Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Üç değil, dört defa geldiler!

        Bir süre önce Arnavutluk Başbakanı, ülkelerinde etkili, saygın ve özel bir yeri olan Bektaşiliği, tıpkı Vatikan gibi bir çeşit devlet statüsüne yükseltmeyi düşündüğünü söylemesiyle bizim matbuatımızda başlayan yaygara üzerine 10Haber’de İsmet Berkan’ın yazdığı “Bektaşi Devleti kurulması çok eğlenceli olmaz mı?” başlıklı yazısında dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’le çıktıkları Arnavutluk seyahati sırasında, orada gördükleri fakirliği, her şeyin elli sene öncesinden kalmış olmasını, bakımsızlığı, ülkedeki sosyalizmin mimarı Enver Hoca’nın inşa ettiği saçma sapan koruganları görünce, heyette yer alan, 1970’li yıllarda Arnavutluk yanlısı “Halkın Kurtuluşu” örgütüne yakın olduğunu gizlemeyen bir gazetecinin “Vay be, bütün gençliğim buna özenerek mi geçti benim?” demesini okuyunca; Bektaşilik, sol örgütler, Arnavutluk, dergiler, bizim memleketimize de tıpkı Enver Hoca’nınkine benzer bir sosyalizmi getirme mücadelesini veren gençlere dair bir romanda okuduklarım üşüştü beynime.

        Evet bütün bunları bir romanın bir bölümünde okumuş, çok eğlenmiş, büyük bir keşif heyecanıyla daha sonra da o bölümü aynı hissiyatla birkaç kez daha okumuş, her okuyuşumda, edebiyatın o bal şerbet tadını hissetmiştim tatsız tuzsuz dimağımda. Harikulade bir bölümdür, o kitabın kendisi gibi şaşırtıcıdır. Evet, sözünü ettiğim bölüm Orhan Pamuk’un muazzam eseri “Kara Kitap”ın Yedinci Bölümü olan “Kafdağı’nın Harfleri” başlıklı bölümdür. O kitapta her bölümün bir epigrafı vardır; bu bölümde de yazar Lewis Carroll’un “Bir ismin bir anlamı mı olmalı?” sözünü epigraf yapmış metnine.

        *

        Genç bir avukat olan Galip, bir akşam işten eve dönünce, çocukluk aşkı, arkadaşı, amcasının kızı, sevgilisi ve karısı Rüya’nın, on dokuz kelimelik bir terk mektubu bırakarak ortalıktan kaybolduğunu anlar. Galip, bu bölümde de karısını ve onunla birlikte kaybolan, her gün hayranlıkla köşe yazılarını okuduğu, yakın akrabası gazeteci Celal Salik’i aramaya devam eder. Karlı bir kış sabahıdır. Önce bankaya uğrar, kaybolan karısının hesabından para çekip çekmediğine bakar, oradan çıktıktan sonra şimdi AVM olan Şişli Terakki Lisesi’nin önünden, dallarından buzlar sarkan “hayaletimsi kestane ağaçlarının altından yürüyerek” bir süre önce kapanan ve artık bir mücevherci dükkânı olarak ahaliye hizmet verecek olan Alâaddin’in dükkânına girer. Amacı, bir ipucu bulma umuduyla Rüya’nın eski kocasının “bir zamanlar yazdığı, taraftarı ya da düşmanı olduğu sol siyasi dergilerden” bulabildiklerini almaktır. İçerde Alâaddin’e dergilerin isimlerini bir bir sayınca Alâaddin’in yüzünde “çocuksu, korkulu, kuşkulu” bir ifade belirir, “Bu dergileri sadece üniversite öğrencileri okur, sen ne yapacaksın?” diye sorunca Galip, “Ben bilmecelerini çözeceğim” cevabını verir. “Bulmaca” demiyor Galip, o dergilerde “bulmaca” olmazdı, kendileri birer bilmeceydi zaten, o “bilmeceyi” çözmektir amacı.

        *

        Alâaddin’in verdiği dergileri, tıpkı “çıplak kadın dergisini alan bir ihtiyar gibi” hepsini gazete kağıdına sardırır, Eminönü otobüsüne biner. Yazıhanesine gider, dergileri paketinden çıkarır, okumaya başlar. Kayıp karısı Rüya’nın eski kocası solcu örgütlerle ilişkisi olduğundan, o dünyayı biraz daha tanımak, “sol küçük fraksiyonların” o “masalımsı, siyah beyaz dünyasından biraz daha haberli olmak istediğinden”, “bütün politik dergileri biriktiren” eski bir arkadaşı olan Saim’i aramak gelir aklına. (Böyle koleksiyonerler vardır, misal benim İsveç’te yaşayan arkadaşım Murad Ciwan, hayatı boyunca 1970’li yıllarda sol örgütlerin dağıttıkları bildirileri toplayan, tek bir bildiri için çok uzun yolculuklara çıkan, büyük masrafa katlanan bir arkadaşından bahsetmişti bana bir gün.) Galip, Saim’e telefon eder, başı dertte bir müvekkili için arşivinde çalışmak istediğini söyler, Saim de “hay hay, akşam buyur gel” der memnuniyetle. Saim’in evinde “alaycı üniversite arkadaşlarının devrimimizin arşivi” dedikleri muazzam bir “kütüphane-arşivi” var. Saim bu kütüphaneyi, siyasi fraksiyonlar arasında kaldığı “kararsızlık” sonucu kurmuştur. Mektepte okurken Saim, sol fraksiyonların dağıttığı bütün bildirileri, broşürleri okumuş, dergilerinde yazılan yazıları hatmetmiş ancak bir türlü hangi fraksiyona gireceğine karar verememiş. Zamanla evinde dergiler, bildiriler, broşürler bir yığın halini alınca da işte o zaman bunu bir arşive dönüştürmeye karar vermiş.

        Evde yemek yerler, televizyon seyrederler, sohbet ederler nihayet Galip neden arşivde çalışmak için geldiğini açıklar Saim ile karısına. Oldukça ilgi çekici bir hikayedir uydurduğu hikâye. İşlemediği bir cinayetten yargılanan üniversite öğrencisi müvekkilinin savunacak mahkemede. Aralarında müvekkilinin de bulunduğu bir sol fraksiyona mensup üç genç, beceriksiz bir banka soygunu girişiminden sonra kendilerini bekleyen çalıntı arabaya doğru koşarlarken gençlerden biri yoldan geçen yaşlı bir kadına çarpar, kadın yere düşer, düşmenin şiddetiyle kafası kaldırıma çarparak ölür. Olay sırasında içlerindeki “iyi aile çocuğu” olan müvekkili genç, silahıyla yakalanır, onca işkenceye rağmen arkadaşlarını adını vermez, üstelik sorumlusu olmadığı yaşlı kadının ölümünü de üstlenir. Yaşlı kadına çarparak ölümüne sebep olan Mehmet Yılmaz adındaki genç ise, birkaç gün sonra Ümraniye’nin karanlık arka sokaklarında duvarla birtakım “şifreli yazılar” yazarken, kimliği belirsiz kişilerin açtığı ateş sonucu öldürülür. Bu durumda müvekkilinin gerçek suçluyu açıklaması beklenir ancak polis ölen Mehmet Yılmaz’ın gerçek Mehmet Yılmaz olduğuna inanmaz, çünkü Mehmet Yılmaz’ın örgütü, Mehmet Yılmaz’ın ölmediğini, “aralarında yaşadığını”, hatta dergilerinde yazılarını yazmaya devam ettiğini yayınladıkları bir bildiriyle “halkımıza” duyurur. Şimdi, o “iyi aile çocuğunun” davasına bakan Galip;

        1-) Mehmet Yılmaz’ın eski Mehmet Yılmaz olmadığını kanıtlamak için dergide çıkan makalelerine bakmak…

        2-) Ölen Mehmet Yılmaz’ın yerine onun imzasıyla kimin yazı yazdığını, dergide çıkan takma adlara bakarak öğrenmek…

        3-) Bu tuhaf duruma, kaybolmuş karısı Rüya’nın eski kocasının da mensup olduğu örgüt sebebiyet verdiğinden, bu siyasi fraksiyonun son altı aylık tarihine bir göz atmak…

        4-) Ölülerin yerine yazı yazan hayalet yazarların, müstear adların ve kayıp kişilerin esrarına iyice girmek istemektedir.

        *

        Bu heyecanlı araştırmaya Saim de hemen ortak olur, başlarlar çalışmaya. İlk iki saatte yalnızca makale yazarlarının adlarına ve takma adlarına bakarlar. Daha sonra araştırmalarını itirafçıların, ölülerin, dergi çalışanlarının takma adlarıyla genişletirler. Kısa bir süre içinde çok tuhaf bir dünyanın içine dalarlar. O dünya, ölüm ilanları, tehditler, itiraflar, bombalar, dizgi yanlışları, şiirler ve sloganlarla kurulmuş ve “daha yaşanırken unutulmaya başlanmış yarı gizli” sihirli bir dünyadır.

        “Takma ad olduğunu gizlemeyen takma adlar” bulurlar; “bu takma adlardan üretilmiş başka adlar, bu başka adların bölünmesinden üretilmiş başka adlarla” karşılaşırlar. (Yine İsveç’e kaçmış bir arkadaşımı hatırladım burada. Adamın adı kaçmadan önce diyelim Cevdet Baş’tı, örgütü ona sığır çobanı anlamına gelen “Gavan” kod adını uygun görmüştü, o bu kod adı hiç sevmiyordu, örgütten ayrıldıktan sonra bir yığın kitap yazdı, şimdi kitaplarının kapaklarında diyelim “coşkulu nehir” anlamına gelen “Çemê Herikî” adı var. Peki sahiden bu adamın gerçek adı nedir, sanırım kendisi de bilmiyor.) Akrostişleri, harf oyunlarını, bir yığın saydam şifreyi çözerler. Gece yarısına kadar; “sigara dumanı kokan üniversite kantinlerinde, yağmurlu grev çadırlarında ve ücra tren istasyonlarında dağıtılmış ve hepsi aynı soluk baskılı teksir makinesiyle çoğaltılmış, dizgi ve imla hatalarıyla dolu bildiri” koleksiyonun arasında çalışırlar.

        *

        Nihayet dört yıl öncesinin bir dergisinde Mehmet Yılmaz adına rastladıklarında, ikisi de bunun bir rastlantı olmadığına karar verip daha bir coşkuyla çalışmaya devam ederler. İki saat süren insanüstü bir çabayla o dergi yığının sayfaları arasında Mehmet Yılmaz’ın önce Ahmet Yılmaz’a evrildiğini keşfederler. Kapağında bir kuyu, tavuklar ve köylüler olan bir dergide Ahmet Yılmaz, Mete Çakmaz olmuş, sonra da Metin Çakmaz ve Ferit Çakmaz’ın da aynı kişi olduğunu hayretle keşfederler. Ama bu kişi artık “teorik” yazılar yazmaktan vazgeçmiş, “düğün salonlarında, saz ve sigara dumanı eşliğinde” söylenen türkülerin güftekârı olmuş, burada da durmamış, bir ara yazılarında artık kendisi hariç herkesi polis olmakla suçlayan birisi olmuş, burada da soluklanmayıp İngiliz akademisyenlerin sapıklıklarını ifşa eden “hırslı ve asabi matematiksel bir iktisatçıya” dönüşmüştü. Ama bu konumu da belli ki onu tatmin etmemişti.

        Saim içerden getirdiği başka bir dergi koleksiyonunu serer Galip’in önüne. Bu dergilerin üç yıl iki ay önceki bir sayısında aynı imza bu kez Ali Harikaülke olmuştur. Bu sefer yazılarında, “gelecek güzel günlerde” kral ve kraliçelere yer olmayacağından satranç kurallarının da değişeceğinden, “Ali isimli çocukların iyi beslendikleri için boy pos atacaklarından ve mutluluğun neşesiyle duvarlara Türk usulü bağdaş kurup oturan ve yüzlerinde adları yazılan yumurtaların bilmecelerini çözeceğinden” dem vurmaktadır. Bir sonraki sayıda, bu yazının asıl müellifinin Ali Harikaülke olmadığını, yazıyı yazanın Arnavut bir matematik profesörü olduğunu, Ali Harikaülke’nin yazının sadece çevirmeni olduğunu anlarlar.

        Arnavutluk bahsine gelince Saim yerinden kalkar, tekrar içeri geçer, tepeleme dergi dolu iki "Sana" kutusuyla geri döner. “Bunlar Arnavutluk’la ilişkisi olan bir fraksiyonun dergileridir. Yıllarımı vererek çözdüğüm tuhaf bir esrarı aradığın şeyle ilgili gördüğüm için sana anlatacağım,” der Galip’e ve tekrar çay demleyerek, başvuracağı dergi ve kitapları elinin altında bulundurarak başlar “çözdüğü tuhaf esrarın” hikâyesini anlatmaya.

        *

        Altı sene önce Saim, Arnavutluk Emek Partisi ve onun önderi Enver Hoca’nın yolundan gidenlerin çıkardığı, birbirinin amansız düşmanı üç dergiden biri olan “Halkın Emeği”nin en son sayısını karıştırırken bir fotoğraf ve yazı çarpar gözüne. Yazıda örgüte son katılanlarla ilgili yapılan bir törenden bahsediliyordu. Saim’in dikkatini çeken şey, “ayakta kalmak için büyüdüklerini duyurmak zorunda kalan bütün küçük sol örgütlerin dergilerin her sayılarında bu tür yazılara yer veriyor olmaları” değildi, onun dikkatini çeken asıl şey, Enver Hoca ve Mao posterlerinin altında kutsal bir iş yapıyorlarmış gibi tutkuyla sigara içenleri gösteren siyah beyaz fotoğrafın altında salondaki “on iki” sütuna dikkat çekilmesi oldu önce. Daha tuhafı, yazıda da belirtildiği gibi örgüte katılanların hepsinin adlarının Hasan, Hüseyin, Ali gibi Alevi adlarından ve daha önce keşfedeceği gibi Bektaşi babalarının adlarından seçilmiş olmasıydı. Eğer Saim, bir zamanlar Arnavutluk’ta Bektaşiliğin ne kadar güçlü olduğunu bilmeseydi, belki de bu “inanılmaz esrarı” ruhu bile duymayacaktı. Bu olayın üzerine gider Saim, dört yıl boyunca hiç durmadan Bektaşilik, Yeniçeri Ordusu, Hurufilik ve Arnavutluk komünizmi üzerine araştırmalar yapar, kitaplar okur ve işin sonunda kendi deyimiyle “yüz elli yıllık bir tarihi kumpası” çözer.

        Saim buradan başlayarak Bektaşiliğin, Hacı Bektaş-ı Veli’den başlayan yedi yüz yıllık tarihini Galip’e anlatır. Tarikatın Alevi, tasavvufi ve Şamanistik kaynaklarından, Osmanlı devletiyle ilişkisinden ve merkezini oluşturan Yeniçeri Ordusu’nun darbe ve isyan geleneğinden söz eder. Her Yeniçeri askerinin bir Bektaşi olduğu düşünülürse, tarikatın hep gizli tutulan esrarının İstanbul tarihine damgasını nasıl vurduğu anlaşılır hemen. Bektaşiler, İstanbul’dan ilk defa Yeniçeriler yüzünden kovulmuştu. Sultan İkinci Mahmut’un orduda yaptığı askeri yenilikleri beğenmeyen Yeniçeriler kışlalarından çıkmış, isyana kalkışmış, bunun üzerine Sultan 1826’da kışlalarını topa tutmuş, Yeniçerilerin ruhsal birliğini sağlayan tekkeler kapatılmış, bütün Bektaşi babalarını da İstanbul’dan uzak diyarlara sürmüştü.

        Bunun üzerine Bektaşiler yeraltına iner, yirmi sene sonra da bu kez Nakşibendi kılığında, o tarikatın kisvesiyle tekrar İstanbul’a dönüp orduya girerler. Atatürk Cumhuriyeti kurup bütün tekke ve zaviyeleri kapatıncaya kadar Bektaşiler tam seksen sene boyunca Nakşibendi kılığında orduda varlıklarını sürdürür, dış dünyaya kendilerini Nakşi olarak gösterirken, kendi aralarında “sırlarını daha derine gömerek” Bektaşi olarak yaşamaya devam ederler.

        “Bektaşilerin üçüncü gelişleri ise Cumhuriyet’in kurulmasından elli sene sonrasına rastlar” der Saim, Galip’e, “Bu sefer Nakşibendilik tarikatıyla değil, Marksizm Leninizm kisvesiyle…” diye devam eder. Tezini desteklemek için de masanın üzerine yığdığı bir sürü yazıyı, fotoğraf ve gravürleri, bir yığın belgeyi gösterir. Ona göre tarikatta da siyasi örgütte de yapılan, yazılan, yaşanan her şey birbirinin tıpatıp aynıydı: “Kabul törenlerinin bütün ayrıntıları; kabulden önceki çile ve nefse eziyet dönemleri; bu dönemde genç heveslilerin çektiği acılar; tarikatın ya da örgütün geçmişte kalmış şehit, aziz ve ölülerine gösterilen saygı ve bunun ifade yolları; yol kesilmesine verilen kutsal anlam; kelimeleri ve sözleri ne olursa birlik ve beraberlik ruhu içinde tekrar; zikir; aynı yolu paylaşan ariflerin birbirlerini bıyıklarından, sakallarından, hatta bakışlarından tanımaları; ayinlerde çalınan sazlar ve söylenen şiirlerin vezin ve kafiyeleri” hemen hemen hepsi her şey aynıydı. Örgüt dergileri, Bektaşilerin Hurufilerden devraldığı harf ve kelime oyunlarının aynısını tekrarlıyorlardı.

        Bütün bunları anlattıktan sonra Saim nihayet zurnanın zırt dediği yere gelir.

        Ona göre, bu siyasi örgütlerde faaliyet gösteren gençler, Bektaşi olduklarını bilmiyor, onlar kendilerini Marksist-Leninist-Maoist-Enver Hocacı falan sanıyorlardı. Bu işi orta kademe parti yöneticileriyle Arnavutluk’taki bazı Bektaşi şeyhleri arasında yapılmış “gizli bir anlaşmayla” düzenlediğinden üç beş kişi hariç, hepsi habersizdi. “Örgüte katılarak günlük alışkanlıklarını, hayatlarını tepeden tırnağa değiştiren bütün o iyi niyetli fedakâr gençlerin, törenler, ayinler, birlikte yenen yemekler, yürüyüşler sırasında çekilen fotoğraflarının Arnavutluk’taki bazı Bektaşi babaları tarafından tarikatlarının bir uzantısı olarak değerlendirdiklerinden” zerre kadar haberdar değildiler. Saim, önceleri bunun büyük bir sır, korkunç bir kumpas olduğunu düşünür saflıkla. Bütün bunları bir yazıya dökmeyi geçirir aklından ama hemen vazgeçer. Çünkü “yaşadığımız hayatın bir başkasının düşü olduğunu kanıtlamanın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini” biliyordu.

        Sabaha doğru Galip, “oturduğu divanın üzerinde uyuklarken, Saim, büyük bir ihtimalle, Arnavutluk’ta, yüzyıl başından kalma beyaz bir kolonyal otelin rüyaları hatırlatan boş salonunda, bazı parti ileri gelenleriyle buluşan yaşlı Bektaşi şeyhlerinin kendilerine gösterilen solcu Türk gençlerinin fotoğraflarına gözyaşlarıyla bakarken, törenlerde tarikat sırlarının değil, coşkulu Marksist Leninist çözümlemelerden söz edildiğini de bilmediklerini” söyler Galip’e.

        *

        Orhan Pamuk, hikayesini ve kitabının bu bölümünü şu sözlerle bitirir:

        “Yüzyıllardır aradıkları altını hiçbir zaman bulamayacaklarını bilmemeleri de simyacıların mutsuzluğu değil, varlık nedeniydi çünkü. Modern illizyonist, istediği kadar seyircisine yaptığı işin bir hilesi olduğunu söylesin, onu heyecanla izleyen seyirci, bir an olsun, bir hileyle değil, bir büyüyle karşılaştığını sanabildiği için mutlu oluyordu. Birçok genç, hayatlarının bir döneminde işittikleri bir sözün, bir hikâyenin, birlikte okudukları bir kitabın etkisiyle âşık oluyorlar, aynı heyecanla sevgilileriyle evleniyorlar ve hayatlarının geri kalanını da aşklarının arkasında yatan bu yanılsamayı hiçbir zaman anlamadan, mutlulukla yaşıyorlardı. Karısı sabah kahvaltısı için masanı üzerindeki dergileri toplar, sofrayı kurarken, Saim, kapının altından atılmış günlük gazetelerini okurken, yazıların, bütün yazıların hayattan değil, sırf yazı oldukları için, en sonunda, birer düşten söz açtıklarını bilmenin de hiçbir şey değiştirmeyeceğini söyledi.”(Orhan Pamuk, “Kara Kitap 25 Yaşında”, YKY, s. 76-90)

        *

        Hikaye burada bitiyor. Fakat bana sorarsanız Orhan Pamuk’un hikayesinde olduğu gibi üç değil, dört defa geldiler. Dördüncü gelişleri, 12 Eylül 1980 darbesinden sonraya rastlar. Bu kez, tuhaf dergilerinde tuhaf takma adlarla yazı yazan Marksist-Leninist-Enver Hocacı gençler olarak değil; önce Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde, sonra da benim doğduğum coğrafyanın dağlarında tıpkı tarikatta olduğu gibi “örgüte giriş törenleri, kabulden sonraki uygulama, kabulden önceki araştırma ve yoklama dönemleri; bu dönemde genç sempatizanların çektiği acılar; örgütün geçmişte kalmış şehit kadrolarına gösterilen saygı ve bunun ifade yolları; örgüt yöneticilerinin büyük bir çoğunluğunun tarikat inancından gelmeleri, mücadeleye verilen kutsal anlam; kelimeleri ve sözleri ne olursa birlik ve beraberlik ruhu içinde tekrar; davadan dönenin sonunu bekleyen ölüm; eğitim çalışmaları; aynı yolu yürüyen yoldaşların birbirlerini bıyıklarından, hatta bakışlarından tanımaları; sadece kendilerine özgü dilleri, dayanışma toplantılarında çalınan sazlar ve söylenen deyişlerin vezin ve kafiyeleriyle” ve ellerinde silahlarıyla ortaya çıkmaya başladılar.

        Onların hikayesi, kendini yazdıracak kudretli bir yazar bekliyor şimdi. Hikâyenin adı da hazır, “Kandil Dağı’nın Harfleri”.