Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Finlandiyalı yönetmen Juho Kuosmanen’in filmi ‘6 Numaralı Kompartıman’ (Hytti nro 6 – Compartment no: 6), geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü Asghar Farhadi’nin ‘Kahraman’ıyla paylaştı. 2016 yapımı ikinci uzun filmi ‘Olli Maki’nin Hayatındaki En Mutlu Gün’ (Hymyilevä mies) ile tanınan Kuosmanen’in Rusya’da çektiği film, 2021’in en çok ses getiren bağımsız yapımlarından biri oldu.

Kuzey Kutup dairesine doğru giden trende aynı kompartımanda kalan iki yabancının hikâyesini anlatan ‘6 Numaralı Kompartıman’, Moskova’da bir ev partisinde açılıyor. Moskova’da okuyan Finlandiyalı üniversite öğrencisi Laura (Seidi Haarla) ve sevgilisi Irina’yı (Dinara Drukarova) tanıyoruz önce. Laura, Irina ile birlikte planladıkları uzun tren yolculuğuna tek başına çıkacak olmanın sıkıntısını yaşıyor. Ama Irina, arkeoloji tutkunu Laura’nın Murmansk’a gidip petroglifleri, yani kayaların üzerindeki eski yazıları görmesinde ısrar ediyor.

Laura, yataklı kompartımanı paylaştığı genç Rus Ljoha (Yuri Borusov) ile ilk akşam kötü bir deneyim yaşıyor. Yerini değiştirmek, hatta üçüncü mevkiye geçmek istiyor ama başka seçeneğinin olmadığını anlıyor. Sabah yolculuğunu sonlandırmayı düşünüyor. Fakat Irina ile yaptığı telefon konuşması umduğu gibi geçmeyince trene dönüyor.

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra, 1990’ların ilk yarısında geçen hikâye, görünürde hiçbir ortak noktası olmayan iki insanın zorunlu ilişkisi üzerine kurulu… Olup biten her şeyi genelde Laura’nın bakış açısından seyrediyoruz. Dolayısıyla, ilk başta Ljoha’yı çekilmez biri olarak görüyoruz. Ertesi gün, gösterdiği iletişim kurma ve yakınlaşma çabalarının pek işe yaramayacağını biliyoruz. Ama Laura, bir şekilde onu kolay kontrol edebileceğini anlıyor. Dahası, olaylar geliştikçe, kadınların sözünü dinleyen, kaba saba görünümüne rağmen özünde uysal ve zararsız bir erkek olduğunu fark ediyor.

Ne var ki, aralarındaki mesafenin kolay kapanmayacağını hissediyoruz. Ljoha, kadınlarla iletişim kurmasını bilmeyen, duygularını saklayamayan biri. En baştan itibaren asıl sorunu, kadın olarak hoşlandığı entelektüel ve kibirli Laura’nın kültürel üstünlüğü karşısında ne yapacağını, nasıl davranacağını kestirememesi aslında… Laura, Murmansk’a neden gittiğini sorduğunda, maden işçisi olmasına karşın, laf kalabalığı yapıp araya ‘business’ kelimesini sıkıştırarak kendini komik duruma düşürmesi mesela… Sonuçta onunla eşit görmek istiyor kendini. Kibarlık nedir, ne değildir pek haberi yok. Yine de iletişim kurmak, flört etmek için elinden geleni yapıyor.

Filmin en güçlü ve etkileyici yanı, Laura ile birlikte Ljoha’nın gerçek benliğini, savunmasızlığını, kalbindeki iyiliği görmeye başlamamız galiba. Dolayısıyla, sadece Laura’nın değil bizim ön yargılarımız da bir noktadan sonra kırılıyor. Ljoha’nın iyi niyeti, çocuksu saflığı ve neyi var neyi yoksa ortaya koymaya hazır özverisi, giderek daha görünür hale geliyor; hem bizi hem Laura’yı etkiliyor. Bütün bu süreçte, Laura’nın kültürel, sınıfsal olarak kendi dengi olarak gördüğü Irina ve trene binen Finlandiyalı gençle olan deneyimlerini düşündüğümüzde, Ljoha’nın güvenilir karakteri daha çok öne çıkıyor.

Öte yandan, imkânsız bir aşk hikâyesi seyrettiğimiz öne sürülebilir. Trendeki son saatlerinde Laura tavrını ve yaklaşımını değiştirmesine rağmen Ljoha’nın halleri çok etkileyici. O noktada, Ljoha’nın sadece duygusal değil, göründüğünün aksine duyarlı biri olduğunu anlıyoruz.

Filmin sonunda, Laura’nın da artık bir daha aynı insan olamayacağını hissediyoruz. Laura’nın trene bindikten sonraki ruh hallerini, davranışları ve duygularındaki değişimi onunla birlikte yaşasak da onu çok iyi tanımıyoruz aslında. Irina’yla ilişkisinin, onun Moskova’daki evi ve bohem çevresinin kendisi için ne ifade ettiğini Ljoha’ya anlattığı sahnede, Laura’ya belki ilk kez duygusal olarak yakınlaşıyoruz. Orada Laura’nın da tıpkı Ljoha gibi daha iyi bir hayat özlemi çeken, hayalleri olan genç bir insan olduğunu kavrıyoruz. Kalp kırıklığı ve yalnızlık, her ikisinin de ortak noktası olarak çıkıyor karşımıza. Ljoha o konuşma sırasında Laura’nın samimiyetinden, kendisiyle duygularını paylaşmasından etkileniyor, hatta mutlu oluyor. Öte yandan, aynı konuşma Laura’nın özlemleri ve hayalleriyle ondan ne kadar uzak olduğunu da gösteriyor.

Aslında baştan sona yalnızlık üzerine buruk bir film seyrediyoruz. Özellikle filmin son bölümü, yani tren Murmansk’a vardıktan sonra yaşananlar, hikâyeyi başka bir noktaya taşıyor. Laura’nın kent merkezinden çıkıp karlı ve soğuk havada petrogliflere ulaştığı kara yolculuğu da unutulmaz anlar vadediyor. Karakterlerin yalnızlığını, hüznünü, soğuğu, kışı ve o imkânsızlık duygusunu içimizde hissediyoruz.

Laura bir sahnede neden 10 bin yıllık petroglifleri görmek istediği sorusunu ‘Geleceği anlamak için önce geçmişe bakmak gerekiyor’ diye yanıtlıyor. Tuhaf olan, filmin her iki karakterin geçmiş hikâyesini bazı ipuçları verip tümüyle bize bırakması… Laura ve Ljoha arasındaki ilişkiyi anlamamızı sağlayan asıl cümle ise bence filmin başındaki parti sahnesinde Irina’nın ‘Kime ait?’ diye sorduğu Marilyn Monroe özdeyişinden geliyor. Monroe, başkalarıyla sadece ‘bazı parçalarımızın’ (only some parts of us) bağ kurabileceğini ve bunun karşılıklı olduğunu söylüyor.

Hayatının bir döneminde Moskova’da üniversite eğitimi alan Finlandiyalı yazar Rosa Liksom’un 2011’de yayımlanan aynı adlı romanını Andris Feldmanis ve Livia Ulman ile birlikte filme uyarlayan Juho Kuosmanen, orijinal eseri bir çıkış noktası olarak kullandığını belirtiyor. Yolculuğun güzergahını ve geçtiği dönemi değiştiren Kuosmanen, yapımcılar ve teknik ekibin yoğun itirazlarına rağmen filmi hareket eden gerçek bir trende çekme fikrinde ısrar etmiş. Dolayısıyla, tren çekimleri çok zorlu geçmiş; uzun zaman almış. Birçok tecrübeli sinemacının ‘Ne gerek var ki?’ diyeceğinden emin bile olsam, filmi seyrederken Kuosmanen ve ekibinin verdikleri emeğin karşılığını aldıklarını düşünüyorum. Çünkü hareket halindeki trenin içinde yapılan çekimlerin filme hiper gerçekçilik ve doğallık getirdiği kesin. Yeri gelmişken görüntü yönetmeni Jani-Petteri Passi’nin nispeten küçük bir kamera olan Arricam LT ile çalıştığını ve 35 mm pelikül film kullandığını belirtelim. Birçok sahnede hareketli kameranın tercih edildiği ‘6 Numaralı Kompartıman’, dar mekânda geçen çekimleriyle stüdyoda gerçekleştirilen ana akım tren filmlerinden net şekilde ayrılıyor. 2.39:1 gibi panoramik bir kadraj formatı ve yer yer geniş açı lensler kullanılmasına rağmen trende geçen sahnelerde film ‘klostrofobi’ duygusunu hiç kaybetmiyor; ‘organik’ ve sahici bir his veriyor.

Öte yandan, Kuosmanen alıştığımız tarzda yolculuk manzaraları kullanmıyor. Kamera trenin içinden ve karakterlerinin yanından pek ayrılmıyor. Karakterler veya kamera trenin penceresinden ne görüyorsa biz de onu görüyoruz. Stüdyoda çekilen birçok filmde olduğu gibi tren penceresi, özel efekt marifetiyle dış dünyaya açılan ferah bir ‘manzara ekranı’na dönüşmüyor.

Kuosmanen, tren dışında geçen sahnelerde de başarılı. Özellikle son bölümde, soluk bir renk paletiyle karakterlerin doğanın içindeki hallerini, aralarındaki ilişkileri anlatırken, detayları çok iyi işleyerek filmini melankolik ve duyarlı bir noktaya taşımayı biliyor.

Filmde fon müziği yerine ara sıra karakterlerin dinlediği şarkılar var. Özellikle 1989’dan kalma Desireless şarkısı ‘Voyage Voyage’, filmin dünyasına oluşturduğu kontrastla dikkatimizi çekiyor.

Başrollerdeki Seidi Haarla ve Yuri Borisov’un mükemmel performanslar çıkardıklarını, oyunculuklarıyla finale doğru filmi çok etkili hale getirdiklerini mutlaka söylemek gerek.

Kuosmanen’in ikinci uzun filmi Finlandiyalı boksör Olli Maki’nin gerçek hikâyesini anlatan ‘Olli Maki’nin Hayatındaki En Mutlu Gün’ü en iyi boks filmlerinden biri olarak kabul edilir. Özellikle hikâyesi, ayrıntıları ve karakterlerini çok sevdiğim ‘6 Numaralı Kompartıman’ın da tren yolculuğunu konu alan en iyi filmler arasına gireceğini düşünüyorum.

8/10

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar