Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

HAKKÂRİ'de teröre dün altısı asker, ikisi de korucu sekiz kurban daha verdik ve haberin duyulmasından hemen sonra "kanlarının yerde kalmayacağı", "düşmanları ezeceğimiz", "bunun son çırpınışları olduğu" gibisinden demeçler yine havada uçuşmaya başladı...

Bir de bu saldırıdan önceki günlerde yaşananları ve söylenenleri hatırlayalım: Şemdinli'nin birkaç günlüğüne sanki bir kurtarılmış bölge haline getirildiği söylendi, iktidarla muhalefet birbirlerine karşı yine demediklerini bırakmadılar, Silivri'deki duruşmalar devam ederken muhtıralardan ve geçmişteki darbe hazırlıklarından bahsedildi, bütün bunların arasında da birileri "Kürt meselesinin çözümünün özgürlüklerin tam olarak sağlanmasına bağlı olduğu" gibisinden sözler ettiler...

Türkiye'nin 20. yüzyılın ilk senelerindeki vaziyetini biliyor iseniz, bugün içerisinde bulunduğumuz durum ile o yılların birçok bakımdan benzediğini, hattâ birbirinin aynı gibi olduğunu hemen farkedersiniz...

ÇİVİ BİR ÇIKTI MI...

1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilânının ardından memleketi bir özgürlük çılgınlığı sarmış, bu çılgınlık Sultan Abdülhamid'in bir sene sonra tahtından indirilmesi üzerine daha da artmıştı... Bugün sık sık telâffuz edilen "Vesayete son verdik" sözünün benzeri olan "istibdadın nihayete erdiği ve hürriyetin geldiği" ifadesi herkesin dilindeydi... Eski rejimin önde gelenlerinden hesap sorulurken her sabah yeni birkaç gazete daha çıkıyor, özgürlük çılgınlığına kapılmış yazarlar hiçbir sınır tanımadan akıllarına eseni söylüyorlar, iktidarla muhalefet de birbirine parçalarcasına hücum ediyordu...

Memleketin çivisi çıkmıştı...

Bütün bunlar olup biterken, doğudaki ve batıdaki bazı uç bölgeler fokur fokur kaynıyordu: Balkanlar'da ve Yemen'de bağımsızlık için başlayan ve başka ülkelerin de destek verip kışkırttığı ayrılıkçı hareketler artık kanlı isyanlar halini almıştı!

Ve asırlardır varolan âdetimiz depreşti, o zamanın idarecileri ne yapılması gerektiği konusunda doğru kararı bir türlü veremediler, daha doğrusu düşünmeye bile çekindiler. 1908'den 1914'teki dünya savaşına kadar iktidarda bulunan hükümetler gerçi bazı işlerin artık bitmiş olduğunu, meselâ Yemen'in artık bizde kalamayacağını, Balkanlar'da birşeyler olacağını gayet iyi biliyorlardı ama "küçülme" kavramının telâffuzu ve kesin çözümün tartışılması yerine işlerin günlük kararlarla ve hamasî demeçlerle halline çalışıldı. "Makedonya da vatandır, Yemen de, Medine de!..." dendi; Balkanlar'a ve Yemen'e de asker üstüne asker sevkedildi, neticede "vatan" olduğu söylenen uzak dağlara ve çöllere onbinlerce evlâdımızı defnettik.

ZAAF DEVAM EDİYOR

Yemen'i, Arap Yarımadası'nın diğer bölgelerini yahut Makedonya taraflarını bir tarafa bırakın, burnumuzun dibindeki Selânik'in bile günün birinde elimizden çıkabileceğinin telâffuzu o günlerde mümkün değildi...

Falih Rıfkı, muhteşem "Zeytindağı"nın girişinde o toprakların bizden kopuşu sırasında etrafta olup bitenleri anlamaktan nasıl âciz kaldığımızı, anlayabilen için gayet çarpıcı olan bir örnekle izah eder:

"...Bizden Belgrad'ı aldıkları zaman, düşman murahhasları (delegeleri) Niş kasabasını da istemişlerdi. Osmanlı delegesi ayağa kalkarak 'Ne hâcet' dedi, 'İstanbul'u da size verelim...'. Babalarımız için Niş, İstanbul'a o kadar yakındı. Biz eğer Vardar'ı, Trablus'u, Girit'i ve Medine'yi bırakırsak Türk milleti yaşayamaz zannediyorduk. Çocuklarımızın Avrupası ise Marmara ve Meriç'te bitiyor... "

Bu "bir türlü karar verememe" zaafı maalesef hâlâ devam ediyor!

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar