Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Adalar’da atlara karşı yapılan ve katliam boyutuna gelmesine ramak kalan eziyetleri haftalardan buyana gazetelerde okuyor, zavallı kurbanı hayvanların ne hâle getirildiklerini ekranlarda görüyoruz…

Faytonlara çekilen atlar doğru dürüst zaten beslenmiyor, aç-bîilâç çalıştırılıyor, iş görecek dermanları kalmayınca da ölmeleri için bir tarafa atılıyorlar; yerlerini aynı şekilde katledilecek yenileri alıyor ve zavallı atları bu âıbetten korumak isteyen hayvanseverler de faytoncuların saldırısına uğruyor!

Gönüllülerden oluşan, bu facialara ellerinden gelebildiğince ve imkâlarının yettiği ölçüde mâni olmaya çalışan “Yük Hayvanlarını Koruma ve Kurtarma Derneği”nin birkaç ay önce yaptığı açıklamaya göre Adalar’da faaliyet gösteren 272 faytonda 1540 at mevcut; atların 230’u Büyükada’da çalıştırılıyor ama her sene 400’ü açlık, susuzluk, bakımsızlık ve kazalar sebebi ile ölüyor…

Büyükada’da birkaç ay önce telef olan atlardan biri (Sözcü Gazetesi’nden)

BELÂ ÜSTÜNE BELÂ YAĞDI

İstanbul Adaları’nın hayvanlar bakımından aslında geçmişten gelen kötü bir şöhreti vardır ve Hayırsızada’da iki defa yapılan köpek katliamı bizim için tam bir utançtır!

Önce, bu rezaletleri hatırlatayım:

Dört ayaklı mahlûkların adedi İstanbul’da her zaman fazla olmuş, köpek sayısındaki artış patlama halini aldığı zamanlarda devrin iktidarı çare aramış, bulunan çare genellikle köpekler için bir “toplama kampı” teşkili olmuş ve kamp Marmara’nın ortasındaki Hayırsızada’da kurulmuştu.

İstanbul köpekleri ilk toplu sürgünü 19. yüzyılın ilk çeyreğinde, İkinci Mahmud zamanında yaşadılar. Hükümdar, İstanbul’da ne kadar köpek varsa tutulup Hayırsızada’ya gönderilmesini buyurdu, birkaç gün boyunca şehirde belki de tek bir hayvan kalmadı ama İstanbullulardan tepkiler geldi. Halk “Hayvanlara eziyet etmek uğursuzluk getirir, başımıza iş açılır, köpekleri orada bırakmayalım” diye homurdanmaya başlayınca Hayırsızada’daki sağ kalan köpekler yeniden teknelere konup İstanbul sokaklarına salındılar ama beklenen uğursuzluk da gecikmedi: Yunanistan isyan edip artık bağımsız olduğunu duyurdu, Avrupa donanması Navarin’de Türk donanmasını ateşe verdi, tek bir savaş gemimiz kalmadı.

Sonra aradan seneler geçti, 1910’a gelindi ve köpek meselesini çözmeye bu defa İstanbul’un “Şehremini”, yani Belediye Başkanı Suphi Bey soyundu. O senenin Haziran’ının ilk günlerinde İstanbul’daki bütün köpeklerin tekrar Hayırsızada’ya yollanmasını emretti, iktidardaki İttihadçılardan da destek aldı ve birkaç gün içinde 80 bin civarında köpek çatanalara yüklenip mecburi bir ada yolculuğuna çıkartıldı.

Hayırsızada sadece kayadan ibaretti, üzerinde dikili tek bir ağaç bile yoktu ve 80 bin köpeğin feryadı söylendiğine göre geceleri artık İstanbul’dan işitilir olmuştu... Sesler birkaç gün sonra kesildi, zira köpekler yaşayabilmek için birbirlerini yediler hiçbiri hayatta kalmadı...

Ama, İstanbul halkının söylediği uğursuzluk yine gecikmedi, Balkan Savaşı patladı ve bize hem yüzbinlerce kilometrekare toprağa, hem de milyonlarca şehide mâloldu.

Suphi Bey’in bütün çabasına rağmen tamamını ortadan kaldıramadığı köpekleri yoketmek, sonraki belediye başkanlarından Operatör Cemil Paşa’ya düştü... Paşa seneler sonra yayınladığı “80 Yıllık Hatıralarım” başlıklı kitabında kendi dönemindeki köpek kıyımını “Meşrutiyet’in ilânından sonra, İstanbul’daki köpeklerin büyük bir kısmı toplatılarak Marmara’daki Hayırsız Ada’ya gönderilmişti. Bununla beraber belediye başkanlığına tâyinim sırasında 30 bine yakın köpek buldum. Bunları yavaş yavaş imha ettirdim. ...Süprüntüleri sabahları kapılarının önüne bir çöp kabı içinde koymayıp sokağa atanların çöplerini tekrar evlerinin içine döktürdüm” diye övünerek anlatacaktı...

Bu iki hadise hayvanseverler için tarihimizin büyük lekeleri olarak kaldı ama birer istisna olan köpek katliamlarının haricinde hayvanlara kötü muamele edilmesine izin vermemiş, göçmen kuşlar için bile vakıflar kurmuş, atlara kötü muamele edilmesine padişah fermanıyla mâni olmaya çalışmış, yük beygirleri için de “hafta tatili mecburiyeti” getirmiştik.

Hattâ padişahlardan biri, Genç Osman, çocuğu gibi sevdiği atı “Süslü Kız” hayata vedâ edince Üsküdar’daki Kavak Sarayı’nın avlusuna defnettirir, başına bir de kitabe diktirdi ve Süslü Kız asırlarca “İstanbul’un at evliyası” olarak bilindi!

Genç Osman’ın “Süslü Kız” isimli atı için diktirdiği mezartaşı

Hattatın at şeklinde yazdığı dua.

BU EMRİN TARİHTE EMSÂLİ YOKTUR!

Hayvanlara karşı hissettiğimiz muhabbetin en önemli belgesi, 1587’de Sultan Üçüncü Murad’ın verdiği fermandır.

Hükümdar, İstanbul Kadısı’na hitaben yazdırdığı fermanında beygir sahiplerinin atlarını iyi beslemelerini ve üzerilerine tahammül edebilecekleri ağırlıktan fazlasının yüklememelerini emrettikten sonra, Kadı’ya “Emirlerime uymayanların isimlerini şereflerle dolu makamıma bildireceksin, ben de haklarından geleceğim” diyor.

Üçüncü Murad’ın fermanı ile himaye altına alınan yük hayvanı

İşte, 1930’lu senelerde tarihçi Ahmed Refik Bey’in yayınladığı Üçüncü Murad’a ait fermanının günümüz Türkçesiyle metni:

“...İstanbul Kadısı’na emirdir:

Mutluluklarla dolu makamıma gelen şikâyetlerden hasta, yaralı, nalsız ve semerleri harabolmuş bazı beygirlerin yük taşımakta kullanıldıklarını ve üzerlerine aşırı yük vurulduğunu öğrendim.

Taşıma işiyle uğraşanların beygirlerine bundan böyle tahammülün üzerinde yük koymaları, sakat ve zayıf beygirleri taşıma işinde kullanmaları yasaktır. Hayvanlar gayet iyi besleneceklerdir. Hayvanların sahipleri illerini birkaç beygirle beraber gördükleri takdirde, beygirleri yola sıra halinde çıkartacak, kendileri arkadan yürümeyip en önde gidecek ve ayvanların dağılmalarına yahut etrafa zarar vermelerine mâni olacaklardır.

Huzuruma gelen bir başka bilgi de, İstanbul’daki iskelelerde hammallık eden beygir sahiplerinin malını taşıdıkları kişilerden fazla para aldıkları şeklindedir. İskelelerdeki beygir sahiplerinin alacakları ücretler gidilecek yere göre değişmektedir ve kaç para verileceği de eskiden beri bellidir. Ama, artık bu ücretlerle yetinilmediğini ve birkaç kat para talep edildiğini öğrenmiş bulunuyorum.

Sana vaziyeti anlattıktan sonra şöyle buyuruyorum:

Yukarıda söylediklerime bundan böyle her şekilde itaat edilmesini sağlayacak ve emirlerime uymayanların isimlerini haklarından gelmem için şerefli makamıma sunacaksın. Emrimi siciline kaydedecek ve hammalların kethüdalarını da bu emrimden haberdar edecek ve aksine davranmaktan kaçınacaksın...”

Üçüncü Murad

SENDİKANIN SAĞLADIĞI TATİL GİBİ…

Hayvan sevgimiz sadece bu fermandan ibaret kalmamış, Osmanlı İmparatorluğu’nda bugünün Danıştay’ı ile Yargıtay’ı arasında yüksek mahkeme olan “Meclis-i Vâlâ”, 1856 yılında yük beygirlerinin eziyet görmesini önlemek için bir karar çıkartmış ve İstanbul Belediyesi’ni bu kararın uygulanmasını sağlamakla görevlendirmişti.

Prof. Dr. Vahdettin Engin’in Osmanlı Arşivleri’nde bulduğu ve İstanbul Belediyesi’nin karar uyarınca 1856’nın 2 Ekim’inde yük beygirlerinin sahipleri için hazırladığı talimatta günümüzün Türkçesi ile şöyle deniyordu:

“...Yük beygirlerinin cuma günleri tatil yapmalarının, sahiplerinin bu tatil günlerinde çalıştırılmayan beygirlere binmemelerinin ve semerlerine demir çubuklar mıhlattırmalarının eski bir âdetimiz olduğunu söylemeye gerek yoktur.

Fakat bir müddetten beri bu usule riayet edilmemekte, hayvanlar cuma günleri de çalıştırılmakta, üstelik çalışmayan beygirler o günlerde sahipleri tarafından binek hayvanı olarak kullanılmaktadır.

Hiç de hoş olmayan bu gibi uygulamalar, üstelik câiz de değildir.

Meclis-i Vâlâ’dan çıkan ve belediyemize gelen bir karar uyarınca, beygirlere bundan böyle cuma günleri tatil yaptırılacak ve semerlerinin üzerine çivi mıhlattırılmayacaktır. Ayrıca, yine bu hususta beygir sahipleri ile ekmek ve sebze taşıyan esnafın kethüdalarına da gerekli tebligatta bulunulacak, esnaf devamlı olarak kontrol altında tutulacaktır”.

Eski bir elyazması eserde at cinsleri

Süvari eğitimi konusundaki bir elyazması eser.

ADALAR’DA FAYTON ŞART MI?

Faytoncuların atları keyiflerinden değil, ekmek parası uğruna kullandıkları mâlûm ama netice niçin bu şekilde facialar ile neticeleniyor?

Dünyanın birçok şehrinde, özellikle de o şehirlerin tarihî bölgelerinde atlı arabalardan istifade edilir ama geri kalmış memleketler haricinde böyle bir hayvan telefine tesadüf edemezsiniz! Avrupa’da, meselâ Paris’te Seine Nehri’ne paralel bulvarlarda turislere hizmet veren faytonların sahipleri atlarına çocuklarına gösterdikleri gibi alâka gösterirler ve göstermemeleri de zaten ne mümkün? O bölgenin belediyesi tepelerine öyle bir biner ki, sicilleri bozulduğu takdirde bir daha belediyeden izin gerektiren iş yapmaları hiçbir şekilde mümkün olmaz!

Sözünü ettiğim Avrupa şehirleri ekseriyetle tabak gibi dümdüzdür ama ya Adalar? Yol sahilden itibaren dikleşir de dikleşir, tepelere doğru altmış dereceden de fazla eğim alıp ve zavallı hayvanlar haykırma, dürtme ve kırbaç altında bu yolları çıkmak, hattâ aynı eziyeti kayıp can verme tehlikesi altında inişte de çekmek mecburiyetindedirler…

Adalar’a nâdir de olsa gittiğim zamanlarda işte bu yüzden faytona binmem, tepeye de çıkacak olsam yürürüm ve fayton meraklıları hakkında içimden hiç de hoş olmayan hisler geçiririm!

Bu yerlerde fayton şart mı? Medenî memleketlerin benzer şekildeki engebeli arazilerinde kullanılan elektrikli vasıtalardan Adalar’da niçin istifad edilmez? Arada bir faytonların estetiği, tamiri, boyası, vesairesi için yardımda bulundukları söylenen kuruluşlar faytoncu esnafının fayton yerine aslında pek de pahalı olmayan, iri bir golf arabasını andıran üzerleri tenteli elektrikli araçları kullanmalarını niçin teşvik etmez?

Bu sorular daha da uzar gider ama meselenin en mühim tarafı “Atlar hakkında bir zamanlar padişah fermanı çıkartıp haftanın bir gününü hayvanlar için mecburî tatil ilân eden bize ne hâl oldu da Adalar’da toplu kıyımı andıran bu at telefatına böyle kayıtsız kalır hâle geldik?” sualine cevap bulabilmemizdir!

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar