Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

SAVAŞIN ne demek olduğunu ve hakiki çehresini 1980’lerin hemen başında öğrendim.

O senelerde muhabir olarak dolaştığım Ortadoğu’da iki kanlı mücadele vardı: İran-Irak ve Lübnan iç savaşları... İsrail’in 1982’de Filistinli gerillaları bahane ederek Lübnan’ı işgal etmesi ile herşey daha da karışmış, birbirine girmişti.

Asıl savaş, yani iki devlet arasında cephelerde yaşanan kanlı mücadele ise İran ile Irak arasında idi. Her iki ülke birbirine girmişti, uzun sınırları boyunca kan dökülüyordu, en şiddetli çarpışmalar Basra ile Hürremşehir taraflarında yaşanıyordu, hattâ Türkiye sınırına hayli yakın olan Revanduz da savaş alanı olmuştu.

Sıra sıra cesetler ile ilk defa o savaşta, Basra Cephesi’nde karşılaştım. 1981 ilkbaharı olacak, İran birlikleri Basra’da ilerlemiş ama Iraklılar ilerleyişi durdurmuş ve İran’a hayli zayiat verdirmişlerdi. İnternetin ve dijital teknolojinin henüz icat edilmediği o günlerde haber demek güçlükle temin edilebilen teleksle yazılabilen birkaç satırdan ve gönderilen fotoğraflardan ibaretti. Gazeteciler o ilkbaharda Basra cephesine akın etmişler, Irak da zaferini duyurabilmek için büyük hazırlıklar yapmıştı.

BİR CESED DEKORU

Hazırlığın ne olduğunu tahmin edemezsiniz: Cephede yüzlerce metrelik bir hatta İranlı askerlerin cesedlerini yığmışlardı! Kurşun ve şarapnellerle delik deşik olmuş bedenlerle, etrafa dağılmış kollarla, bacaklarla ve vücudun hangi kısmına ait olduğu anlaşılamayan cesed parçalarıyla!

Irak’ın bu zafer alâmetleri çölün kırk küsur derece sıcağında kendiliğinden kavrulup kararmış ve etrafı bilindik cesed kokusundan farklı bir başka koku sarmıştı...

Ama asıl faciaya Hürremşehir’de şahit oldum...

Hürremşehir bir ara Irak’ın eline geçmiş, İran “Özgür Şehir” mânâsına gelen Hürremşehir’in ismini “Huninşehir”, yani “Kanlı Şehir” yapmış ve işgalden kurtarılmasına kadar isminin bu olacağını ilân etmişti...

Kurtarma harekâtı 1983 sonbaharında başladı ama İran harbin başladığı üç sene içerisinde öylesine zayiat vermişti ki, 15-16 yaşındaki çocukları bile sadece birkaç günlük sözümona bir askerî eğitimden sonra ellerine silâh verip cepheye sevkediyorlardı...

En şiddetli çarpışmaların yaşandığı günlerden birinde Huninşehir cephesine gittim ve eşine-emsâline zor rastlanacak bir faciaya şahit oldum:

Çocuk yaştaki İranlı askerler yüzlerce metre uzunluğundaki siperlerde hücum emrini beklerlerken Iraklılar siperlerin kendi taraflarına uzanan ucundan topuk seviyesine gelecek kadar su pompalamış sonra da elektrik vermişler ve yüzlerce gencin hayatı birkaç saniye içerisinde böyle noktalanmıştı...

“Savaş”, işte bu idi; üstelik bütün bu katliam iki Müslüman memleket arasında yaşanıyordu!

ŞUUR KAYBINDAN DA ÖTE...

Sonraki senelerde dünyanın değişik yerlerindeki savaşlarda da bulundum ve bu işin nasıl büyük bir âfet olduğunu daha yakından görüp öğrendim.

Dolayısı ile “Gidelim, savaşalım, vuralım, yakalım, yıkalım, derslerini verelim!” gibisinden sonradan meydana gelecek faciaları düşünmeden atılan hamasî nutukların neticesinde yaşanacakların ne olduğunu bilenlerin savaşa karşı çıkmaları bir yerde vazifeleridir. Ama sınırlarınızın hemen yanıbaşında her türlü mel’aneti plânlayıp masum sivillerin bile canını pervasızca alanlara karşı eliniz- kolunuz bağlı oturmak kayıtsız bir hamakat; etrafınıza böyle şer tohumlarının atılmasına göz yumup barış zamanlarının faziletini kastederek söylenmiş olan “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünü düşünce tembelliğinin şiarı hâlinde tekrarlayıp durmak ise umursamaz bir rehavettir.

“Bütün bu sözleri etmek kolay” diyebilirsiniz; zaten Afrin’de ardarda şehid düşen Astsubay Üstçavuş Musa Özalkan ile Piyade Üsteğmen Oğuz Kaan Usta’nın yakınlarının acısını hiçbir sözün dindirmeyeceğini söylememe gerek bile yok.

Ama etrafımız maalesef ateş çenberi hâlinde, dünyanın tâââ diğer ucundan gelip sınırlarımızda işler çevirmeye çalışılıyor ve adamlar bir asır önceki mirasımızı şimdi kendi başlarına, canlarının istediği gibi paylaştırmaya hevesleniyorlar...

Bize müdahaleden başka çarenin bırakılmadığı böyle bir vaziyette birkaç tarafgir idrak fukarasının hâlâ “Savaşa hayır” diyebilmeleri şuur kaybından da öte bir iştir!

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar