Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Bütün çalışanları mahkûm olan lokantada
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        “Dalaman Açık Cezaevi’nin Tesisleri”ne her girişimde benzer bir hissiyat kaplıyor içimi. Gittiyseniz oraya, sanırım aynısı size de olmuştur. Büyük bir tesis olan lokanta, kafe ve markette çalışan herkes mahkumdur. Siz ise “özgürsünüz”; herhangi bir nizamiyeden girmeden, üstünüz başınız aranmadan, birkaç demir kapıyı arkanızda bırakmadan, birkaç demir parmaklıklı bölmelerin önünden geçmeden “mahkumlara” karışıyorsunuz. Siparişinizi alan garson, masalara tabak koyan komi, hesap alan görevli, yemekleri pişiren, pasta börek yapan, yediklerinizin parasını alan herkes mahkumdur, onlar size hizmet ediyor siz de ister istemez size hizmet eden o insanlara kafanızda bir yığın soruyla bakıyor ama nedense çok az soru soruyor, onlar da büyük bir ciddiyetle size hizmet ediyorlar. O sırada siz ne kadar “özgürsünüz”, onlar ne kadar “mahkûm” birbirine karışır.

        Sanırım hesabı ödeyip kalkan herkesin arkasından hesabı alan mahkûm, bir zamanlar benim yatılı okulda okurken hissettiğim şeyi hissediyordur. Okuduğum yatılı mektepte çalışanlar vardı; kimisi aşçı, kimisi temizlik görevlisi, kimisi çaycı, kimisi terzi, kimisi kaloriferciydi. Akşam belirli bir saatte hepsi işini bitirdikten sonra toparlanır evlerine giderlerdi. Nedense ben de hemen hemen her gün aynı saatte çıkış kapısına yakın yerdeki duvar dibine çömelir, onların elini kolunu sallaya sallaya o kapıdan çıkışlarını seyrederdim büyük bir hüzünle. Nasıl bir özlemle, nasıl bir kederle bakardım arkalarından anlatamam. Her birisine bir hikâye uydurmuştum. Nedense hepsinin hikayesi bir mutluluk hikayesiydi. Onların da en az benim derdime benzer dertleri olduğunu, kimisinin geçim sıkıntısı, kimisinin ayrılık acısını, kimisinin hasret, kimisinin çoluk çocuk derdine düştüğünü düşünmez, o hüzünlü akşamüzeri hepsini bir sobanın yandığı sıcacık, kutu gibi, ışık dolu evlerine gönderirdim. Bir tek dertli, bir tek kederli, bir tek hüzünlü, bir tek yalnız olan bendim. Onlar “özgür”, bense bu dört duvar arasındaki gri binada çaresiz bir “mahkum”dum. Onlar evlerine gittiklerinde canları ne isterse onu yiyeceklerdi, bense ekşimiş bulgur pilavını, nefret ettiğim pırasayı yemek zorunda kalacaktım. Onlar istedikleri saatte uyuyacak, bense saat dokuzda ışıkları sönmüş olan yatakhanede, kirli battaniyenin altında soğuktan tir tir titreyerek sabahı bekleyecektim.

        Dalaman’da, açık cezaevi kurumunun işlettiği lokantada hissettiğim duygunun adı tam da buna benzer bir şeydi işte. Buna benzer hissiyatın yanına bir de “mahkûm” denilen kişilerin işledikleri suçlar gelir aklımıza o masalara oturduğumuzda. Feci suçlar işlemiş birisi koyacak birazdan yemeği önümüze. Bir anda kendimizi onlardan “ayrıcalıklı” bir yere konumlandırırız. Biz masumuz, onlarsa suçlu... Kim bilir hangisi hangi suçu işlemiştir? Aklımıza gelen soruların hiç birisini, o sırada önümüze lahmacunu, kuşbaşı eti, ızgara tavuğu koyan adama sormaya cesaret edemeyiz. Sanki onlara aklımızda geçen soruları sorsak bütün büyü bir anda bozulacak. O anda eşitleneceğiz. Veya tersi, o mahkûmdur, ona bir zamanlar işlediği suçu hatırlattığımızda anında suçu ilk işlediği ana dönüp masadaki çatalı veya bıçağı bir yerimize saplayacak! Belki bu durum çok az gelir aklımıza ama “acıma” hissi aklımızdan hiç çıkmaz. Kim bilir niçin buradadır? Kaç günü kalmıştır acaba? Acaba işlediği suçu sorsam bana hikayesini anlatır mı? Anlatsa o hikâye neyime yarayacak ki?

        Daha önceleri bu lokantaya geldiğimde, bu kafede bir şeyler içtiğimde, bu markette alışveriş yaptığımda bu sorular aklıma geldi ama bana hizmet eden o mahkumların hiç birisine aklımdan geçen soruları sormaya cesaret edemedim. Belki de bu tür sorular sormayı haksızlık saydığımdandır. Belki tersleneceğim korkusundan, belki de ona işlediği suçu hatırlatarak onu çektiği azapla tekrar baş başa bırakmaya sebep olmaktan çekindiğimdendir. Hem biliyordum; hapishanelerdeki bütün mahkumlar masumdur, hiç kimse işlediği suçu kabul etmez, hepsine kocaman bir haksızlık yapılmıştır zaten!

        Yine de burada, hiçbir mekânda, hiçbir lokantada, hiçbir tesiste hissetmediğimiz bir “güven” duygusu kaplar içimizi, kafamızda binlerce soruyla bir yandan da güvenli bir yerde bulunmanın huzuruyla yeriz yemeğimizi.

        *

        Oturduğumuz masada, başımızın üzerinde sipariş alan mahkûm garsonun “profesyonel tavrı” ve “nezaketi” çekti dikkatimi her şeyden önce. Lahmacun sipariş ettik, “Acılı olsun” dedik. Tam bu sırada lahmacunu yapacak olan usta geldi aklıma, sahiden usta Urfalı olabilir miydi? Neden olmasın, mahkûm kalabalığı arasında mutlaka suç işlemiş Urfalı lahmacun ustaları da vardır dedim kendi kendime. Askere gittiğimde usta birliğinde bizi toplamış, mesleklerimizi sormuşlardı. Benden önceki arkadaşım “yazıcı” olmak istiyordu, gururla “gazeteciyim” demişti, “tamam foto, sen gazino fotoğrafçılığına” demişlerdi ona, ona bu görevi veren zabitin gözünde “gazeteci yazı yazandan çok fotoğraf çeken adam”demekti.

        Mahkumlarınki de o hesap olmalı; evraklarına bakmışlar, doğum yeri “Şanlıurfa” o halde lahmacun fırınına marş marş demişler!

        *

        Siparişleri alan bu barut esmeri delikanlı sahiden de nereliydi? Yahu, karşılaştığımız ilk kişinin nereli olduğu neden bizi bu kadar ilgilendiriyor dersiniz? Bizim aklımıza ilk olarak neden “yer” gelir de “meslek” gelmez mesela? Bir insanın doğduğu yer neden “mesleğinden” daha mühimdir bizim için? Mesela birisinin mesleğini öğrendiğimizde mi daha çok muhabbete kapıyı açmış oluruz, yoksa nerde doğmuş olduğunu öğrendiğimizde mi? Sanırım sorduğumuz ilk soru olan “nerelisin” sorusuna bağlı olarak alacağımız cevap, bizim karşımızdaki kişiyle ayarlayacağımız “mesafenin” ölçüsünü de belirler de bu yüzden bu soruyu sorarız. Karşımızdaki kişinin söylediği şehir de tatmin etmez bizi çoğu zaman, o ilin hangi ilçesinden olduğunu, eğer orayı çok iyi biliyorsak köyüne kadar sorgularız adamı. Bazen bu sorular bizi ahbaplığa kadar götürür. Ha bu arada şunu da yazalım buraya. Nereden aklımda kalmış hatırlamıyorum, 2008’de Paris’te kurulmuş olan “Trabzonlular Derneği”nin logosu, horon tepen Eyfel Kulesi’dir mesela. İnsan nereye giderse gitsin, beraberinde “toprağını” da götürmek ister. Toprak dedim de… Askerde, mahşeri kalabalığın içinde, daha ilk saatten itibaren birbirimizi ite kaka kendi şehrimizden birisini ararız; bulduğumuzda da ona anamıza babamıza sarılır gibi sarılır, “toprağım” der, anında can ciğer kuzu sarması oluruz.

        Toprak ki en kutsal olandır bizde, o yüzden adını veririz ona. Gerektiğinde bir avuç toprak için birbirimizi öldürür, hemşerim, “toprağım” demez, toprağımıza gelen suyun sırasını bizden alan “toprağımızın” kafasını elimizdeki kürekle yarar, kısa yoldan toprağa da göndeririz.

        Sahiden mahkûm garson da böyle bir cinayet işlemiş olabilir mi?

        *

        Siparişlerimiz alan mahkûma “nerelisin?” demeden önce yaşını sordum nedense. “Kırk iki yaşındayım” dedi, “Hiç göstermiyorsunuz” dedim sohbeti başlatmak için, “On üç yıldan beri kendimi muhafaza etmeye çalışıyorum” dedi. O sırada dikkatimi çekti, orada çalışan mahkumların tümü gençti, hepsinin saçları simsiyahtı, içlerinde saçlarına kırlıklar düşmüş hemen hemen hiç kimse yoktu. “İnsan genç yaşta mı daha çok suç işliyor yoksa?” sorusu düştü aklıma.

        “Açız, siparişler çabuk gelir mi?” diye sordum. Olağanüstü kibar tavırlar sergileyen mahkûm garson, “gelir” dedi, ardından belli ki muhabbeti sürdürmek için hiç beklemediğim bir anda, “İnsanın hapishanede çektiği en büyük açlık, sevgi açlığıdır” dedi. Şaşırdım kaldım, ama bu Dostoyevski’nin sözü değil miydi? “Dostoyevski” dedim. “O da kim?” dedi. “Dünyanın en meşhur mahkûmu” demedim. “İşte o mahkûm bir kitabında senin söylediğin şeye benzer bir şey söylüyor” da demedim, en iyisi buraya yazmak Dostoyevski’nin söylediklerini.

        *

        “Ölüler Evinden Anılar” kitabında geçiyor “sevgi açlığı” deyimi. Büyük bir toprak sahibinin oğlu Aleksandr Petroviç Goryançikov, kıskançlık sebebiyle karısını öldürür, 10 yıl süreyle Sibirya’da kürek cezasına çarptırılır. Aslında anlattığı kendi hikayesidir Dostoyevski’nin. Goryançikov’un yattığı hapishanede -ki o da Dalaman’daki gibi açık hapishanedir- bir de köpek var. Köpek mahkumların oyuncağı, önüne gelen bir tekme savuruyor zavallı hayvana. Romanın anlatıcısı durumu gözlemler. Köpek hiçbir mahkûmdan kaçmıyor, tam tersine hangi mahkûma yaklaşsa sırnaşarak anında tekmelenme pozisyonunu alıyor. Anlatıcı günün birinde usulca köpeğe yaklaşır, başını okşamaya başlar şefkatle. Köpek şaşkın şaşkın ona bakar ve kaçar ondan, kaçarken de acı acı havlar. O günden itibaren köpek her anlatıcıyı gördüğünde ondan fellik fellik kaçar. Dostoyevski’ye göre, ruhu köleleştirilmiş olan o köpek bir “sevgi açı”dır. Aynı durum insanlar için de geçerlidir. Hayatları boyunca haksızlığa uğramış “sevgi açları” iyi bir davranışla karşılaştıklarında apışıp kalırlar. Bazen kötü davrandığımız insanlar bize tapar, bazense iyi davrandıklarımız nefret eder bizden. Böyle insanlar devamlı onları aşağılamanızı beklerler bizden. Bizi büyük görürler. İyi davrandığımızda ise onların gözündeki değerimiz birdenbire sıfıra düşer.

        *

        Madem ben sormadan o anlatıyor, “Ne kadar süren kaldı?” diye sordum mahkûm garsona, “Yirmi ay daha buradayım” dedi. On üç yıl artı yirmi ay… Bu kadar süreyi yatacak nasıl bir suç işlemiş olabilir sahiden? Aniden sözü karısı ve çocuklarına getirdi. “Yokluğumu yaşatmamış kızlarıma eşim, ikisini de büyütüp okutuyor, büyüğü üniversitede” dedi. “Hiç ziyaretime gelmeyin dedim onlara, karşılarına yepyeni bir insan olarak çıkmak istiyorum, şaşırtmak istiyorum onları” dedi. Sonra biraz durdu, etrafına baktı, “müşterilerle fazla yüz göz olmayın” demişler mi acaba hiçbir yerde görünmeyen gardiyanlar; hafif bir tedirginlik hissettim davranışlarında, usulca, “Zamanla yalnızlığı sevmeye başladım,” dedi sanki sözünü tamamlamamış gibi.

        Yine aynı romandan bir Dostoyevski deyimi daha. Anlatıcı uzun bir pasajda durumunu şöyle izah ediyordu o romanda:

        “Hatırlıyorum da bütün bu zaman boyunca, yüzlerce arkadaşım olsa da yalnızlığın en korkuncunu yaşadım ve sonunda o yalnızlığı da sever hale geldim. Ruhsal yalnızlığımla, bütün geçmişimi gözden geçirdim, en ince ayrıntısına kadar her şeyi zihnimde evirip çevirip, geçmişimi tarttım, kendimi katı amansız bir yargılamaya tabi tuttum ve hatta bazen beni böyle yalnızlaştırdığı için kaderime şükrettim.”

        *

        Yanımızda oğlumuz vardı. Boyu neredeyse benim boyumu geçecek keratanın. Onu göstererek, “Siz içeri düştüğünüz sene doğmuş oğlum, şimdi on üç yaşında,” dedim. İçerde geçirdiği yıllar kadar büyümüş çocuğa baktı. Onda içerde geçirdiği zamanın cisimleşmiş halini mi gördü bilmiyorum, “O kadar çok şeyi sorguladım ki bu süre zarfında” dedi. O konuşurken Dostoyevski’nin sesi karıştı sohbetimize:

        “Çünkü aksi taktirde ne böyle kendimi sorgulayabilecek ne de geçmiş yaşamımı böylesine titiz gözden geçirebilecektim. Ne umutlar beslemedi ki yüreğim o günlerde. Bundan sonra hayatımda, önceki yanılgılarıma düşmeyeceğimi düşündüm, kararlar aldım, yeminler ettim. Gelecek için kendime bir plan çizdim ve buna uyacağıma ant içtim. Bir kez daha içimde, bu plana uyacağıma, uyabileceğime dair körü körüne bir inanç filizlendi... Sabırsızca özgürlüğümü bekledim, çabuk gelmesi için ona seslendim, yeni bir mücadelede kendimi denemek istedim. Bazen sabırsızlık içinde kıvranıyordum. Ama bütün bunları yazmamın nedeni, her kim olursa olsun, hayatının baharında cezaevine gönderilen birinin beni anlayacağına inanmamdandır. Çünkü aynı şeyler mutlaka ona da olmuştur.”

        “Buradaki bütün mahkumlar neden genç?” diye sordum. “Gençlik beladır” dedi. “Yirmili yaşlarda düştüm içeri” dedi sonra, “şimdi kırk iki yaşındayım, çıktığımda 45 yaşında falan olacağım.”

        Tekrar Dostoyevski girdi devreye. Sanki mahkûm garsona sorduğum soruları o cevaplamak istiyordu:

        “Kim bilir ne gençlikler boşu boşuna bu duvarların arkasına gömülmüştü; ne kadar çok güç kuvvet burada bir hiç uğruna yok olup gitmişti! Gerçeği görmek gerekir: Bu adamların hepsi dikkate değer tiplerdi. Belki de halkımızın en yeteneklileri, en güçlüleriydiler. Ama bu kudretli yetenekler boşu boşuna yok olmuştu, geri dönüşü olmayan, anormal bir şekilde, haksız yere yok olmuştu. Peki, bunun suçlusu kim? İşte sorun buydu: Suçlu kim?”

        Biz suçlu aramıyorduk büyük yazar gibi o sırada. İnsanın ait olmadığı bir yerde yaşamasından daha feci, daha korkunç bir şey olamazdı Dostoyevski’ye göre. “Çok feci insanlarla geçti bu on yıl” dedi, “ama ben onlardan biri olmak istemedim.”

        Yine Dostoyevski’nin kahramanı konuşmaya başladı kulağımın dibinde:

        “Zulüm bir alışkanlıktır; insanda bu alışkanlığın kökleşmesi, sonunda hastalığa dönüşmesi mümkündür. Sarsılmaz inancıma göre, en iyi bir insan bile alışkanlıkla, sanki bir hayvanmış gibi kabalaşıp o derece aptallaşabilir. Kanla kudretle mest olur; hoyratlığı, ahlaksızlığı, içindeki kötülüğü büsbütün geliştirir; aklı, duyguları kesinlikle doğal olmayan hareketleri yadırgamaz ve sonunda bundan zevk almaya başlar. Bir zalimde hem insanlık hem de vatandaşlık tamamıyla yok olmuştur; yeniden onurlu bir insan olması, pişmanlık duyup eski hayatına dönmesi hemen hemen imkânsızdır artık. İşin asıl kötü yanı, böyle bir başına buyrukluk kolayca topluluğa sirayet edebilir; kudret, son derece ayartıcı bir şeydir. Toplum da böyle bir etkiye kayıtsız kalırsa, bu alışkanlığın toplulukta kökleşmesi işten bile değildir.”

        Bu arada istediğimiz lahmacunlar geldi. Yılların garsonu gibi büyük bir ustalıkla teker teker tabaklarımıza koyarken onları, söylediği şeyleri anlamak isteyen birisini bulmanın verdiği cesaretle konuşmaya devam etti. Ben daha çok işlediği suçu merak etmeye başladım ama bir türlü soramadım cürmünü. Başka bir kitabında Dostoyevski söylemişti, daha doğrusu “yeraltı adamı”nın ağzından çıkmıştı; ona göre insan bir cürüm işlemişse o cürümle ilgili düşüncelerini dile dökerken çok daha serbest hisseder kendini, fazlasıyla cüretkâr olur. Yine de sormadım, ayıp saydım ona suçunu hatırlatmayı galiba.

        *

        Acılı lahmacunlarımızı yedik. Hesabımızı ödedik. Beni o hüzünlü akşamüzerleri yatılı mektepte bırakıp elini kolunu sallaya sallaya sıcacık evlerine giden okul görevlileri gibi, onu orada bırakıp gitmeden önce kibar, belli ki işlediği suçtan pişman, ıslah olmuş mahkûma son bir defa bir şey daha sordum.

        “Âzem de burada bitirip çıkmıştı cezasını. Geçen kış çıktı buradan onunla tanışıyor muydun?”

        “Hangi Azem?” diye sordu.

        “A’nın üstünde şapkası olan Âzem,” dedim hafifçe gülümseyerek.

        “A’nın şapkası mı?” dedi şaşırarak.

        “Neyse, boş ver” dedim, tokalaşıp ayrıldık.