Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

İstanbul’da eskiden “ev fasılları” olurdu...

Müzisyenler fasıl yapılacak evde on beş günde bir ve genellikle cuma akşamları biraraya gelirler, çalıp söylemeye saat sekizden sonra başlanır, arada yarım saatlik çay molası verilir, o yarım saat içerisinde tarihten edebiyata uzanan geniş bir alanda zamanın en güçlü üniversitelerine rahmet okutacak ağırlıkta sohbetler yapılır, sonra saza devam edilir ve musiki geceyarısına doğru sona ererdi...

Bu toplantılara “meşk” de denirdi ve en bilineni, Dr. Selâhattin Tanur’un önce Teşvikiye’deki, sonra Şişli’deki evinde iki haftada bir yapılan ev fasılları idi.

Selâhattin Bey’in fasılları Osmanlı’nın son büyük âlimlerinden İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Mercan’daki konağında yarım asırdan fazla yapılmış toplantıların devamıydı İbnülemin’in 1957’de vefatı üzerine meşkler edebiyatçı ve hoca Hakkı Süha Gezgin’in Beşiktaş’taki evine nakledilmiş, Hakkı Süha Bey’in de 1963’de vefatı ile müdavimler bu şehir geleneğini Dr. Selâhattin Bey’in evinde sürdürmüşlerdi.

Selâhattin Bey’in idaresinde yapılan fasıllar 1980 ilkbaharına kadar devam etti ve onun da vefatı ile de artık sadece hatıralarda kaldılar...

Ben, İbnülemin’in evindeki toplantıların devamı olan bu ev fasıllarına genç yaşlarımda, ortaokul senelerinde katılmaya başladım; nihayete ermelerine kadar hiç aksatmadım ve meşk akşamları yapılan sohbetlerde mekteplerden, kitaplardan yahut başka kaynaklardan edinemeyeceğim dünya kadar malûmat elde ettim...

Dün vefat eden büyük sanatkâr ve bestekâr Dr. Alâeddin Yavaşça’yı da bu fasıllarda tanımıştım...

Hocalarından olan Dr. Selâhattin Tanur’un meşklerini 1950’lere kadar hiç aksatmadığı söylenirdi ama artık hem zaman değişmiş, hem de hayat bambaşka gaileler getirmişti; toplantılara birkaç ayda bir gelir, ama gelip de fasıla iştirak ettiğinde herkesi coşturur, eski tâbiri ile etrafa revnak verirdi.

Ev meşklerine katılanların en genci ben olduğum için, herkesten “Şunu şöyle yapıp bunu böyle et ki istikbâlin parlak olsun” diye tavsiyeler alırdım...

Bir akşam Alâeddin Bey’in “Gençsin, istidatlısın, buradaki herkesten istifade et, birşeyler öğrenmeye çalış ve bilhassa Selâhattin Bey’den ne alabilirsen al!” demesi hâlâ kulaklarımdadır...

Aylar sonra tekrar geldiğinde, pek bilinmeyen bir hatırasını anlatmıştı...

İstanbul Erkek Lisesi’nin 40’lı ve 50’li yıllardaki meşhur matematik hocası “Sıfırcı” Yakup Bey, evsahibi Dr. Selâhattin Bey’in eniştesi idi. Alâeddin Bey “Musikiye Sıfırcı Yakup sayesinde başladım” demişti: “Beni çaktırdı, cebirden birkaç ay sonra yeniden imtihana girecektim ama o zamana kadar boş dolaşacağıma musiki ile alâkadar olayım dedim ve Yakup Bey’in çaktırması sayesinde iş buraya kadar geldi...”.

İSTİDATLI TALEBE KAPIŞILIRDI...

Türkiye’de imparatorluk asırlarından buyana değişmeyen bir kültür geleneği vardır: Yetenekli, ama hakikî ve güçlü yeteneğe sahip gençler memleketin neresinden gelmiş olurlarsa olsun payitahtın, yani başkentin yüksek kültür çevrelerinde her zaman himaye görüp yetiştirilmişler, önleri açılmış ve ilerlemeleri sağlanmıştır...

Meselâ, hat tarihimizin büyük ismi Kazasker Mustafa İzzet, Tosyalı; 17. asrın en önemli şairlerinden Nâbî de Urfalıdır. Kim olduğunu söylemeye lüzum görmediğim Ahmed Haşim, Bağdat’ta doğmuştur; basın tarihimizin meşhur makalelerinden olan “Kara Bir Gün”ün muharriri Süleyman Nazif, Diyarbakırlıdır...

Bu listeyi bir hayli uzatmak mümkündür...

Anadolu’da doğan ve sonraları hem kültür, hem sanat tarihimizde üstadlık mevkiine yükselen böyle birçok istidat sahibinin ortak özelliği, İstanbul’a gelme fırsatı bulduklarında üstadlar tarafından yetiştirilmeleri, hattâ üstadların böyle gençlere birşeyler öğretebilmek için nerede ise birbirleri ile yarışmalarıdır.

Meselâ, klâsik müziğimizin son büyük icracılarından olan Kâni Karaca...

1930’da Adana’da doğmuş, 1950’lerin başında İstanbul’a gelmiş, nasıl büyük bir yetenek olduğunu farkeden Üsküdarlı Ali Efendi, Sadettin Kaynak, Sadettin Heper ve Münir Nurettin Selçuk gibi zamanın en meşhur hocalarının elinde yetişmiş ve zamanla o da büyük bir üstad olmuştu...

Aynı teşvikin ve himayenin çok daha fazlasını, Kilis’in entellektüel bir ailesine mensup olan rahmetli Alâeddin Bey de gördü. İstanbul’da başta Zeki Ârif Ataergin olmak üzere Sadettin Kaynak, Münir Nurettin Selçuk, Refik Fersan, Dr. Selâhattin Tanur, Nuri Halil Poyraz, Mesud Cemil, Süleyman Erguner, Suphi Ezgi ve daha başka musiki üstadları tarafından yetiştirildi...

Alâeddin Bey’in hocalarının listesini dikkatli bir şekilde incelediğiniz takdirde, o senelerin musiki üstadlarının nerdeyse tamamının listede yeraldığını görürsünüz...

İstanbul’da 1940’ların ve 50’lerin entellektüel çevresi, zaten imparatorluğun Cumhuriyet’e devrettiği son entellektüel nesil demektir...

Alâeddin Bey böyle bir çevrede yetişti, yani Osmanlı’nın hayattaki son münevverleri tarafından yetiştirildi, onlar ile aynı havayı teneffüs etti; zevkleri ve estetik anlayışı da onlarla aynı oldu.

O yılların Alâeddin Yavaşcası çok ileri bir musiki yeteneği, nefis bir ses rengi ve böyle yüksek seviyedeki bir “emperyal” eğitim demekti...

Asıl mesleği olan doktorluğu bir tarafa bırakılacak olursa, karşımızda hem icracı, hem bestekâr, hem de hoca olan komple bir sanatkâr görürüz...

“UNUTULMA” DENEN ZALİM BİR ÇARK...

Türk Müziği tarihinde maalesef tuhaf olan bir gelenek vardır: Devrin büyük üstadlarının icradaki kudretleri zaman geçince unutulmuş, isimleri dar bir hayran çevresinde yâdedilir olmuş, yerlerini yeni ama kalite bakımından genellikle daha alt seviyedeki icracılar almış fakat bestekârların isimleri unutulmamış, eserleri sayesinde hep vârolmuştur.

Rahmetli Münir Nurettin Selçuk, bir gün “Aradan zaman geçince icracılığımın herhalde unutulacak, beni bilen az kişi kalacak ama bestelerim hep vârolacak, ismim bestekâr olarak devam edecek” demişti...

Söylediği maalesef doğru çıktı. Münir Bey artık gittikçe daha az dinleniyor, kayıtları radyolarda nâdiren çalınıyor ama eserleri tam tersine, eskisinden çok daha sık icra ediliyor...

Alâeddin Bey de ardında birbirinden güzel ve her zaman zevkle terennüm edilecek bir hayli eser bıraktı: “Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok”, “Geçmesin günümüz sevgilim yasla”, “Ne günah etse açılmaz iki gönlüm arası”, “Ağlar gezerim sahili sanki benimlesin”, “Boğaziçi şen gönüller yatağı”, “Ümitsiz bir aşka düştüm”, “Kimseyi böyle perişan etme Allahım yeter”, “Rûhum şu gelen yılda bile mâziyi andı”, “Kız sen ne güzelsin sana gençler tapacaklar”, “Sarı mimozamsın sen benim”, “Gönlümün bülbülüsün aşk bahçemin gülüsün”, “Ne bildin kıymetin, ne bildin kıymetim”, “Mavi gök mavi deniz, hep seninle gezeriz”, “Senden uzak günlerim zindan oluyor”, “Gönlümü aldın güzel”, “Şimdi bahara erdim gonca gonca gül derdim”, “Sevgi deli gönülden gönüle bir akıştır”, “Bana nasıl vazgeç dersin”, “Gülen gözlerinin mânası derin”, “Şen gözlerinle yüzüme bir baktın” ve daha birçok zarif şarkı...

Rahmetlinin güzelliği ile ruhları heyecana getiren ve hakikaten enfes olan sesi ve icracılığı ileride malûm unutulma geleneğinin çarklarına takılsa bile, gönüllerimizdeki yerini bir bestekâr olarak her zaman muhafaza edecektir.

Dün, Alâeddin Bey’i yadettiğimiz bir müzisyen arkadaşım “Hoca, hep ‘Bu iş benimle bitecek’ derdi, bugün gitti ve musikiyi de yanında götürdü” dedi ve haklıydı...

Bundan neredeyse yarım asır önce, Şişli’deki bir evde yapılan bir musiki meclisinde tanıma bahtiyarlığına erdiğim ve ilerki senelerdeki her görüşmemizde mutlaka derin istifadeler ettiğim bu büyük üstada Allah’tan rahmet diliyorum...

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar