"Geyikli Gece"ler bitince!
İkinci Yeni şairleri ya hep bir geyiği kovalarlar ya da bir geyik hep onları kovalar. Geyik musallat olur, ne yapar eder, bir yolunu bulur, ille de şiirlerinden birine sızar. Sezai Karakoç’ta yalnızlık “geyik gözlüdür”; Edip Cansever’de “binlerce geyik ya da binlerce kuşun beraberliğinden” oluşan “aşk”, “en güzel hayvanıdır”; Cemal Süreya’da “bir geyik kendini” çizer “karanlığa sonra kaybolur”; Ülkü Tamer’de “anıları uykulu geyikler çeker”; Ece Ayhan’da meçhul öğrencinin “asker kaputu giyen” anası, gizliden gizliye “bir geyik yavrusunu emzirir.”
*
“Yeşil ve yabani uzak” bir koyakta, üç değil, tek bir ev vardı. “Üç ev görmediğimiz” için, orayı hiçbirimiz köy saymıyorduk! O tek haneli yerde yaşanan bütün geceler “geyikli gece”lerdi. Saf tabiatın içinde, “naylondan” uzak yaşayan ailenin reisi Pîro, hayata hep bir geyiğin gözüyle bakıyordu.
Piro’nun; yan yana dizsen hemen hemen hepsi aynı boyda görünen sayısını şimdi hatırlamadığım bir sürü oğlu vardı. Evlerinin önünden her mevsim aynı coşkuyla hırçın bir ırmak akardı. Koyak o kadar dar, o kadar dardı ki, suyun sesi daracık kanyonu kuşatan düz kayalarda yankılanıp kendi kendine çarparak onlara geldiğinden hepsinin kulakları hep uğultuyla doluydu sanki. Oradan ayrılıp başka yere gittiklerinde hep var güçleriyle bağırarak konuşmalarının sebebi buydu.
Evin reisi Pîro, bir dengbêj’di.
Cuma günleri, yıkanıp paklanıp, temiz kıyafetlerini giyip mavzerini omzuna çapraz asıp oğullarıyla birlikte bir saat yürüme mesafesindeki köy camiine namaza gider, namazdan sonra oğulları köye döner, o mutlaka köylü akrabalarından birisine misafir olur, gece de kalırdı. O gece köydeki herkes Pîro’nun hangi evde olduğunu bilir, bütün köy ahalisi akşam namazı ve yemeğinden sonra o eve doluşurdu.
Pîro gelmiş ve o gece “Nêrîbel”i anlatacak!
“Nêrîbel Destanı” bir tekenin yarattığı bir mucizenin, yabani bir dağ tekesinin destanıydı. Ona benzer çok teke görmüştü yaşadığı yerin yalçın dağlarında. Boynuzları yedi boğum yabani dağ tekeleri. Gündüz çok az güneş görürlerdi Pîro ve çocukları, mehtaplı gecelerde ay ışığından çok az nasiplenirlerdi. Dağlar ne güneşe ne de aya, ışıklarını cömertçe Pîro ve oğullarına sunmalarına izin veriyordu çünkü. Akşam erkenden inip tekmil koyak ani bir karanlığa mahkûm olmadan önce Pîro’nun gözleri hep etrafını saran yalçın dağ doruklarında gezinirdi. O ulaşılması zor tepelere mutlaka dağ keçileri gelir, gölgeler koyulaşınca da vadide, yukarıda batmakta olan güneşin vurduğu ışıkta geyikler siluet halinde görünürlerdi Pîro’nun gözlerine. Arkalarında tek tük meşe ağaçları olurdu. Pîro, gördüğü manzarayı 1955 yılında Turgut Uyar adında bir şairin “Geyikli Gece” şiirinde tasvir ettiğinden bihaberdi:
“Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı”
Galiba Pîro o geyiklerin tümüne aşıktı çünkü oğulları sürüler halinde onları o kayalıklarda defalarca gördükleri halde babaları yasakladığı için onları avlamıyorlardı. Evlerinin yakınına gelsin, onlara tuz, ekmek kırıntılarını versin istiyordu Pîro ama geyik sürüsünün onun bu şefkatinden, iyi niyetinden haberleri yoktu; yabaniydiler, insana yaklaşmıyorlardı, yeryüzünde Turgut Uyar’a benzer şairlerin yaşadığından haberleri yoktu ama şairin soyundan insanın kendilerine düşman olduğundan haberdardılar.
Köyün hemen hemen bütün erkekleri, misafir kaldığı eve doluştuğunda Dengbêj Pîro, Nêrîbel’i anlatmak için hazırdı. Önünde bir tas su, bir tasta ceviz, kuru üzüm, Pîro anlatmaya başlardı. Köylünün derdi koyunu davarı… Çoban uyuya mı kalmış, yılan ısırmış da zehirlenerek mi ölmüş bilinmiyor ama bir şekilde sürüsü sahipsiz kalmış çobanın. Koyun sersem sepelek hayvan, sürü savrula savrula uzaklaşmış, Pîro’nun anlattığına göre ta Amêdiye dolaylarına, oranın dağlarına, Gare’nin en uzak uzantısına kadar gitmiş. O dağlarda kendi geyik sürüsüne rehberlik yapan yaşlı teke -ki anlatıda Nêrîbel (benekli teke demek) diye geçer-, çobansız, rehbersiz (yine ne olur ne olmaz diye sürünün içinde en yaşlı evcil tekenin boynunda bir çan vardır, o rehberlik eder sürüye) teke de görmeyince sürünün önünde; kendi yabani sürüsünü bir yere bırakmış, geçmiş evcil sürünün önüne, yönünü çevirmiş, dağ bayır, dere ırmak aşarak evcil sürüyü kaybolduğu yere geri getirmiş.
Bu nasıl bir iştir? Bir yabani dağ tekesi, yedi boğum boynuzlu bir geyik neden yapmış bu işi? Sürünün sahiplerine acıdığı için olmasa gerek, zira onlar ona ve soyuna düşman, onlara bir iyilik yapması akıl kârı değil. Peki Nêrîbel neden koyun sürüsünü kaybolduğu yere geri getirmiş? İşte buna akıl sır erdirmek mümkün değil. Hikayeyi, yer yer sözle, yer yer şarkı formuyla anlatan Pîro’ya kimse bu soruyu sormaz, destana kulak veren herkes dağ tekesinin davranışına kendi aklına uyan bir cevap bulur, asıl cevabı öğrenirse eğer hikayedeki tılsımın kaybolmasından korkarak o gece evine gider, bir dahaki cumayı, Pîro’nun oğullarını yanına alıp Cuma namazı için köye gelmesini, oğulları evlerine döndükten sonra Pîro’nun kaldığı eve gidip ondan aynı destanı, daha önce yaşadıkları halin aynısı bir halle dinlemelerini, kafalarına takılan soruya cevap bulmadan dağılmalarını beklerlerdi. Bu bir döngüydü ve bu döngü bu köyde kuşaklar boyu dönüp durmuştu.
Sonra, günün birinde iyice ihtiyarlanmış olan Pîro öldü. Babasının geleneğini oğlu Nasır devraldı. Dağ keçilerine bakışı babasından ona miras kaldı. Evlerini kuşatmış olan dağlarda dolaşan yabani dağ keçilerine tıpkı babası gibi aynı hayranlıkla baktı. “Nêrîbel” efsanesini babasından öğrenmişti, o hikâyede bir dağ tekesinin soyuna yaptığı iyiliği unutmadı, bu kez o destanı, kendisi anlatmaya başladı. Nasır iyice yaşlanıp babası Pîro’nun yaşına gelince, artık sesi iyice kısılıp artık Nêrîbel efsanesini anlatamayacak hal alınca; günün birinde, kara bir ferman çıka geldi. Ferman devletinse, dağlar dağ keçilerinindi. Devletin fermanında buyruk kesindi:
“Buraları derhal boşaltın!”
Nasır da o sırada öldü. Onun kardeşleri ve oğulları, o dar koyaktaki evi, tarlalarını, koyunlarını bırakıp şehre geldiler. Yanlarında “Nêrîbel” efsanesini de getirmişlerdi ama dağ keçileri, geyikler orada kalmıştı. Artık akşam indiğinde, gölgeler siluetleri azametli bir görüntü verdiğinde, dağ doruğuna dizilmiş o geyikleri hiç kimse seyretmeyecekti. Onlar için “geyikli gece”ler bitti, “naylondan” günlerin devri başlıyordu şimdi.
Önceleri çok korktular.
*
Ama Turgut Uyar “Geyikli Gece”de onları uyarmıştı:
“Halbuki korkulacak bir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.”
Onlar için geyikli geceler, orada o “yeşil ve yabani” koyakta, güneşin ve ayın erken battığı, akşamın erken indiği, üç beş ev olmadığı için köy bile sayılmayan o uzak diyardaydı artık. Orada bir yandan toprak sürüp, bir yandan geyik seyrediyorlardı. Kayboluyorlardı, “naylondan” tek bir nesne bile girmemişti evlerine. Geyikli gecelerini, gladyatör hikayelerine değil de Kafka’nın yazdıklarına benzer Nêrîbel gibi sıradan hayvan hikayelerle süslüyor, gecelerini böyle kurtarıyorlardı.
Kimsesizdiler “ama umutları vardı”, günün birinde birkaç kuşağın cevaplayamadığı, o yabani dağ tekesi o kaybolan koyun sürüsünün önüne neden düşmüş, o sürüyü neden geri getirerek düşmanı olan insanlara teslim etmişti sorunun cevabını bulacaklardı.
Sonra her şey Turgut Uyar’ın şiirindeki gibi gelişti, doğal hayatından, binlerce yıldan beri oraya kök salmış olan insan kökünden söküldü; düşsel zamanları “geyikli geceleri” orada kaldı, her şeyin paraya tahvil edildiği, hikâyenin bile televizyon denilen sihirli bir kutuya hapsedildiği “eksik, rahatsız” bir zaman gelip onları buldu.
*
Her şeyin “naylondan” olduğu şehirde bir kenar mahalleye yerleştiler. “Nêrîbel” efsanesini, Nasır’ın oğlu Yusuf devraldı şehirde. “Belleğindeki tüylü tüylü geyikli geceleri” hayal ederek toplandıkları şehirdeki evlerinde anlatmaya başladı kendisi gibi köylerinden kovulmuş insanlara. Ama hikâye zaman ve mekan değiştirmişti. Gaz lambasının ölgün ışığı yerini, evin tavanından sallanan bir ampulden çıkan çiğ, parlak bir elektrik ışığına bırakmıştı. Kuru üzüm, ceviz, bir tas suyu önüne koyan yoktu. Walter Benjamin’in deyimiyle “hikâye anlatıcısının etrafını saran benzersiz hâle” yok olmuş, “geyikli geceler” hepten kaybolup gitmişti.
Biliyorlardı, hiçbir “gemi” bir daha onları oraya geri götüremeyecekti, “neonlar ve teoriler” ışıtmayacaktı oturdukları şehirdeki fakir evlerini. “Geyikli gecelerin karanlığını” hayal etmek, hiçbir geyiğin ayaklarının değmediği bu şehirde kurulacak en güzel hayaldi.
“Herkesin unuttuğunu” onlar hatırlıyordu. “Ama ne varsa geyikli gecelerde” kalmıştı, uzakta. “Nêrîbel’i anlatırken “Bir bilseniz avuçları terlerdi heyecandan” Yusuf’un. “Bir bakıyorlardı ki akşam oluyordu kaldırımlarda” ama o akşamlar, onların “geyikli gecelerinin” başlangıcı akşamlarına benzemiyordu. Şehri kuşatan dağların doruklarında tek sıra olmuş “Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı” yansıyan hiçbir geyik görünmüyordu. “Hüzünlerini büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız”, bütün gün sokaklarda dolaşır, akşamları da “Gider geyikli gecelerde uyur”lardı.
“Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek şehir sanıyorduk”
Sonra Yusuf da öldü. “Nêrîbel” hikayesini anlatmak, ailede ismini büyük dedesi Pîro’dan alan, genç kuşaktan Pîro’ya kaldı. “Burayı boşaltın” dediklerinde Pîro’nun bıyıkları yeni terlemişti. Şimdi şehirde aile yadigârı Nêrîbel’i en çok o anlatıyordu, kalabalık ailede sesi en güzel olanlardan birisiydi Pîro.
*
Siz tesadüf deyin ben tevafuk… Elimde Turgut Uyar’ın “Dünyanın En Güzel Arabistan”ı kitabı; dışarıda ürkek ürkek kar yağıyor, oturmuş “Yeniden şehirler kuralım şimdikilere benzemeyen” dizesini önümdeki not defterine geçiriyordum ki şairin, telefonum çaldı. Memleketten ağabeyim arıyordu. Bir yakınımız vefat etmişti, abisinin telefonunu verecek, arayıp başsağlığı dilesem çok iyi olurdu.
“Kim ölmüş?” diye sordum.
“Pîro, yardan düşmüş,” dedi.
Sonrasında anlattığı ölüm hikayesi, dehşet bir hikayeydi.
*
Çocukluğunu o dağlar arasındaki koyaklarda, içinde süt beyazı ırmaklar akan, o ferahlık veren yemyeşil köylerde geçen benim ve Pîro’ya benzer çocukların çocukluklarını kuşatan mutlaka bir geyik hikayesi vardır.
Bu hikayelerin içinde en çok bilineni “Siyabend û Xecê” efsanesidir.
*
“Siyabend û Xecê” efsanesinde Siyabend, aşık olduğu, isteyip alamadığı sevdalısı Xecê’yi atar atının terkisine, kaçırır. İki aşığı saklayacak, kızın babasının hışmından muhafaza edecek neresi var buralarda? Tabi ki Süphan Dağı!
Dağın hiçbir aşığa ihanet ettiğine kimseler şahit olmamıştır buralarda.
Sığınırlar dağa.
Siyabend, içinde Xecê’ye duyduğu aşk kadar olmasa da ona yakın bir aşkla geyiklere de vurgun. Bir anda yanına yaklaşmış bir teke görür. Her şeyi unutur, kovalamaya başlar geyiği. Mir Mihemed gibi gerer yayını, bırakır okunu, tekeyi düşürür yere. Varır leşinin üstüne, ancak teke yaralıdır, ölmemiştir henüz. Bıçağına davranır, tam tekenin boynuna çalacakken, gafil avlanır, teke bir boynuz darbesiyle Siyabend’i fırlatır uçurumdan aşağı.
Karşı kayalıklarda yankılanarak gittikçe derinlere düşen feryadına Xecê koşar, uçurumun başında Siyabend yok, yerde can çekişen yaralı bir teke...
Seslenir, Siyabend’in sesi yarın bir yerinden duyulur. Xecê eğilir bakar, uğruna her şeyini bırakıp buralara kaçtığı sevdalısı, yarın bir yerinde bir meşe ağacının sivri dalına asılı kalmış, dal sırtından girmiş, karnından çıkmış, öyle sallanıyor havada.
Karşılıklı söylenen güzel sözler mecalsiz kalır. Geyik yapmış yapacağını. Xecê bırakır kendini yüksek yarın büyülü boşluğuna. Gider, Siyabend’e çarpar, dal kırılır, ikisi sarmaş dolaş, efsanede anlatıldığına göre Van Denizi’nin çivit mavisi sularına gömülürler.
*
Şimdi gelelim abimin telefonda anlattığı Pîro’nun ölümüne….
Çok uzun bir süreden beri, silah sesleri yankılanmıyor o dağlarda. Köylüler de rasgele avlamıyorlar dağ keçilerini artık, yasak! Dağ taş geyik sürüleriyle dolmuş bizim oralarda şimdi diyorlar. Her gün birileri bir videosunu çekip paylaşıyor sosyal medya hesaplarında. Çok uzun süreden beri canlarına kıymadıklarını gören geyikler de biraz daha yaklaşmışlar insanlara.
Büyük dedesi Pîro’dan “Nêrîbel” hikayesini devralmış, hep “geyikli gecelerde” kalmış, çocukluğunun yitik cenneti dediği o koyaktaki tek haneli mekândan, “huzursuzluğun kaynağı”, her şeyin “naylondan” olduğu şehre geldi geleli, çocukluğunda hikayelerini dinlediği, yakınlarda sürüsüyle dolaşmış olan geyikleri hayal edip durmuş Pîro. Yukarıya aldıklarıma benzer hikayelerini anlatmış, şarkılarını söylemiş Pîro, günün birinde evlerine yakın “Astengên Mîran” dedikleri “Serê Solan”da, yani şehre girilen büyük virajın olduğu yalçın kayalıklarıyla meşhur yerde birkaç geyik görmüş. “Geyikli gecelerin” yaşandığı “yeşil ve yabani uzak ormanlardan” alıp başını her şeyin “naylondan” olduğu şehir civarına gelmiş hayvanlar. Çocukluğu da onlarla birlikte alıp başını gelmiş. Büyük dedesi Pîro sanki mezardan çıkıp gelmiş. Takibe almış geyikleri. Günden güne onlara yaklaşmış. Böyle aniden ortalıktan kaybolmalara bir mana veremeyen eşi, çocukları sorduklarında, o kayalıklarda baktığı arı kovanlarına gittiğini söylemiş Pîro. Bu hal bir hayli zaman sürmüş. Tuz serpmiş kayalıklara Pîro, bayat ekmek götürmüş yanında, onu kırıntı haline getirip yollarına dökmüş. Kendini göstermiş onlara, günden güne yaklaştıkça yaklaşmış. Tek dileği, ailesine sahip çıkan o yedi boğum boynuzlu tekeye sarılmak, onu sevmek belki…
Geçen günlerde bir gün akşam olmuş Pîro eve dönmemiş. Arayıp sormuşlar, akrabaların evlerine bakmışlar Pîro sırra kadem basmış, hiçbir yerde yok. Gece olmuş yok, sabah olmuş yok. Ertesi gün, arıları kovanlarını bıraktığı yere gitmeyi akıl etmişler. Kalabalık bir grup onu aramış yalçın kayalarda, yarların dibinde. En sonunda metrelerce yükseklikte bir yarın dibinde Pîro’nun cansız bedeniyle karşılaşmışlar. Karnı yarılmış bir haldeymiş cesedi.
Tıpkı Siyabend hikayesinde olduğu gibi, Pîro’nun karnında da bir tekenin boynuzuyla açtığı derin bir yara varmış.
Gören, şahit olan yok ama herkesin ortak fikri şu:
Pîro geyiği sevmek için yaklaşmış ona, geyik de bir boynuz darbesiyle onu o uçurumdan aşağı atmış.
Tıpkı Siyabend gibi… Ama hikâyede Siyabend geyiğe ihanet etmişti; Pîro’nun hikayesinde ise galiba geyik Pîro’ya…
*
“Yeşil ve yabani uzak” bir koyakta yaşıyorlardı. Geyiğin laneti gelip her şeyin “naylondan” olduğu şehirde buldu onları.
“Geyikli Gece”de ne demişti Turgut Uyar:
“Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerleri gibi ayışığında
Bir yanda üstüste kayalar
Öte yanında ben”
*
Tıpkı İkinci Yeni şairlerinin şiirlerine sızdığı gibi; o dağlar arasındaki yemyeşil köylerde doğmuş, büyümüş benim ve Pîro gibi çocukların hayatlarına ve hikâye dünyalarına bir geyik mutlaka sızmıştır.
*
Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece” şiiri dinlemek isteyenler için:
- Mendilimde çocuk sesleri2 gün önce
- Divan6 gün önce
- Rus klasiklerini neden seviyoruz?1 hafta önce
- Şerif Gören'in travması1 hafta önce
- Hiçbirine bağlanmadı, ona bağlandığı kadar2 hafta önce
- Kendinize bir kalem alın!3 hafta önce
- Jack London ve "zehirli" kitabı!3 hafta önce
- Babil Kulesi yıkılırken!3 hafta önce
- Tolstoy'un roman kahramanı Dekabrist kuzeni!1 ay önce
- Üstat1 ay önce