekte hiç zorlanmıyoruz ve bu durum, filmin lehine işlemiyor. Daha önemlisi, karakterlerle duygusal bağ kurmakta zorlanıyoruz.

        “Borderlands” yer yer Mad Max filmlerini hatırlatan çorak bir gezegende geçiyor. Terk edilmişlikten gelen distopya hissi kadar bilimkurgu dekorunda geçen western duygusu da çok baskın. Vahşi Batı’da söylendiği şekliyle “kelle avcılığı” yapan Lilith, filmin hemen başında yalnız bir kovboy imajıyla çıkıyor karşımıza. Açılışta Atlas’ın ona iş teklif ettiği bar sahnesi de direkt olarak westernlere gönderme. Filmi çekerken Eli Roth’un aklının bir köşesinde “Star Wars” olduğunu da düşünüyorum. Tek tekerli Claptrap’in mayasında WALL-E kadar “Star Wars”un bodur ve şirin robotları da var sanki.

        Ne var ki, tüm bunlar “Borderlands”e baştan sona bir “deja vu” duygusu veriyor. Cate Blanchett’in varlığına rağmen Lilith nasıl etkileyici bir karakter olamıyorsa, özene bezene yapılan prodüksiyon tasarımı da çok değer kazanamıyor.

        Öte yandan, filmin öyle aşırı derecede kötü olduğunu düşünenlerden değilim. Çağdaş aksiyon sinemasının genel seviyesi nerede ki, “Borderlands” o kadar yerin dibine sokuluyor anlamıyorum. Filmin gişelerdeki başarısızlığını bence ayrıca analiz etmek gerekiyor. Eleştirmen bakış açısıyla, seyircilerin birbirine benzeyen bilimkurgu aksiyon filmleriyle eskisi kadar ilgilenmediğini söyleyebilirim. “Deadpool & Wolverine”in üstüne gelmesi de ayrı bir sorun elbette.

        Tüm bunlar bir yana, gidişata bakarak “Bordelands”in, gelecekte “Ishtar” (1987) gibi sinema tarihinin en popüler ve gösterişli başarısızlıklarından biri olarak tarihe geçeceğini hissediyorum. Hatta bu yüzden, “gösterişli başarısızlıklar”a özel ilgi duyan film manyaklarının ilgi alanına şimdiden girdiğini sanıyorum. “Yeşil Fener” (Green Lantern - 2011) Ryan Reynolds için ne ifade ediyorsa Cate Blanchett için de “Borderlands” galiba gelecekte aynısını ifade edecek. Hollywood’un Eli Roth’a yakın zamanda yüksek bütçeli bir aksiyon emanet etmesi de zor görünüyor.

        5/10