Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Günledir sallanıp duruyorduk, Manisa can kaybı yaşanmadan sarsıldı ama büyük felâket dün gece Elâzığ’da meydana geldi…

Asırlar boyunca böyle sallanan Türkiye, depremin kaderi olduğunu ancak 1939’daki Erzincan âfetinin ardından anlayabildi, sonraki senelerde gelen felâketler bu tanışıklığını daha da güçlendirdi ama yaşanan acılar herşeyin olup bitmesinden kısa bir müddet sonra unutuldu, gitti. 1999’daki Marmara depreminden sonra da böyle oldu, gerçi hayatî öneme sahip birçok bina güçlendirildi, peşpeşe toplantılar yapıldı ama kaderimizin depremle birarada yazılmış olduğu halka ciddî şekilde öğretilemedi ve hafızalarda sadece “Türkiye bir deprem ülkesidir” sözü kaldı, o kadar…

Hani bundan on asır önce yaşamış olan Türk hükümdarı Gazneli Mahmud için meşhur “Şehnâme”yi yazan İranlı şair Firdesî’nin “Nişestend u goftend u ber-hâstend”, yani “Oturdular, konuştular ve kalkıp gittiler” diye Şark zihniyetini mükemmelen anlatan mânâlı bir mısraı vardır ya, işte onun gibi…

Elâzığ’da 8 Mart 2010’da meydana gelen ve 51 can alan 5,9’luk depremin ardından da böyle oldu… İşinin hakikaten erbâbı bir-iki deprem uzmanının “Hazırlıklara devam edelim, bunun arkası mutlaka gelecek” şeklindeki uyarıları da kulak arkası edildi ve neticede dün geceki facia yaşandı…

Türkiye’de ne zaman böyle bir deprem felâketi meydana gelse, hatırıma seneler önce yaşadığım bir hadise gelir…

Daha önce de yazmıştım, tekrar edeyim:

YERYÜZÜNÜN ÇIĞLIĞINI HİÇ İŞİTTİNİZ Mİ?

1990’ların sonunda, özel radyoların moda olduğu günlerdeydi…

Haftada bir gece, o senelerde çalıştığım gazetenin radyosunda program yapıyordum. Alaturka müziğin nadir ses kayıtlarını çalıyor, sohbet ediyor, arada bir de tarih, edebiyat yahut musiki gibisinden konuların uzmanlarını yahut profesyonel seviyede bilgi sahibi meraklılarını davet ediyordum ve saatlerce keyifli şekilde sohbet ediyorduk.

Bir gün, arkadaşlarımdan biri “Kandilli Rasathanesi’nin başında ‘Işıkara’ diye bir hoca var” dedi. “Çok tatlı konuşur, depremi anlatır, daha başka enteresan konulardan da bahseder. İstersen bir akşam onu davet et, hoş bir sohbet olur”.

Söylediği hocayı buldum ve davetimi kabul etti.

O senelerde henüz çok meşhur olmayan Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara’yı bu program vesilesi ile tanıdım. Hiç unutmam, hocayı Topağacı’ndaki evinden almış ve radyoya beraber gitmiştik…

Canlı yayındaki sohbetimiz hâlâ hatırımdadır. Hoca deprem dışında birşey konuşmadı, sadece Marmara Bölgesi’nin yakında bir felâkete uğrayacağını söyledi ve “Deprem geliyor ama hiç hazırlığımız yok. Çok kötü yakalanacağız” dedi.

Ailem 1967 yazında beni tatil için Sapanca taraflarında bir çiftliğe göndermişti ve o senenin Temmuz’undaki büyük depremi yerinde yaşamıştım. Ağaçların yerlere yapışırcasına eğilmelerini ve elektrik direklerinin bir o yana, bir bu yana gidip gelmelerini görmüş ama çok daha da korkuncuna şahit olmuş, saniyelerce devam eden sarsıntı sırasında yerin altından kulakları yırtarcasına yükselen sesi, yani yeryüzünün çığlığını işitmiştim.

Prof. Işıkara’nın anlattıkları işte bu yüzden alâkamı çekti ve canlı yayında birkaç saat boyunca sadece depremden, yakında gelecek olan felâketten bahsettik…

Derken program bitti ve hoca ile sohbetimiz devam etti. Bir ara çantasından bazı broşürler çıkardı, “Bunlarda depreme karşı alınması gereken tedbirler yazılı. Hepsini biz hazırladık. Gazetenin yönetimine göster. İlâve olarak vermeyi kabul ettikleri takdirde para falan istemeyiz, her türlü ilmî desteği de sağlarız” dedi.

Broşürleri ertesi gün gazeteye götürdüm, Işıkara’nın söylediklerini naklettim ve “Böyle şey olur mu? O adam panik mi çıkartmak istiyor?” cevabını aldım.

Mâlum felâket, o geceki radyo programından ve ertesi gün gazetede yaptığımız bu konuşmadan birkaç ay sonra yaşandı. 1999’un 17 Ağustos gecesi kendimi toparlamamdan hemen sonra ilk hatırıma gelen Prof. Işıkara’nın anlattıklarıydı ve sonraki senelerde ne zaman “depreme karşı hazırlıklı olmalıyız” dense, hatırıma hep bu hadise gelir…

Temennim artık böyle olmaması, oturup konuştuktan sonra kalkıp gidilmemesi ve hayata sanki hiçbirşey olmamışcasına devam edilmemesidir…

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar