Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

GEÇEN haftalarda ortaya çıkan Cambridge Analytica’nın Facebook kullanan kişilerin verilerini ABD seçimlerini etkilemek üzere yasadışı şekilde kullanmasının açığa çıkarılması sayesinde “kral çıplak” masalını tekrar hatırladık. 2004’te kurulan ve bundan 14 sene sonra 1 milyar 350 milyon kullanıcısı olduğu ifade edilen Facebook’a ilkokul arkadaşlarımıza “merhaba” demek üzere girmiş ve sonra nasıl olduğunu anlayamadığımız bir şekilde hayatımızın önemli bir bölümünü orada depolamaya başlamıştık. Adım adım.

Önce arkadaşlarımızın doğum günlerini ajandaya not etmekten vazgeçtik. Nasıl olsa bize hatırlatılıyordu. En son 20 yıl önce gördüğümüz ve hatta yolda görsek tanımayacağımız kişinin doğum gününde “İyi ki doğdun” demeyi atlamadık. Yeni nesil sosyallik bunu gerektiriyordu. Sonra çocuklarımızın dünyaya gözlerini açtığı ilk anların fotoğraflarını yükledik profilimize; böylece kimseyle öpüşmeden onlarca tebrik alıp cevap olarak da gülümseyen surat yaptık. Bir yakınımızı kaybedince Facebook’a yazar, sanal taziyeleri de oradan toplar olduk.

Eski sevgililerimizin yeni hayatlarını, artık hiç yüz yüze bakmadığımız tanışlarımızın nerelerde gezdiğini, kimlerle görüştüğünü, neler yiyip içtiğini takip ettik. İlişki durumumuzu “karmaşık”tan “ilişkisi var”a getirirken yanına bir kalp yaptık.

Bir dönem sanal çiftliklerimizdeki havuçlar kurumasın diye işi gücü bırakıp vakti geldiğinde sulamaya koştuk; hepimiz birer toprak ağası olduk. Plazalarda, floresan ışık altında oturduğumuzu böylece unuttuk.

Arkadaşın şunu beğendi, kayınbiraderin şu etkinliğe gidecek, komşun şuraya yorum yazdı ile başlayıp “ismini yaz karakter analizini yapalım”, “resmini yükle önceki hayatında ne olduğunu bulalım”, “iki göbek at evleneceğin adamı anlatalım” gibi uygulamalarla birlikte paçayı iyice kaptırdık.

Zaman içinde sevgili M.Z. baktı ki Instagram’da daha fazla vakit geçiriyoruz, onu satın aldı; bütün sohbetler Whatsapp’tan dönmeye başlayınca onu da aldı ve bu şekilde her an, her yerden bizi gözetlemeye, sevdiklerimizi sevmediklerimizi, bu uygulamalara giriş yaptığımız her seferde nerede, hangi cihaza ve hangi saatlerde girdiğimizi, arkadaşlarımızla neler konuştuğumuzu da dahil edip bizi analiz etmeye, ona fütursuzca verdiğimiz özel hayat bilgilerimizi ince ince işlemeye hiç ara vermedi.

Bizi daha çok bilgi vermeye yöneltecek algoritmalar, çekicilikler, minnoşluklar düşünsünler diye adamlarına eşek yüküyle para verdi... Vermeye devam ediyor.

Ben Facebook diye yazdım ama siz her FB kelimesinin yerine Google oturtsanız da olur. Bu iki teknoloji devi her birimize ne zaman karnımızın acıkacağını, potansiyel sevgiliyle hayal edilen ilişkinin yürüme ihtimalini, evdeki su miktarının akşam çağırmayı düşündüğünüz misafire yetmeyeceğini filan söyleyebilecek kadar iyi tanıyor bizi. Peki biz paylaşmak istediğimiz bilginin sınırlarını biliyor muyuz? Biliyorsak bu sınırları nasıl koyacağımızdan haberimiz var mı? Sanmıyorum.

Nedense sanki internet kullanımı, sosyal medya kullanımı hususunda eğitilmesi, bilgilendirilmesi gerekenin yalnızca çocuklarımız olduğunu sanıyoruz. Oysaki onları doğru yönlendirebilmek için önce kendimiz bilmeliyiz. Mağdur olmadan, “Başıma bunlar nasıl geldi?” demeden sosyal medya kullanabilmek için kendimizi de bu konuda eğitmeliyiz. Bunun için bilenin bilmeyene anlattığı yapıların gerektiğine bir yandan da herhangi bir şey paylaşırken “Kendimle ilgili bu bilgiyi 3. kişilerle paylaşmaya hazır mıyım” diye durup düşünmekte, “izin veriyor musun” diye soran kutucukların içeriğini okumakta ve hayatımızın bu kadar içine girmiş teknoloji devlerinden şeffaflık ve dürüstlük talep edebileceğimizi bilmekte fayda var diye düşünüyorum. (Böyle yapıyor olsak Get Contact indirmeyiz mesela...)

Not:

Birkaç yüzyıl sonra 2000’li yılları inceleyecek olan mahdumlarımız (iklim hayatta kalmalarına müsaade edecek düzeyde tutulabilmişse) bize hayretle bakacak ve teknoloji kullanmak uğruna nasıl da acemice yaşadığımızı, ömrümüzü parlak ekran ışıklarına, olmayan hayatlara bakarak nasıl da boşa geçirdiğimizi okuyacaklar tarih derslerinde. Bence.

“Homo Sapiens’in bir türü varmış, kendi icatlarının kölesi olup yaşarmış...”

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar