Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Bir düşüşün anatomisi
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Reha Muhtar hala bir haber merkezinin başında olsaydı, eminim, içinde Türkiye’nin en büyük şarkıcısı, hükümete yakın bir tiyatrocunun bir zamanlar yasak aşk yaşadığı sevgilisi, ülkenin en ünlü gazetecisinin o kadından olan ikizleri ve Baltalimanı’nda Orhan Gencebay’ın birkaç ev gerisindeki bir yalıda yaşanan görünmez kazanın olduğu bir “haberi” döndüre döndüre günlerce işlerdi. Servetini ve şanını bu gibi hikayelere borçlu olan birinin sonunda tam da böyle bir çıkmazın içine düşmesine trajikomik veya kader denebilir. Ama bir yandan da fazlasıyla Reha’vari bir haber. Bu konuyu Türkiye’nin gündeminde tutmak için Reha Muhtar büyük ihtimalle ekibinden konunun tanıklarını canlı yayına zorla da olsa getirmelerini isterdi. Bağırarak elbette.

        Hikayenin mikrofon uzatılacak tanıklarından biri ben olabilir miydim? Açıkçası Reha Muhtar’ı çok uzun zamandır görmüyorum. Şirin Ediger’in Okan Bayülgen’i yazdığı mektuplarda “Sen Serge, ben Jane…” diye tavlamasından beri gördüğüm en aşk sahte ilişkisinin tam başlangıç zamanlarında, Alaçatı Port’taki lüks otelde temizlikçinin oğlu üzerinden—bağlantıları sormayın—ayarladığım odasında geçirdiği aşk tatilinden sonra yollarımız ayrıldı.

        Reha Muhtar artık bugün herkese malum olan o sarmalın içine düşmek üzereydi tam o günlerde, ben de kendi hayatımın kendi karmaşıklıklarına. Ama o ana kadar kısa bir buluşma diye başlayıp beş saate uzanan öğlen yemeklerinden yılbaşı kutlamalarına hayatın en trajik dönüm noktalarına kadar birkaç sene boyunca sürekli yan yana vakit geçirdiğim bir… arkadaş, karakter, figür… tam olarak tanımlanamaz biriydi benim için.

        Tam olarak tanımlanamazdı çünkü herhangi birine ağabeylik yapacak karakteri yoktu. Arkadaş deseniz, hiç kimseyle arkadaş olamayacak kadar kendisine odaklıydı. Meslektaş da diyemem çünkü basın tarihinde onun gazeteciliği en parlak sayfalarda geçmiyor. Halbuki istese çok iyi bir gazeteciydi. Yazgülü Aldoğan’ın Ankara’dan öğrencisi, sınıf arkadaşı da Aydın Özdalga. Kulağını telefona dayamış Atina’dan bildiren fotoğrafı benim kuşağımın hafızasına kazınmıştır. Ayrıca çok ama çok zeki biriydi de, bu kadar başarı zeka olmadan gelmiyor zaten.

        Ama benim için bütün bunlardan öte sadece “Reha”ydı; adeta fiktif bir karakter gibi. Milyonların ekrandan tanıyıp hakkında fikir edindikleri o “Reha” karakteri var ya, gerçek hayatta da ondan çok farklı değildi.

        *

        Eski Türkiye’nin Ankara eliti denebilecek bir çiftin, Türkçü akademisyen bir babayla öğretmen bir annenin üzerinde titreyerek büyüttükleri, adeta bir ‘vanity project’ gibi yetiştirdikleri tek çocukları. TED Ankara Koleji, Ankara Üniversitesi gibi elit ayrıcalıklı kurumlarda eğitim görmüş, daha sonra kendisini yurtdışındaki kurslarla geliştirmiş; TRT ve Milliyet gibi döneminin en önemli gazetecilik mecralarında çalışıp yükselmiş gibiydi.

        Ben tanıdığımda ne elitizmden ne sofistikasyondan ne de entelektüel derinlikten eser kalmıştı. Bir gün eski eşi Selin Çağlayan’ın çok kıymetli “İsrail Sözlüğü” kitabını Akmermez’deki Remzi’de birlikte görmüş, benim zorumla satın almıştı. Kitap haftalarca otomobilin arka koltuğunda dolaşmış, kapağı bile açılmamıştı. İnsan beş yıl evli kaldığı birine saygıdan açıp en azından önsözünü okur; hadi o olmadı en azından gazetecilik merakından şöyle bir sayfalarını çevirir. Ama, hayır, Reha Muhtar’ın bütün varlığı adeta anne-babasının onun için çizdiği proje evlat idealini reddetmek üzerine kuruluydu.

        Ben de tek çocuk olduğum için biraz anlayabiliyorum. Reha Muhtar kendim de dahil olmak üzere tanıdığım-bildiğim bütün tek çocuklardan çok daha bencil ve şımarıktı. Şöhret olmak, çok büyük bir şöhret olmak da bu ego’sunu sadece daha fazla kabartmıştı. Birkaç sene boyunca hemen hemen bütün günlerimi neden onunla geçirdim sanıyorsunuz? Çünkü Reha Muhtar hayır demenin imkansız olduğu biriydi. Çocuk gibi tutturur ve istediği olmayınca da küser giderdi. Zaten ona ilk kez hayır dediğimde de bunun son olmayacağını anladı ve gitti.

        *

        Reha Muhtar bu hayatta birkaç kere düştü. En büyük düşüşü hayatının en başarılı kariyer noktasında tamamen kendisi dışı faktörlerden dolayı ana haberden atılmak oldu. Bugün dizilerin alamadığı rating’i alıyordu, tek başına bir kanalı ayakta tutuyordu halbuki. Sonradan ana muhalefet partisini ele geçirecek ve Türkiye’ye o başarısız Cumhurbaşkanı adaylarını dayatacak o odak önce Reha Muhtar’ı yedi. O dönemki patronunu “Bana beş milyon dolar verirseniz bankanızı kurtarırız,” diye kandırdılar, sonra da Reha Muhtar’ı ‘ikincil zarar’ olarak camdan attılar. Galiba başarılı olmanın da bir bedeli olduğunu anlayamamıştı, bu travmayı uzun süre atlatamadı.

        Bu ilk travmanın ardından bol akıntılı bir nehre yüzme bilmeden atılmış, bulduğu ilk dala, o dal elinde kalana kadar sıkı sıkıya tutunmaya hazır bir haldeydi. O yüzden ana haber elinden alınınca bir daha televizyonda kendini bulamadı, birbirinden istikrarsız işler yaptı. Bir ara liberallerin bile kucağına düşer gibi olmuş, bugünlerde karısının kazandığı paraların üzerine konmakla itham edilen bir tipi kendisine danışman olarak tutmuştu. Belki de konjonktürü doğru okuyamadığı ve rüzgar hep bu yönde eseceğini düşündüğü için bugün çürümüşlüğü ortaya çıkan liberallerin programına çıkıp 45 dakika susmadan FETÖ operasyonlarını savunmalarına müsaade etti.

        Siz hiç Reha Muhtar’ın bir kişinin sözünü kesmeden konuşturduğuna tanıklık ettiniz mi? Ama müdahale etmeye kalktığında canlı yayında bağırıp onu bile sindirdiler. Ve o Reha Muhtar bir de beni canlı yayına çıkarıp “danışmanıyla” kapıştırıp rating yapmayı istiyordu. Benim bunu kabul edeceğimi düşünecek kadar da saftı.

        Aslında Reha Muhtar’ı bu kadar sevme sebebim de onda gördüğüm bu saflıktı. Puştlar tarlası olarak bilinen Babıali’de tanıdığım benzer konumdaki bütün büyük isimlerden çok daha saf, kirlenmemiş ve iyi niyetliydi. Bağırır çağırır, insanı delirtir, birlikte çalışmak da herkesin bildiği gibi bir işkencedir. Ama rating rekortmeni olup yalı sahibi olduğunda birlikte çalıştığı ekibe de iyi baktığını hepsi teslim eder.

        İşin ironik tarafı kendisi de işsiz kaldığında medya dünyasının nasıl bir yer olduğunu bunca sene ve kabarık bir cüzdanın ardından sanki yeni keşfetmiş ve buna hazırlıksız yakalanmış gibiydi. Belki de bu yüzden, kendisini korumak için, birtakım tiplere yaranmak ve ittifak kurmak istedi. Ama bütün o ilişkiler de teker teker koptu, hepsine de düşman oldu. Dediğim gibi tek çocuktu ve bencildi; o da pek çoğumuz gibi kendisini üye kabul edecek hiçbir kulübe üye olamazdı.

        *

        Kürşat Başar’ın bir romanında “Sen gerçek dünyada otobüse binmesini bile bilemezsin,” diye bir cümle geçer. Hangi romanda ve neresinde geçtiğini şimdi hatırlamıyorum. Ama cümleyi hatırlıyorum ve Kürşat Başar’ın bir romanında geçtiğini biliyorum.

        Reha Muhtar da korunaklı dünyalardan gerçek dünyaya çıktığında hep o patlak gözleriyle sudan çıkmış balık gibiydi. Hep şaşkındı. Ve herkes ondan çok daha kurnaz, hesapçı ve şeytandı. Kendi evinin havuzunda günde bir-iki saat yüzen biri olmasına rağmen açık denizde boğulma tehlikesi yaşar gibiydi.

        Ben lisedeyken, Reha Muhtar henüz “Reha Muhtar” olmamışken, daha televizyonda gece haberlerini sunarken, onda sonradan herkesin fark edeceği potansiyeli görmüş ve bir arkadaşımla bağımlısı olmuştuk. Geceleri yayından sonra kanalı arayıp izleyici şikayeti gibi abuk sabuk yorumlar yapardık. Bir gün “Her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsan, ne demek?” diye aradığımızda telefona çıkan kişi “Bilmiyorum,” demişti. “Reha’yı vereyim ona sorun.” Ona bu anekdotu anlattım mı hatırlamıyorum ama Reha Muhtar’la ilk temasım buydu. Sorunun yanıtını pat diye telefona çıktığımızda da vermemişti, sonradan ben İngilizceye tercüme etmesini istediğimde de “Goodnight Turkey, wherever you are,” diye kesip atmıştı. Not bad.

        Bir gün Ahmet Tulgar’la otururken ve Reha Muhtar o sıralar Türkiye’nin en kuvvetli adamıyken konusu açıldı. Ve Tulgar ondan herhangi biriymiş, hatta bir şamar oğlanıymış gibi bahsetti. Altını çizeyim: Herkesin Reha Muhtar’dan korktuğu ve önünde hazır ol’da durduğu günler. Meğer çok eski arkadaşlarmış ve o hiç ulaşılamaz büyük gazeteci ilk aramada onun da telefonuna çıktı, bizi Boğaz’ın en kötü İtalyan lokantası—ama kendi favorisi—Mia Mensa’da yemeğe davet etti.

        Benim için “Reha” sadece bir televizyon karakteriydi; tuhaflığıyla merak ettiren, bir yandan gözümü kamaştıran ve bir türlü tam olarak çözemediğim. Yemeğe gitmeden önce Tulgar’a bir sürü sordum, içlerinden biri de normalde sormayacağım türdendi: “Homofobik midir?” Sormayacağım demem şundan: onun homofobik olup olmadığı beni hiç ilgilendirmiyor aslında.

        “Ne homofobiği be,” diye çıkıştı Tulgar. “Reha’nın homofobik olmak ya da olmamak gibi bir nosyonu yok. Hiç aklı ermez, hiç anlamaz bu işlerden.” Tam da bu yüzden hiç yargılamaz, hatta merak da etmez.

        O yemekten sonra bir daha Reha Muhtar’la aynı masada oturacağımı sanmıyordum. Muhabbetimiz onu açmış olamazdı. Dört beş saate uzamıştı sohbet ama evrenin derinlikleri ve insanın sırları yerine “Reha” karakterinin naif ve şaşkın bakışları arasında ona cilt bakım rutinimizi “Zaman zaman suratımda küçük kapsüller patlatıyorum,” diye anlattığımız, uzatmaları oynayan bir muahbbeti daha çok. Bu arada o küçük kapsülleri de birkaç gün önce Mayadrom’daki Pelin Eczanesi’nin sahibi Gılman Doğan hediye etmiş, daha patlatmaya fırsatımız olmamıştı.

        “Reha” ise bir ana haber sunucusu titizliğiyle konuyu uzattıkça uzatıyordu. Sonradan fark ettim, eve gitmek ve o dev yalnızlığın içine düşmek istemiyordu. Çok da samimi olmadığı bu iki kişiyle yaptığı son derece boş ve lüzumsuz muhabbeti bile o sessizliğe ve tek başınalığa yeğliyordu. Sonra daha çok masada oturduk.

        *

        Reha Muhtar kulaktan dolma bilgilerle yüzeysel tespitler yapmayı çok sever. O yüzden ben de ondan ödünç alarak onun sürekli adı skandala bulaşan kadınlarla birlikte olmasının psikolojik açıklamasını tek çocuğun yalnız kalma korkusuna bağlayabilirim.

        O kendi yalnızlığını dolduracak bir hayat arkadaşı arayıp belki de gerçekten aşık olurken, kadınlar gücü ve parası olan onu kendilerini temize çekmek için bir basamak olarak gördüler. Beyin ve kalp farklı işliyor, kumarda kaybedip aşkta kazananların da bildiği gibi.

        Reha Muhtar’ın aşk hayatında bu kendi kendisini tekrar eden bir desendir. Birlikte olduğu ünlü kadınların bir önceki ilişkisi mutlaka “skandal” başlığıyla haber olmuştur. Tek istisnası Nilüfer’dir, o da kötü biten bir ilişkinin ardında Reha Muhtar’da huzuru bulmuştu.

        Ahmet Tulgar’ın onunla ilgili eşcinsellik meselesine aklı bile ermez tespiti çok seferler aklıma geldi, ama bir keresinde de bizzat tanık oldum. Reha Muhtar’ın o dönem birlikte olduğu bir kadın ve o kadının yakın arkadaşıyla bir akşam yemeğine çıktık. Ertesi gün ben tüm şımarıklığım ve ağzıma geleni dan diye söyleme alışkanlığımla kendimi tutamadım ve o iki kadının sadece arkadaş olmayabileceklerini söyleyiverdim. “Hem biliyorsun bu senin hayatındaki ilk böyle bir kadın da değil,” diye ekleyiverdim. Ama o ne ilkini ne şimdinin anlayabilecek durumdaydı. Çünkü aklı ermiyordu.

        Aylar sonra, o ilişki bittikten sonra, yanılmıyorsam Mayadrom’un ortasındaki Bistrott’da bana ayrılık sebebini anlatırken sanki kendi beyninde ampul yanmış gibi gözleri parıldayarak kendi ortaya çıkardığını düşündüğü bir tespitini paylaştı: “Ayrıca anladığım kadarıyla o ve yanındaki manken arkadaşı sadece arkadaş değiller.” Gerçekten aklı ermiyor. Ama Reha Muhtar’ın saflığını tarif edecek daha iyi bir örnek düşünemiyorum.

        *

        Alaçatı’daki o yaz tatilinin birlikte geçireceğimiz son güzel günler olduğunu o sırada tahmin edemezdim. Ama Fun Beach’teki locanın altına sakin dalgalar her vurduğunda Reha Muhtar’ın içinden çıkamayacağı, içinden çıkma kapasitesinin olmadığı bu sarmalın içine düşeceğini görebiliyordum. Hiç kimse onu kurtaramazdı çünkü o kurtarıcıya ihtiyaç duyamayacak ya da kurtarılmaya ihtiyacı olduğunu bilemeyecek kadar şişkin bir egoydu. Ya da çocuktu. Ve bu sefer köpekbalıklarıyla yüzmek zorunda bırakılmıştı. Giderek sürüklenmesini, kendisini girdapta kaybetmesini hep dışarıdan izledim. Üstelik gücünü, şöhretini ve belli ki parasını kaybetmeye başladıkça daha da zayıflamış, etrafındaki köpekbalıkları daha da saldırganlaşmıştı.

        Birkaç kere temas etmeye çalıştım, her girişimimin karşısına duvar ördü. Bir süre önce New York’ta bir partide “Reha Muhtar diye bir gazeteci tanıyor musun?” diye soran genç bir üniversite öğrencisiyle tanıştım. “Babamın en yakın arkadaşı,” dedi ama ben buna ihtimal vermedim. Birinin Reha Muhtar’ın en yakın arkadaşı olabilmesi eşyanın tabiatına aykırı çünkü. Ama belli ki çok yakın bir arkadaşı ve onun oğlunu tıpkı kendi oğlu gibi sahiplenmiş, o her Türkiye’ye geldiğinde ona kol kanat germiş. En azından bir arkadaşı olduğuna sevindim.

        *

        Reha Muhtar’la ilgili bildiğim bazı şeyler var. Bunlardan biri dünyanın en iyi babası olmaya aday olduğudur. Sadece hafta sonları Ayşe Nazlı’yla özel olarak ilgilendiği dönemlerde ben hayatındaydım ama onun üzerine titremesinden çıkardığım hepimizin, hatta kendisinin de sahip olduğundan çok daha iyi bir baba olmak için çabaladığıdır. Ben birinci elden tanığım. Nilüfer de boşuna birisinin arkasında duracak biri değil.

        Reha Muhtar’la ilgili bildiğim bir başka şey de içkiye meraklı olduğu. Bir zamanlar yayında elindeki kupadan viski içtiğine dair dedikodular çıkmıştı, ben de—daha samimi olmadan—bir söyleşide ona sormuştum.

        “O mug’ın içinde ne var?”

        “O mug’ın içinde 28 yıllık emek var…” diye başlamıştı. Not bad, indeed.

        Biz takılmaya başladığımızda o mug’ın içi bomboştu. Artık nereden duyduysa, kim eski tip erkeklerin başarılı olma kılavuzu türü kitaptan okuyup aktardıysa, bilmiyorum, bir ara şaraba merak sardı. Sürekli kırmızı şaraptan anlarmış gibi davranırdı birlikte çıktığımız yemeklerde.

        Perihan Mağden’le bir-iki kere date’e çıktığında yaptığı gibi kadınlar için de sipariş verir—illaki ahtapot carpaccio—ve kırmızı şarap seçerdi. Ama ne üzümden, ne appellation’dan, ne bağdan, ne bölgeden anlıyordu bence.

        Ama bugüne bugün bir kere bile viski içtiğine tanık olmadım. Sayısız öğle ve akşam yemeği, doğum günü ve yılbaşı kutlamaları, yaz tatili, evde buluşmalar… Bir kere bile bir yudum bile viski içmez mi insan? Ben görmedim. Belki bir kere Bebek’ten Baltalimanı’na şarap içtiği bir akşamın sonunda otomobille gitmiştir, ama hangimiz bunu yapmadık ki? Bırakın viskiyi şarap dışında bir başka içkiyi içerken bile görmedim. Reha Muhtar’ın içkiye düştüğü bir dönem var ama. Bir aralar Bebek’teki Lucca’da mönüye de koydurmak için çocuk gibi tutturduğu bir “içki” icat etmişti. Balon bardakta bol buz, bulabildiğiniz kadar çeşitli meyve, taze nane yaprakları gibi birtakım baharatlar ve üzerine su. Evet soğuk su. “Reha’s” adını taktığı bir kokteylle bütün geceyi geçirir, tıpkı ahtapot carpaccio’yu zorla sipariş ettiği gibi karşısındakine bu icadını içirirdi.

        *

        Farklı dönemlerde farklı düşüşlerine tanık olduğum Reha Muhtar aşağı yukarı böyle birisi. Evinin merdivenlerinden düşüp hastaneye kaldırıldığı bu günlerde yanında değilim. Hastaneye gidip başında beklesem mi diye düşündüm bir ara. Yakını değilim, almazlar belki ama hadi aldılar diyelim. Gözünü açıp karşısında beni görünce öfkeyle yerinden fırlayıp boğazıma yapışma ihtimali var. Onu benim ittiğimi bile düşünebilir, çünkü böyle de hayal gücü geniş biridir.

        Bir aralar hayatları boyunca aynı ortamda bir araya gelmemiş üç kişinin, ben, Fatih Altaylı ve Cemre Birand’ın ona ortak komplo kurduğumuzu bile düşünüyordu. Bu komploları beni hep güldürdü, birkaç kere mesaj atıp saçmalamamasını rica ettim. Sonra sustu. Sonra yeniden başladı.

        Kim bilir şimdi de hastane yatağında kafasından ne senaryolar, ne komplolar, ne hayaller geçiyor. Ama bir yandan da eminim ki uykunun onu götürdüğü o renkli tünellerde yeniden yüzmeyi öğreniyor.

        O nereye giderse gitsin, hangi limana sığınırsa sığınsın, hangi denizde yüzerse yüzsün illaki bir yerde karşısında beni bulacak. Benden öyle kolay kurtulamaz. İstediği kadar block'lasın.

        Bir kere benim onunla hala bitmemiş bir hesabım var. Hala Boğaz’da uyduruk bir lokantada ahtapot carpaccio—ahtapot zeki hayvan olduğu için yenilmemesi gerektiğini bilmiyor mu—eşliğinde onun seçtiği kötü bir kırmızı şarap yiyeceğiz. Balon bardaklara bulduğumuz her şeyi doldurup üzerine su koyarak kokteyl icat etmiş gibi yapacağız.

        Hem daha ne cilt bakımı ürünleri, ne teknikler icat edildi. Bir-iki saat ‘microneedling’ üzerine konuşur muyuz? Bilmiyorum. Ama mahkumların tüneli kaçmak için kazdıkları gibi umarım Reha da yeniden ayağa kalkmak için düşmüştür, her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsa.