Unutulmaz tren yolculuğu filmleri
Cannes'da Büyük Ödül'ü kazanan '6 Numaralı Kompartıman' (Hytti nro 6 – Compartment no: 6) filminin gösterime girdiği hafta biz de tren yolculuğunu konu alan filmleri hatırladık. Habertürk film eleştirmeni Mehmet Açar'ın yazısı.
THE GENERAL (1926)
Sessiz sinema döneminin unutulmaz klasiklerinden biri. Amerikan İç Savaşı’nda yaşanmış gerçek olaylardan esinlenen film, tren makinisti Johnnie’nin (Buster Keaton) hikâyesini anlatır. İç Savaş sırasında Güneyliler adına çalışan casuslar Johnnie’nin çok sevdiği ve General adını verdiği lokomotifini kaçırırlar. Johnnie için kabul edilebilir bir şey değildir bu… Üstelik âşık olduğu Annabelle de trendedir. Aksiyon ağırlıklı bir komedi olan ‘General’, Buster Keaton’un kendine özgü mizah anlayışının en iyi örneği olarak kabul edilir. Keaton’un Clyde Bruckman ile yönettiği film, ilk gösterime girdiğinde beğenilmemiş ve gişelerde pek başarılı olamamıştı. 1954’te telif hakkını ortadan kalkmasıyla birlikte yeniden keşfedildi ve Keaton’un başyapıtı olarak kabul edildi.
KORKUNÇ SOYGUN (1974)
(The Taking Of Pelham One Two Three)
Dört silahlı suçlu New York metrosunda çalışan trenlerden birini kaçırır ve yolcuları rehin alırlar. Böyle bir olayla ilk kez karşılaşan polis teşkilatı, sorunu nasıl çözeceğini kestiremez. İstedikleri parayı aldıklarında suçluların nasıl kaçacağı sorusu da belirsizdir. 1973’de yayımlanmış bir romandan sinemaya uyarlanan film, içerdiği gerilim duygusuyla çok beğenilir, gişelerde başarılı olmasının yanı sıra eleştirmenlerden yüksek notlar alır. Joseph Sargent’ın yönettiği filmde başrolleri Walter Matthau, Robert Shaw, Martin Balsam ve Héctor Elizondo üstlenir. Filmin David Shire imzalı müziği, 1970’lerin en ilham verici ‘soundtrack’lerinden biri olarak kabul edilir. ‘The Taking Of Pelham One Two Three’, daha sonra iki kez daha çevrilir. İlk 1998 yapımı bir televizyon filmi; ikincisi ise Tony Scott’un yönettiği Denzel Washington ve John Travolta’nın oynadığı 2009 yapımı sinema filmidir. Her ikisi de ilkinin başarısına ulaşamaz.
ŞARK EKSPRESİNDE CİNAYET (1974)
(Murder on the Orient Express)
Usta yönetmen Sidney Lumet'in imzasını taşıyan film, sinemadaki en iyi Agatha Christie adaptasyonlarından biri olarak kabul edilir. 1934’de yayımlanan romandan uyarlanan filmin başındaki gerçek dışı, egzotik İstanbul sahnelerine rağmen bu ilk uyarlama, 2017 yapımı gösterişli ikinci çevrimden daha iyidir. Senaryo romana daha sadık, anlatım ve stil daha klasiktir. Hercule Poirot rolünde Albert Finney'yi izlediğimiz film, İstanbul'dan yola çıkan Şark Ekspresi'nde işlenen bir cinayeti konu alır. Aslında her şeyiyle mükemmel bir suçtur ama trenin yolcuları arasında özel dedektif Poirot da vardır. Poirot, Balkanlardaki kar fırtınası nedeniyle yolda kalan trende yolcularla tek tek görüşerek sonuca ulaşmaya çalışır. Oyuncu kadrosundaki yıldız isimler arasında ilk akla gelenler Ingrid Bergman, Lauren Bacall, John Gielgud, Jacqueline Bisset, Sean Connery ve Anthony Perkins...
CASSANDRA GEÇİDİ (1976)
(The Cassandra Crossing)
Gerçekleştirdikleri eylem sırasında çok tehlikeli bir virüsle enfekte olan 3 teröristten biri hayatta kalır ve Cenova’dan Stockholm’e giden trene biner. Hava yoluyla bulaşan ölümcül virüsün trendeki tüm yolcuları bulaşması ihtimalini göz önüne alan yetkililer, trenin güzergâhını değiştirirler. Hiçbir ülkenin kendi sınırları içinde durmasını istemediği bir karantina trenidir artık. Tren, 1948’den beri kullanılmayan, yıkılma tehlikesi olan Ukrayna – Polonya arasındaki Cassandra Geçidi’ne yönlendirilir. Tüm bu süreçte, trenin içindeki yolcular, kurtulmak için ellerinden geleni yaparlar. Oyuncu kadrosunda Sophia Loren, Richard Harris, Ava Gardner, Martin Sheen, Burt Lancaster gibi starlara yer veren filmi George Pan Cosmatos yönetmişti.
SÜRÜ (1979)
Yılmaz Güney’in cezaevinde yazdığı “Sürü”, koyunlarını satmak üzere Ankara’ya giden göçebe bir aşiretin reisi Hamo (Tuncel Kurtiz), oğlu Şivan (Tarık Akan) ve gelini Berivan’ın (Melike Demirağ) trajik öyküsü üzerine kurulu destansı bir film. Yılmaz Güney, Türkiye’deki feodalizmin çözülme sürecini, kapitalizmin gelişimini ve ülkede tüm hızıyla süren sınıf savaşını insan manzaraları eşliğinde anlatıyor. Tren yolculuğu Hamo’nun ve temsil ettiği feodalizmin çıkışsızlığını anlatan bir metafora dönüşüyor. Zeki Ökten’in yönettiği film, yurt içi ve yurt dışında kazandığı ödüllerin yanı sıra yapılan birçok soruşturmada tüm zamanların en iyi yerli filmlerinden biri olarak gösteriliyor bugün.
RUNAWAY TRAIN (1985)
Usta Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın, 1960’lı yıllarda ABD’de çekmek istediği bir filmdi. Finansal sorunlar nedeniyle proje, 1967 yılında iptal edildi. Yıllar sonra, 1980’li yıllarda Amerikalılar tarafından yeniden ele alındı ve bu kez Rus yönetmen Andrey Konchalovsky’ye emanet edildi. Konchalovsky, bir söyleşisinde yeniden yazılsa dahi senaryonun Kurosawa’nın çıkış noktalarına sadık kaldığını belirtmişti. Başrollerinde Jon Voight, Eric Roberts ve Rebecca De Mornay’in oynadığı film, gösterime girdiğinde seyirci ve eleştirmenlerden olumlu tepkiler aldı. Gerilim türündeki film, cezaevinden kaçan iki mahkûm ile lokomotif sürücüsünün asistanı genç kadının Alaska’ya doğru giden ve kontrolden çıkan bir trende sıkışıp kalmasını anlatıyordu. Film, en iyi erkek oyuncu (Jon Voight) en iyi yardımcı erkek oyuncu (Eric Roberts) ve en iyi kurgu dallarında Oscar’a adayı olmayı başarmıştı.
THE DARJEELING LIMITED (2007)
Birbirlerinden çok farklı üç erkek kardeş, babalarının cenazesinden yaklaşık bir yıl sonra Hindistan’da bir tren yolculuğuna çıkarlar. İçlerinde en büyük olan Francis (Owen Wilson) yakınlarda geçirdiği trafik kazası nedeniyle başı bandajlı olarak katılır yolculuğa. Francis’in amacı ayrı düştüğü kardeşleri Peter (Adrien Brody) ve Jack (Jason Schwartzmann) ile ruhsal bir yolculuk gerçekleştirmek; yıllardır görmedikleri anneleriyle buluşmaktır. Francis, kardeşlerinin her an kendisini bırakma ihtimaline karşı pasaportlarını yanında tutmaya karar verir. Öte yandan, yolculuk ilerledikçe kardeşlerin aralarında anlaşmazlıklar baş göstermeye başlar… Filmi yazan ve yöneten Wes Anderson sadece kardeşlerin aralarındaki sorunlara değil, anne ve babalarıyla olan ilişkilerine de odaklanır. Adını kardeşleri bir araya getiren trenden alan ‘The Darjeeling Limited’, diğer tüm Anderson filmleri gibi mizah duygusu ve görselliğiyle öne çıkar.
DURDURULAMAZ (2010)
(Unstoppable)
Film, patlayıcı yüklü vagonlarıyla kontrolden çıkarak hızla ilerleyen, son derece tehlikeli başıboş bir trende zamana karşı verilen savaşı anlatıyor. Chris Pine işe yeni alınan genç kondüktör Will’i, Denzel Washington ise şirketin kurtulmak istediği eski elemanlardan tecrübeli teknisyen Frank’i canlandırıyor. Kâr hırsıyla yönetilen şirketin peş peşe yaptığı hataların ardından Will ve Frank, yönetimin onaylamadığı bir çözümü hayata geçirmeye çalışıyorlar. Usta yönetmen Tony Scott, ölmeden önce çektiği son filminde her zaman olduğu gibi kurguyu çok etkin bir biçimde kullanıyor ve gerilimi sürekli üst noktada tutuyor. Treni de adeta sessiz bir ana karakter haline getiriyor. İyi bir yönetmenin elinden çıkma sağlam bir aksiyon gerilim...
YAŞAM ŞİFRESİ (2011)
(Source Code)
Afganistan’da savaşan Amerikan askeri Colter Stevens (Jake Gyllenhaal), Chicago’ya giden banliyö treninde uyanır. Neler olduğunu anlamaya çalışırken, tanımadığı birinin bedeninde olduğunu keşfeder. Sonra bir bomba patlar ve Yaşam Şifresi adlı bir makinenin içinde tekrar uyanır. Ekrandaki üniformalı kadın (Vera Farmiga), yeni görevinin, trendeki bombayı ve bombacıyı bulmak olduğunu bildirir. Üstelik, Stevens’ın bunu gerçekleştirmek için her seferinde sadece 8 dakikası vardır. “Nörolojide yeni keşifler”, “zaman yolculuğu”, “paralel evrenler” gibi bilimkurgu motiflerini kullanan “Yaşam Şifresi”, ölümden sonra hayat, ruhani olgunlaşma gibi metafizik temalara da sürüklemeye çalışıyor seyircisini ama öncelikli hedefi gerilim dolu bir aksiyon… Yönetmen Duncan Jones, dar mekânlarda geçen filmi sinemasal olarak çekici kılmayı başarıyor.
SNOWPIERCER (2014)
Bir Fransız çizgi romanından yönetmen Joon-ho Bong ve Kelly Masterson tarafından sinemaya uyarlanan “Snowpiercer”, küresel ısınmaya karşı verilen mücadelenin ardından buz çağını yaşamaya başlayan bir dünyada geçiyor. Yenilenebilir enerjiyle hiç durmadan ilerleyen ve dünyayı baştan sona dolaşan bir trende yaşayanlar dışında, gezegendeki hayat sona ermiştir. Hikâye, trenin kuyruk bölümünde çok kötü şartlarda yaşamını sürdüren en alttakilerin isyanı üzerinden şekilleniyor. Asilerin son vagondan başlayıp lokomotife kadar uzanan sürprizlerle dolu yolculuğu, dar mekânda geçen bir dövüş ve aksiyon filmi formatında sunuluyor. Tren, geleceğin karanlığından ziyade içinde yaşadığımız dünyayı ya da düzeni yansıtan bir metafor. Final dünya için kurtuluşun nerede olduğunu da sorguluyor. Güney Kore – Çek Cumhuriyeti ortak yapımı filmde Chris Evans, Tilda Swinton gibi yıldız isimlerden oluşan uluslararası bir kadro görev alıyor.
ZOMBİ EKSPRESİ (2016)
(Train to Busan – Busanhaeng)
Şehirlerarası bir tren yolculuğu sırasında hem zombilere hem de zamana karşı mücadele veren insanların gerilim dolu hikâyesi... Amerikan korku – gerilim filmlerinde olduğu gibi ahlaki mesajı öne çıkaran “Zombi Ekspresi”nin öyküsü, fon yöneticiliği yapan finansçı Seok-woo’nun geçirdiği değişim üzerinden ilerliyor. Seok-woo sadece kendi çıkarlarına odaklanmış işkolik biri. Kızını annesine götürmek için bindiği trende, zombilere karşı mücadele verirken bencilliğiyle yüzleşiyor. Sang-ho Yeon’un yönettiği Güney Kore yapımı filmin asıl meselesi, ölüm korkusu karşısındaki insanlık halleri... İnsanlar sadece zombilere karşı değil, henüz enfekte olmamış kişilerin bencilliğine karşı da savaşıyor. Bir yanda sadece kendi canını düşünen korkaklar, diğer yanda ise zombilere karşı savaşırken temel insani değerlerini kaybetmeyenler var.
DOĞU EKSPRESİNDE CİNAYET (2017)
(Murder on the Orient Express)
İlkinden 43 yıl sonra gerçekleştirilen yeni uyarlamanın handikabı, hikâyenin ve finalinin bilinirliği... Belki de bu nedenle, Michael Green’in uyarladığı senaryo yer yer Agatha Christie’nin romanından uzaklaşmayı göze alıyor. Yeni film de vasatın üstünde. Bunda filmde Hercule Poirot’yu da canlandıran Kenneth Branagh’ın özenli yönetimi ve Michelle Pfeiffer, Johnny Depp, Daisy Ridley, Penelope Cruz, Willem Dafoe, Judy Dench, Josh Gad gibi oyuncuların katkısı azımsanamaz. Branagh, yönetmen olarak öyküye hız katmak, “tek mekânda geçen, diyaloglara dayalı durağan film imajı”ndan kurtulmak için elinden geleni yapıyor. Hatta biraz aksiyon, kovalamaca ve dövüş bile ekliyor. Filmin iyi yanları arasında “oryantalist tablo” güzelliğindeki İstanbul sahneleri var. Karaköy limanı, Tarihi Yarımada’da ilerleyen tren görüntüleri ve fırından taze çıkan susamlı pidelerle betimlenen 1930’ların İstanbul’u, dijital efekt yardımıyla da olsa filme farklı bir hava katıyor.