Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        “Babil”, büyülü bir kelimedir. Sadece Türkçede değil, edebiyatı yapılan dünyanın bütün dillerinde muteber bir yeri var. Adında “Babil” geçen sayısız kitap vardır dünya kütüphanelerinde, sinemada birçok filmin ad olmuş, resim sanatında özel bir yer tutar.

        Artık olmayan Sümer dilinde “Tanrının kapısı” demektir “Babil”, İbranicede ise “kargaşa” anlamına gelir.

        Bir şehrin adıdır Babil; Mezopotamya’da, Dicle ile Fırat’ın birbirlerine en yaklaştıkları yerde, bugünkü Bağdat’ın 90 kilometre kadar güneyinde kurulmuş ilk çağın en büyük şehirlerinden biri... Şu anda olmayan kulesiyle meşhurdur; Babil Kulesi! Kule tanrı Marduk adına inşa edilmiş. Harut ile Marut adında iki meleğin “yeryüzü azabını” çekmek için kıyamet gününe kadar ayaklarından baş aşağı asılı oldukları kule…

        *

        Babil Kulesi, Sümerlerin eseridir, bir diğer adı “Tanrıdağı”dır. Yükseklik, dağlı bir kavim olan Sümerler için kutsaldı, yükseklere taparlardı. Kule, yeryüzü ile gökyüzünü birbirine bağlayan bir kutsal ağaçtı aynı zamanda. Aslında bir merdivendi bu kule, bu merdiveni kullanarak Tanrıya ulaşacaklardı. Yedi katlıydı. Sümerlere göre evren “7” üzerine kuruluydu; evrenin yedi yol göstericisi vardı: Satürn, Jüpiter, Mars, Venüs, Merkür, Güneş ile Ay… Kule, bu yedi yol göstericinin eviydi. Bu yüzden yedi gezegen, yedi büyük tanrı, yeraltının yedi kapısı, yedi rüzgar ve haftanın yedi günü demekti kule.

        Kuleyi, şimdiki yedi katlı bir apartman olarak düşünün, her kat sırayla, toprağı, ateşi, bitkileri, hayvanları, insanları ve gökyüzünü temsil eder, yedinci kat ise Baş Tanrı Marduk’un mekanıydı.

        İnsanlar bu basamakları sırayla çıkıp Babil Tanrısı Marduk’a ulaşacaklardı. Marduk sadece burada görünürdü insanlara. Ama sıradan insanlar onu görmeye dayanamazlardı bu yüzden onların yolculuğu birinci katta biterdi. Sonraki katlara ancak rahipler çıkabilirdi. Kulenin yedinci katında önünde altınla kaplı bir masa bulunan görkemli bir “yemek yatağı” vardı. Tanrı Marduk yemeğini yatarak bu yatakta yerdi (Bu gelenek daha sonra Antik Yunan ve Romalılara geçti). Onun her dediğini yapsın diye de şehrin en güzel kızı her gece burada hizmete hazır beklerdi.

        *

        “Babil Kulesi Efsanesi” meşhur bir efsanedir; Kitab-ı Mukaddes’te yeri var. Bu efsaneye göre, eskiden, çok eskiden yeryüzünde yaşayan bütün insanlar, aynı anne ve babadan türediklerine göre aynı dili konuşuyorlardı. Haliyle yeryüzünde herkes birbiriyle kolayca anlaşabiliyordu. Bu durum ne kadar sürdü bilinmiyor ama Babil Kulesi’nin inşası, bu durumun sonunu getirdi. İnsan bu, meraklı yaratık, bulduklarıyla yetinmiyor. Günün birinde dediler ki, gelin bir kule inşa edelim, yeryüzünden gökyüzüne yükselelim, Tanrı’nın katına varalım, bakalım bütün bu düzeni nasıl çekip çeviriyor, gözlerimizle görelim. Herkes hemfikir oldu, başladılar kuleyi inşa etmeye. Kule yükseldikçe Tanrı huzursuz olmaya başladı. İnsanların haddini aşan bu hareketini kendisine bir meydan okuma olarak algıladı. Bunlar ne yapıyor böyle, bu gidişe bir dur demeli! Aklına, insanların aklını başından alacak bir fikir geldi ve hemen harekete geçti. Tek dil konuşarak inşaatta çalışan insanların diliyle oynadı, kelimelerini karıştırdı, cümle yapılarını bozdu, her kelimeye ayrı ayrı anlamlar verdi. İnsanlar bir de baktılar ki ağızlarından çıkan kelimeleri yanındakiler anlamıyor, donup kaldılar. Kimse kimseyle anlaşamaz hale geldi, birinin ağzından çıkanı diğeri anlamadı, arasındaki dil birliği bozuldu, her insanın ayrı bir dili oldu, aralarına nifak girdi, bölücülük başladı, iş savsakladı, bozgun başladı, işi bıraktılar, böylece kulenin inşaatı durdu. Bir diğerinin dilini anlamayan oradan kaçtı, gittikleri yerlerde kendi dilini geliştirdi, böylece farklı farklı diller, dolayısıyla farklı farklı milletler türedi.

        Babil Kulesi Efsanesi, yeryüzünde dillerin türeyişine dair ilk efsane olarak kabul edilir.

        *

        Modernist edebiyatın en önemli eseri olan, birçok eleştirmen tarafından “19. yüzyılı kapatan eser” olarak nitelendirilen James Joyce’un “Ulysses” romanı 1920’de yayınladı ve çevrisinin zorluğundan dolayı 1996 yılına kadar Türkçeye çevrilmedi. Nevzat Erkmen çevrisiyle çıkan romana Enis Batur bir önsöz yazdı, önsözün başlığı “Joyce’un Kulesi”ydi. Bir yerinde sözü “Babil Kulesi”ne getirdi Batur, yukarıda anlattığım efsaneyi o da anlattıktan sonra Tanrının şöyle düşündüğünü yazdı:

        Madem benimle boy ölçüşmeye kalkıştılar, bundan böyle anlaşmasınlar. Cıva gibi bölünüyor diller. Ademoğulu’na indirilen ilk cezaları düşünürsek (Cenneten kovulma, Nuh tufanı, Ninova’nın ya da Lût’un yerle bir edilmesi, vb.), en güçlü, etkisi en kalıcı cezanın bu olduğu tartışma gerektirmiyor:

        Birbirinizi doğru dürüst anlayamayacak, birbirinizden kesin biçimlerde anlaşmaya varamayacaksınız.”

        Tanrı kuleyi yıkmaya yeltenmez, yarım bıraktırır sadece onu. Ressam Brueghel’in meşhur tablosunda

        kulenin bu hali var, olduğu haliyle bırakıp gittikleri halinin… Batur’un dediği gibi Tanrı, “Sınırınız budur, öteye geçemeyeceksiniz, öteye geçmek için anlaşmanız artık elinizde olamayacak,” dedi.

        Enis Batur, Umberto Eco’ya getirdi sözü, Eco ise çoktan sözü Joyce’a getirmişti:

        “Joyce da Dante gibi, yeni bir Adem olmak istiyordu. Tıpkı onun gibi, bütün dilleri bir araya getirip hamur eden bir dilin karanlık düşü peşindeydi’.

        Yapı, yapıt.

        Taş üstüne taş: Kule.

        Yapı: Yapıt.

        Taş üstüne taş kalmamış: Babil.

        Harf üstüne harf, harf üstüne: ‘Ulysses”...

        James Joyce’un içine gömüldüğü, bizi içine gömmek için çağırdığı, gömü içinde gömü: Diller dil içre”.

        Anlaşılan Joyce, Tanrının karıştırdığı bütün dillerden bir yeni kule inşa etmişti Ulysses’le ama Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanındaki kütüphaneye ilham veren Joyce’un harflerden inşa ettiği kule değil, bir başka velut yazarın, kör bilge Jorge Borges’in “Babil Kitaplığı” hikayesidir.

        *

        “Babil Kitaplığı” hikayesi, Borges’in Türkçeye çevrilmiş “Ölüm ve Pusula” kitabında yer alır. Kısa bir hikayedir. Borges, Babil Kulesi’ni bir kütüphane olarak hayal etmiş. Madem yeryüzündeki bütün dillerin çıkış yeri bu kuledir, o halde bu mekanı bir kütüphane olarak görmenin bir mahzuru yoktur. Özetlenemez ama Alberto Manguel ile Gianni Guadalupi “Hayali Yerler Sözlüğü” kitabında şu şekilde özetlemişler hikayeyi:

        Bu kütüphane (yani kule) aslında everenin bizzat kendisidir. Kütüphane, sayısı belirsiz ve belki de sonsuz sayıda dehlizden oluşur. Birbirlerine devasa hava bacalarıyla ayrılan bu dehlizler, çok alçak parmaklıklarla çevrilidir. Altıgenlerin herhangi birinden bakıldığında üst ve alt katlar sonsuza doğru uzanır. Dehlizlerin tanzimi hep aynıdır: İkisi dışında bütün kenarlar boyunca, her kenarda beş uzun raf olmak üzere raf uzanır; yerden tavana varan yükseklikleri, normal bir kütüphaneninkinden azıcık fazladır. Boş kenarlardan biri dar bir koridora uzanır, bu koridor da ilkinin eşi olan başka bir dehlize açılır. Koridorun sağında ve solunda iki tane küçük oda bulunur: Biri ayakta durarak uyumak içindir, diğeriyse tuvalettir. Dekor sarmal bir merdiven ve aynayla tamamlanır, insanlar bu aynadan yola çıkarak, kütüphanenin sonsuz olmadığı sonucuna varmışlardır (gerçekten sonsuz olsa, niye böyle yanıltı üzerine kurulu bir çoğaltmaya gerek olsun ki?). Her rafta birbirleriyle aynı biçimde, 410 sayfalık 35 kitap bulunur. Her sayfada kırk satır, her satırdaysa seksen siyah harf vardır. Toplam yirmi beş ortografik sembol bulunduğu ve kütüphane sonsuz olduğu için, herhangi bir dilde söylenebilecek her şey, burada bir sayfada mutlaka yazılıdır: Geleceğin son derece ayrıntılı tarihi, baş meleklerin otobiyografileri, kütüphanenin güvenilir bir kataloğu, binlerce sahte katalog, herkesin ölümünün gerçek hikayesi, her kitabın bütün dillere çevirileri. Nesillerdir kütüphaneciler Kitap’ı bulmak için kütüphanede gezinmiş durmuştur.

        Borges, “Ben cenneti hep bir kütüphane olarak hayal etmişim,” der. O halde evren de neden bir kütüphane olmasın? Tıpkı Babil Kulesi’nin inşaatında çalışırken Tanrının gazabına uğrayıp bildikleri dili unutan o insanların başına gelenler gibi, bizim de başımıza gelen şey, her sabah uyanıp o “kütüphanenin” gizemini çözmeye çalışıp akşam da tıpkı Kuran’da geçen “Ye’cüc Me’cüc” gibi uykumuz gelip sabah kalktığımızda her şeyi olduğu gibi bulup sıfırdan “anlama” çabamız olmasın?

        *

        Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanında, olayların geçtiği Melk Manastırı’ndaki bir labirente benzeyen dünyanın en zengin kütüphanesinin esin kaynağı, Borges’in işte bu hikayesidir. Romandaki kütüphaneye, kör emekli kütüphaneci Burgoslu Jorge (Jorge Luis Borges de kördü ve kütüphanecilik yapmıştı), kütüphaneci Hildesheimli Malachi ile yardımcısı Arundelli Berengar girebilir sadece. Kütüphanede sakıncalı ve sakıncasız olmak üzere iki tür kitap vardır. Sakıncalı kitapların en tehlikeli olanları gülme üzerinedir. Gülmenin insani bir meziyet olduğunu söyleyenler bu fikirlerini Aristoteles’in kayıp kitabı “Poetika”nın ikinci cildine dayandırıyorlar. Gülmenin şeytani bir davranış olduğunu söyleyenlere göre ise Aristo’nun böyle bir kitabı yoktur. Oysa böyle bir kitap var, tek nüshadır ve o nüsha da manastırın bir labirente benzeyen kütüphanesindedir. Kör Kütüphaneci ve yardımcıları ne yapıp edecek, bu kitabı saklı tutacak, kitabın bulunup okunmasının önüne mutlaka geçecekler. Gerekirse bu yolda cinayet bile işleyebilecekler!

        Sakıncalı kitabı gizli tutmanın üç yolu vardır. Birincisi kütüphaneye, görevlilerden başkasının girmesini engellemek, ikincisi, olur da biri girerse, zaten o labirentin içinde kendiliğinden kaybolacağı için mecburi geri dönecek, üçüncüsü de olur da biri kitaba ulaşırsa, kitabın sayfalarını çevirir çevirmez ölecek, çünkü o sayfalara öldürücü bir zehir sürülmüştür.

        Manastırda gizemli ölümler başlayınca, başrahip ölümleri araştırmaya gelen dedektif William’a kütüphane hariç her yere girmesine izin verir. Kütüphanede birbirine açılan, birbirine bağlanan veya birbirine geçişi engelleyen elli altı oda var. Her şey bir labirent düzeni içindedir. Kütüphanenin labirentini kapıların üzerindeki kemerlere yazılmış olan, tek başlarına okunduklarında bir anlam ifade etmeyen, tamamı Yuhanna İncili’nden alınma, bir metin haline geldiklerinde de labirentin düzenini çözen bir şifre vazifesi gören Latince yazılar vardır. Dedektif William ve çömezi Adson bütün bu şifreleri çözerek kitabın saklandığı odaya, dolayısıyla cinayet mahalline ulaşırlar.

        Kütüphane, evren çemberi (tıpkı Borges’in hikayesinde anlattığı gibi) model alınarak dizayn edilmiş. Borges’e göre labirent hayatın kendisidir. “Babil Kitaplığı” hikayesindeki kütüphane, altıgen planlı ve dehlizlerden oluşan bir labirenttir. Bir de ayna girer labirente, altıgen dehlizler sonsuza doğru çoğalmaya başlar. Böylece kütüphane kendini sonsuza kadar tekrar eder. Evren de yaşadığımız hayat da öyle değil mi? Yolumuza çıkan yanlış dönüşler ve çıkmazlar mi dersin, birden çok girişi ve çıkışı olan odalar mı dersin, birbirinin içine girmiş, uzayıp giden ihtimaller mi dersin… Hepsi karşımızda…

        Babil Kulesi’nde başlayan ve bir labirentin içinden geçen maceramız, büyük yazarların, sanatkarların elinde romanlara, sanat eserlerine dönüşerek o gün bugün kandil ışığı kadar olsa bile bir ışık düşürüyor henüz tam anlamıyla kavrayamadığımız bu muazzam döngüye.

        Sanatın, edebiyatın görevi de budur zaten.

        *

        Kıssadan hisseye gelirsek… İnsanlar, gökyüzünde Tanrı ne yapıyor ne yiyip ne içiyor, bütün bu alemi nasıl idare ediyor diye merak ettikleri için (Adem’i cennetten kovduran da meraktı), yeryüzünden Tanrı katına yükselen, daha sonra “Babil Kulesi” adını alacak olan bir kule inşa etmeye kalkıştılar. Tanrı, insanların “haddini aşan” bu davranışlarından hiç hoşlanmadı. Onların kendi katına gelmelerine imkân veren şeyin aralarındaki iletişim olduğunu biliyordu; işte bu iletişimi kesmeye karar verdi. Dillerini karıştırdı, aralarında anlaşmazlık başladı, kulenin yapımından vazgeçip yeryüzüne dağıldılar.

        Aradan zaman geçti, bazı insanlar bu büyük anlaşmazlığı gidermek için kendi dillerini ötekine empoze etmeye kalkıştılar. (Ne kadar az dil, o kadar az gürültü!) Güçlü olanın dilini, zayıf olana dayattılar. Anlaşmazlık biteceğine, kargaşa daha da büyüdü. Sorunu çözeceğini sanıp aralarında benim anadilim Kürtçe de olmak üzere birçok dili yıllar yılı yasaklayanlar işte bu aklıevvellerdi.