Türkiye’nin Avrupa Birliği serüveninin dönüm noktaları
1959'dan günümüze, tam 63 yıldır devam eden Türkiye'nin Avrupa topluluğuna katılma serüveni; inişli çıkışlı birçok döneme sahne oldu. Açılan birçok fasıl, yapılan ön anlaşmalar, değişen dünya konjonktüründe Türkiye'nin yeri ve Avrupa için önemi; yürütülen müzakerelerde hep etkileyici unsur olarak öne çıktı. Türkiye'nin kurucularından olduğu Avrupa Konseyi'nin Türkiye için ihraç girişimi başlatması ise, yıllardır zayıflayan bağların nasıl bir boyuta evrildiğini gözler önüne serdi. Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) AB Çalışmaları Merkezi Direktörü Nilgün Arısan Eralp ile röportaj gerçekleştiren Habertürk'ten Emin Arslan, Türkiye'nin Avrupa serüvenini araştırdı.
20. yüzyılın ilk yarısında iki büyük dünya savaşı yaşayan Avrupa, 1945 sonrasında savaşın yıkıcı etkilerini yok etmek, refah seviyesini artırmak ve olası bir dünya savaşına daha engel olmak için ekonomik, siyasi ve kültürel bağlara sahip uluslarüstü bir proje yarattı. Avrupa Birliği’nin ilk öncülü olan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT), Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve komünizm tehdidine karşı ABD’nin hamiliğinde Avrupa’yı tek vücut olarak bağlayan bir proje olarak ortaya çıktı. Uluslarüstü yapıdaki ilk örgüt olan AKÇT, 1949 yılında Fransa’nın öncülüğünde Batı Almanya, İtalya, Hollanda, Lüksemburg ve Belçika tarafından topluluğun ilkeleri duyuruldu ve 1951’de imzalanan Paris Antlaşması sonrasında 1952’de AKÇT resmen çalışmaya başladı. İki dünya savaşında da karşı cephelerde olan Almanya ve Fransa’nın, ekonomik bağlarla birbiriyle olan uyumsuzluğun minimalize edilmesi ve bu yolla olası savaşların engellenmesinin amaçlandığı topluluk, Avrupa demokrasisinin de temelini oluşturdu.
Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı AB Çalışmaları Merkezi Direktörü Nilgün Arısan Eralp, Türkiye'nin Avrupa Konseyi'ne kurucu üyelik sürecini, Avrupa Birliği ile ortaklık ve aday ülke statüsü yolundaki dönüm noktalarını, Türkiye ile Avrupa'nın birbirine yaklaşımını ve bugün gelinen noktayı inceledi.
Avrupa’nın yeniden inşasında, kalıcı barış sağlama ve ortak çalışma prensiplerinin oluşturulmasında önemli katkılar sağlayan AKÇT, 1957 yılına gelindiğinde büyüyerek ve gelişerek Avrupa Ekonomi Topluluğu’nun kurulmasını sağladı. İşgücü ile mal ve hizmetlerin serbest dolaşımına dayanan bir ekonomik topluluk kurma fikriyle ortaya çıkan AET, sadece kömür ve çelik değil; birçok sektörün de büyümesinin öngörüldüğü bir proje oldu. Ancak başka sektörel birliklerin kurulmasına Federal Almanya ve onun efsane Ekonomi Bakanı Ludwig Erhard karşı çıktı. 1952 yılında altı ülkenin ortaya koyduğu değerler, 1957 Roma Anlaşması’yla üst düzeye çıktı. Malların, işgücünün, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaştığı bir ortak pazarın kurulması,Avrupa’nın siyasi, kültürel ve ekonomik bütünlüğünü artırdı.
AVRUPA KONSEYİ’NİN KURUCU ÜYESİ: TÜRKİYE
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘yeni dünya’ düzeninde yerini Avrupa ve ABD’nin yanında görmesi, savaş sonrası Avrupa’nın şekillenmesinde katkı sunuculardan olmasına olanak sağladı. Türkiye, Avrupa çapında insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü savunmak amacıyla 1949'da kurulmuş hükûmetlerarası bir kuruluşun, Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi oldu. Türkiye, Avrupa Konseyi’nde kurucu üye statüsüne sahip 10 ülkeden biri. Avrupa Birliği’nden ayrı bir organizasyon olan Avrupa Konseyi’nin en önemli organlarından biri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. Türkiye’nin de kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi, siyasal ve hukuksal planda Türkiye’nin “Avrupalılığının” sembolü olarak görülüyor. Türkiye AB dışında, Avrupa kıtasının tüm uluslararası organizasyonlarında tam üyeliğe sahiptir.
SENE 1959: AVRUPA BİRLİĞİ MACERASI BAŞLIYOR
Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi Türkiye’nin Avrupa Birliği macerası da, 1957 Roma Anlaşması sonrasında başladı. II. Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği tehdidi nedeniyle eksenini Batı Bloku’na kaydıran Türkiye, 1952 yılında NATO üyesi olarak Batı dünyasındaki yerini sağlamlaştırmıştı. Ekonomik olarak da Batı ile bütün olmak isteyen Türkiye’de dönemim başbakanı Adnan Menderes, AET’ye 1959 yılında ortaklık başvurusu yaptı. AET’ye ilk başvuru yapan ülkelerden olan Türkiye, başvurusunun kabul edilmesiyle 12 Eylül 1963’te Ankara Anlaşması’nı imzaladı. Ankara Anlaşması, Türkiye ile Avrupa Birliği ortaklığının hukuki temelini oluşturuyor. Anlaşma'ya imza atan dönemin başbakanı İsmet İnönü, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu, "Beşeriyet tarihi boyunca insan zekâsının vücuda getirdiği en cesur eser" olarak tanımladı. Ankara Anlaşması’nın temel amacı, ‘hızlandırılmış ekonomik gelişme, ticaretin düzenli genişlemesi, Türkiye ekonomisi ile topluluk ekonomisi arasındaki farklılıkların giderilmesi sayesinde, Türkiye ve AET ülkelerindeki yaşam standartlarının iyileştirilmesini sürekli kılmak’ olarak belirtildi.
Ne ironiktir ki, Türkiye ve Avrupa’nın ilişkilerinin kesileceği tarih de 12 Eylül 1980 Darbesi olmuştu. Bu 17 yıllık süreçte Türkiye, AET ülkeleriyle kısıtlama olmadan mal ve tarımsal ürün ticareti yapabilmesine imkan veren bir "Gümrük Birliği'nin" oluşturulması için bir dizi protokol imzaladı. 1970 yılında Türkiye ve AET, Anlaşma'nın Ek Protokolü'nü kabul etti. en büyük iki siyasi partisi, Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi, AET’ye üyeliği desteklerken, Ek Protokol ve gümrük protokollerinin Türkiye’yi ekonomik olarak AET’ye karşı zayıflattığını düşünen CHP, topluluğa katılmak istemekle beraber mesafeli yaklaştı Aslında o dönem görüntüde herkesin AET’ye katılımı istediği, ancak hiçbir siyasi partinin bu konuda istekli davranmadığı çokça söylendi. 1974 yılında yapılan Kıbrıs Barış Harekatı ise AET’nin Türkiye’ye bakışını olumsuz bir yöne çekti. AET, Türkiye’yi kınadı. Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılmasının önündeki en büyük engellerden biri olmaya devam ediyor.
12 EYLÜL’ÜN YIKICI ETKİSİ
12 Eylül Darbesi sonrası yara alan Türkiye demokrasisi ve AET arasındaki ilişkiler 1987’ye kadar ilerlemedi. Darbe sonrası hemen ilişkileri kesmeyen AET, Türkiye’ye demokrasiye dönmesi için ‘zaman’ tanıdı. 1982’de ise tüm siyasi partilerin lağvedilmesi sonrası ilişkiler kesildi. Özal döneminde gelindiğinde ise dondurulan ilişkiler tekrar canlandırıldı. Türkiye, Avrupa Topluluğu’na tam üyelik başvurusu yaptı. Ancak Avrupa Komisyonu, Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu, Topluluğun kendi iç pazarını tamamlayabilme sürecinden önce (yani 1992’den önce) yeni bir üyeyi kabul edemeyeceği ve Türkiye’nin katılmadan önce, ekonomik, sosyal ve siyasal alanda gelişmesine ihtiyaç duyulması nedenleriyle reddetti.
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1990’da SSCB’nin çökmesi sonrası tüm dünya düzeni değişti. 1992’de Avrupa Toplulukları, Maastricht Antlaşması ile Avrupa Birliği’ni kurdu. Avusturya, Finlandiya ve İsveç, 1 Ocak 1995’te Avrupa Birliği’ne katıldı. 1990’ların ortalarında on iki ülke daha -Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Romanya, Slovakya, Estonya, Letonya, Litvanya, Slovenya, Güney Kıbrıs ve Malta- AB’ye üyelik başvurusunda bulundu.
GÜMRÜK BİRLİĞİ İMZALANIYOR
1995 yılında ise Türkiye ve AB arasında Gümrük Birliği anlaşması kabul edildi. Antlaşmanın imzalanması için tüm AB üyesi ülkelerin onay vermesi gerek. Ancak Yunanistan’ın onay vermeyeceği kesin olduğu için, Gümrük Birliği anlaşması 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı ile kabul edildi. Dönemin başbakanı Tansu Çiller, “En geç 1998’de AB üyesiyiz” diyerek sürecin Türkiye’nin lehine olduğunu ifade etti. Ancak ‘mala açık, insana kapalı’ Gümrük Birliği anlaşması hala siyasetin gündeminde. Gümrük Birliği, bugün Türkiye ve AB arasındaki en önemli konu başlıklarından biri.
DÖNÜM NOKTASI: HELSİNKİ ZİRVESİ
Gümrük Birliği anlaşması sonrasında Türkiye ve AB arasında yeni bir dönemin kapıları açıldı. 1999’a gelindiğinde, Türkiye’nin AB ile ilişkisinde şu olayla yeni bir dönem başladı: Helsinki Zirvesi.
Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin adaylık statüsü teyit edildi. Türkiye’nin AB’nin yeni Genişleme Politikası çerçevesinde oluşturulan sisteme, diğer aday ülkelerle eşit statüde katılacağına ilişkin karar verildi. Helsinki Zirvesi kararlarına göre, Türkiye’nin, diğer aday ülkeler gibi Katılım Öncesi Stratejisi’nden ve katılım öncesi araçlardan yararlanması öngörüldü. Böylece Türkiye, Topluluk Programları ve Ajansları’nın yanı sıra, katılım süreci çerçevesinde aday ülkeler ile Birlik arasında yapılan toplantılara katılma imkânına sahip oldu. AB, Türkiye'ye tam üye adayı statüsü verdiği bu zirvede, Yunanistan'la Ege Denizi sorunları ve Kıbrıs meselesinin çözülmesi koşullarını da masaya getirmişti. Bu zirve, Türkiye-AB ilişkilerinin dönüm noktasıdır.
Helsinki Zirvesi sonrası Türkiye, yoğun bir reform sürecine girerek, AB siyasi kriterlerine uyum sağlamak amacıyla çok sayıda yasa ve mevzuat düzenlemesini içeren 8 Uyum ve 2 Anayasa Değişikliği Paketi’ni kabul etti. AB de, Türkiye için hazırladığı ilk Katılım Ortaklığı Belgesi’ni 8 Mart 2001 tarihli kararı ile kabul etti.
AK PARTİ İLE DEVAM EDEN AB SÜRECİ
2002 yılında iktidara gelen AK Parti’nin AB tam üyeliğini dış politika hedeflerinin ilk sırasına koyması, 1999’da başlayan ‘Avrupalılaşma’ sürecinin hızla devam etmesine olanak sağladı. Kopenhag Kriterleri’ne uyum süreci sürerken, yeni hükümet de Avrupa ile siyasi temaslarını yoğunlaştırdı. Aralık 2004’teki Avrupa Birliği Zirvesi‘nin "Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini yeterli ölçüde karşıladığı" saptamasıyla da, 3 Ekim 2005'te katılım müzakereleri başladı.
AB’nin, Türkiye’nin tam üyeliği önüne çıkardığı en büyük engellerden biri olan Kıbrıs Sorunu ise, 2004 yılındaki Annan Planı’yla yeni bir boyut kazandı. Dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın planı doğrultusunda federal bir yapıya bürünmesi tasarlanan iki Kıbrıs devleti, birleşik bir ülke olarak AB’ye tam üye olarak katılacaktı. Ancak KKTC’de yapılan referandumda plana yüzde 65 oranında onay verilirken, Rumlar yüzde 75 ile ‘hayır’ dedi. Buna rağmen AB’ye Rum Kesimi dahil edildi. Bu olay Türkiye’nin AB’ye bakışına zarar verdi.
16 YILDA 16 FASIL
‘Kopenhag siyasi kriterlerinin istisnasız olarak uygulanması, siyasi reformların derinleştirilmesi ve içselleştirilmesi, AB müktesebatının üstlenilmesi ve uygulanması ve sivil toplum diyalogunun güçlendirilmesi ve bu çerçevede hem AB ülkelerinin kamuoylarına, hem de Türkiye kamuoyuna yönelik olarak bir iletişim stratejisinin yürütülmesi’ temel unsurlarıyla başlatılan müzakere süreci, Katılım Müzakereleri Fasılları çerçevesinde 35 başlık altında sınıflandırıldı. Ancak geçen 16 yılda sadece 16 fasıl açılabildi ve bunlardan sadece 1 tanesi geçici olarak kapatıldı.
Türkiye ve AB arasındaki ilişkiler özellikle 2011'den başlayarak ivmesini kaybetti. Hükümet iç ve dış politikalarında AB ile karşı karşıya geldi. İki tarafın siyasetçilerinin birbirlerine ağır ithamları, bağları kopma noktasına getirdi. Türkiye’de yaşanan toplumsal ve siyasi olaylara AB’nin takındığı tutum, hükümet tarafından kabul edilmedi. Almanya’da Merkel’in, Fransa’da Sarkozy’nin iktidara gelişi de, Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinin önündeki büyük engellerden oldu. Ancak hükümet, Avrupa Birliği'ne tam üyeliğin stratejik hedef olduğunu vurgulamaya devam ediyor.
İLİŞKİLERDE YENİ İVME: SIĞINMACI ANLAŞMASI
Ancak 2011 yılında başlayan Suriye İç Savaşı sonucunda milyonlarca Suriyelinin ülkesini terk ederek Türkiye ve Avrupa’ya göç etmesi, AB ve Türkiye’nin yakın ortaklığının önemini bir kez daha ortaya koydu. Birçok konuda ihtilaf yaşayan Türkiye ve AB, Sığınmacı Anlaşması imzaladı. 20 Mart 2016 tarihi itibarıyla Türkiye’den Yunan adalarına geçen tüm yeni düzensiz göçmenler Türkiye’ye iade edildi. Toplu sınır dışı yapılmaması konusunda anlaşıldı. Türkiye’ye ise vize serbestisi verileceği taahhüt edildi. Ancak Avrupa Parlamentosu vize serbestisini hala onaylamadı.
TÜRKİYE’Yİ İHRAÇ SÜRECİ
Yıllar içinde birçok kriz yaşayan Türkiye-AB ilişkileri, 2019 yılında Türkiye'nin AB'ye katılım sürecinin durma noktasına geldiğinin ve hiçbir müzakere başlığının açılmayacağının duyurulması sonrası neredeyse koptu. Hem AB hem de Avrupa Konseyi ile ciddi sorunlar yaşayan Türkiye, 2017 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından denetim sürecine alındı. HDP eski genel başkanı Selahattin Demirtaş ve iş insanı Osman Kavala’nın tutuklanmasının ardından AİHM’e bireysel başvuru sonrası serbest bırakılmalarına karar verilmesine rağmen yargının Kavala’yı tahliye etmemesi sonrası, Avrupa Konseyi Türkiye için ‘ihraç süreci’ başlattı. Daha önce hiçbir devletin ihraç edilmediği bilinirken, Türkiye’ye 19 Ocak’a kadar savunma süresi verildi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bu konuda yorum yapmaya gerek olmadığını Türkiye’nin Avrupa’nın Kavala ve Demirtaş ile ilgili kararlarını tanımadığını, bu kararları yok hükmünde saydığını söyledi. Erdoğan, Türk yargısının aldığı kararlar dışındaki kararları tanımadıklarını defalarca dile getirdiklerini de kaydetti.
Globalleşen dünyada kültürel ve ekonomik olarak kopması çok zor olan Türkiye-Avrupa ilişkileri, tarihinin belki de en problemli döneminde. Türkiye her ne kadar Avrupa vizyonunu koruduğunu ilan etse de iki tarafın temel siyasi farklılıkları sürüyor. Türkiye FETÖ, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz gibi en hassas konularında Avrupa’dan empati, net tutum ve anlayış beklerken; Avrupa da Türkiye’den kendi değer ve vizyonuna bağlılık bekliyor. Bugün 20 yıl öncesinden farklı olarak birçok AB ülkesi Türkiye’nin AB üyeliğine kesin olarak karşı çıkıyor. Avrupa Birliği her yıl yayımladığı ilerleme raporlarında Türkiye’nin AB değerlerinden uzaklaştığını belirtiyor. Türkiye’nin artık AB’deki en yakın müttefiki AB karşıtı politikalarıyla öne çıkan ve birliği bozduğu iddia edilen Macaristan. Avrupa Konseyi her ne kadar AB’den bağımsız ayrı bir kuruluş olsa da, Türkiye’nin Avrupa Konseyi’ndeki zor pozisyonu direkt olarak AB ile ilişkisini de olumsuz etkiliyor.
Avrupa Birliği tam üyelik hedefine bağlı olduğunu açıklayan Türkiye’nin Avrupa ile ortak bir tarihi olduğunun Avrupa tarafından da kabul edilmesi, Türkiye’nin Avrupa’nın en önemli ekonomik ortaklarından biri olduğunun öneminin kavranması, AB’nin Türkiye’ye ‘engel çıkarmak’ yerine ‘engelleri aşmasına yardımcı olmak’ misyonunu edinmesi ve Türkiye’nin de Avrupa değerlerine dönüş için güçlü bir irade koyması; Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olmaya devam etmesi için en önemli koşullar olmaya devam ediyor.