Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

2019’un son günü İstanbul donuyor. Fırtına bütün gece uyutmadı…

Normalde son derece can sıkıcı bir durum ama şayet tarih yaprakları 31 Aralık’ı gösteriyorsa bu bile insana kötü gelmiyor…

Adeta 1 senenin sıkıntıları ve didişmeleri görünmez bir kalemle siliniyor 31 Aralıklarda…

Havada öyle bir iyimserlik kokusu ve çocuk saflığı var ki. Yılın son gününe özgü bir Pollyanna havası bu.

Sanki 31 Aralık’ı kollayan bir sihirli değnek mevcut…

Kar yağışını her seferinde getiremese de en azından hatırlatıyor. Bir umut yaratıyor…

Bugün şöyle bir arkaya yaslanıp muhasebe yapma günü. Koskoca bir yıl daha nasıl geçti?

Ülkem ne kazandı, ne kaybetti? Dünyada neler oldu? Benim kişisel yolculuğumda nasıl yazılacak bu yıl? Mutlu oldum mu? Mutlu ettim mi?

Ben her yıl bugün bu soruların cevaplarını arıyorum…

Ama yılın geri kalan zamanlarına kıyasla iyimserlik dozunu artırarak yapıyorum bu işi.

Normalde iğneyi karşıya çuvaldızı kendime saplarım, 31 Aralıklarda kendi lehime iltimas geçiyorum…

İşte benim penceremden dünyadaki 42 yılımın ardından bugünün hatırlattıkları…

*

Hayatımın en büyük kazanımı çocuklarım

30 küsur yıl burun kıvırdıktan sonra nihayet doğru yolu bulup anne olmuşum. Bunu her geçen gün büyük bir kesinlikle iliklerimde hissediyorum.

Anne-çocuk ilişkisi kadar hakiki bir ilişki ve katıksız bir sevgiyi başka hiçbir yerde bulmanız mümkün değil.

Çocuğa bakmak, onların büyümesine tanık olmak insana en temel, en insani ve en önemli şeyleri hatırlatıyor. Zamanla bu gerçeği daha iyi görüyorum.

Çocuk katıksız olarak insanın ne muhteşem bir varlık olduğunu gösteren, insanları hâlâ sevebilmemizi sağlayan yegane unsur bence.

Ben bir çocuğa ebeveynlik etmedikçe içimizdeki sevme ve merhamet etme kapasitemizin sınırlarını bilmemizin imkansız olduğuna inanıyorum…

*

O yatağa uzanıp düşündüklerim

Yılın muhasebesini yaparken 3 hafta öncesinden bahsetmesem olmaz… Tam 3 hafta önce bugün…

O gün karalama defterime uzun bir yazı yazdım. Buraya koyup, tarihe not düşmek istiyorum bu yazıyı…

Şöyle başlıyordu:

“Salı sabahı erkenden kalktım. Çocukları hazırladım, okula bıraktım. Ardından da her yıl yaptırdığım sağlık kontrolü için hastaneye gittim.

Kan verme, kalp grafiği, akciğer filmi… Can sıkıcı ama insana kendini sanki hayatı bir yıl daha garantiye alabilirmişsin gibi hissettiriyor. Ne zavallı bir avuntu aslında…

Son durak olarak karın ultrasonu için o hiç sevmediğim karanlık odaya girdim.

Pek pimpirikli değilimdir ama birkaç haftadır sağ karnın üst tarafında hep aynı noktaya bir ağrı saplanıp duruyor.

Ne zaman canım sıkılsa, oraya gelip konuyor. Vurdumduymazlığa vuruyorum, gitmiyor, unutmaya çalışıyorum, kendini hatırlatıyor…

Velhasıl o karanlık odada doktor karnımım üzerinde sinir bozucu bir yavaşlıkta gezinip ekrana bakarken tam o ağrının olduğu noktada durdu…

‘Acaba içimdeki sesi mi duydu’ diye bir an kendimden şüphe ettim, zira doktorun haberi yok ağrıdan, Ne de olsa kafamda kurduğum bir şey, gerçek bile değil, deyip duruyorum kendime.

Ama yok… Doktorun elindeki alet o noktadan ileri bir milim oynamadı.

Bir karnıma bakıyor, bir ekrana. Hep o noktaya…

Tesadüfen durdu, hiç takılma diyor kalbim, beynimse ‘Artık iyice işi hayalperestliğe vurmaya başladın, sor da öğren’ diye baskı yapıyor…

Nihayet cesaretimi topladım. ‘Bir şey mi gördünüz?’ deyiverdim doktora…

Gözlerini ekrandan ayırmadan ‘Evet’ demesin mi! ‘Pankreasınızın ucunda bir şişkinlik var, normal boyutların üzerinde görünüyor ama daha fazlasını söylemeye elimdeki imkanlar müsaade etmiyor, siz bir MR çektirin’

O ağrının tam altında pankreas varmış ve o pankreasta bir anormallik görünüyor…

Tam da Mehmet Ali Birand’ın doğum günü sebebiyle Youtube’a yüklenen belgeselini bir kez daha gözyaşları içinde dün akşam izlemişim… Birand’ın pankreas kanserinden gidişine yine hüngür hüngür ağlamışım…

İşte şimdi de ben bir röntgen odasında günlerdir kendime itiraf edemediğim ağrının pankreasta ve üstelik bir görüntüsü olduğu gerçeği ile karşı karşıyayım!!

Ultrasondan çıkarken aklımda tek bir şey vardı: Ela ve Yasemin ne olacak?

Hayatımı böyle dramatize ettiğim bir anda kendimle ilgili hiçbir korku hissetmediğim sadece çocuklarım için dev bir endişe denizinde yüzdüğümü fark ettim.

Daha bu sabah okul kapısında ‘Anne okulu sevmiyoruz, çünkü orada seni çok özlüyoruz’ diye boynuma sarılışları gözlerimin önüne geldi. Uff ne sulugöz bir şey oldum ben… Yaşlanıyorum galiba…

Sonuçta MR kapısında kafasında türlü senaryolar yazan, benli ve bensiz hayatlar üzerine yaşlı gözlerle bir plan çıkarmaya çalışan bir Nagehan vardı ki… O an geldi, kapı açıldı. ‘Buyrun MR’a’ dendi…

Uçsuz bucaksız bir tünelin karşısında durdum.

Kolumu delip damar yolu açtılar, ilaç vereceklermiş.

‘Şu tünele gir, kıpırdamadan, kolların yukarıda 50 dakika uzan ve biz ne zaman dersek o zaman nefes al’ komutlarını verdiler…

‘E ben zaten buradan sağ çıkamam ki’ demeye kalmadı, kendimi ağır bir plakanın altında tünelin içinde buldum…

Kulaklarımda korkunç bir ses… Aldı beni bir titreme. Gaipten biri konuşuyor: ‘Titreme yoksa her şey baştan başlar.’

Bu kabusun içinde bir saat kadar kalmışım. 42 yılımın berrak bir muhasebesini yaptığım ve bana bir yıl gibi gelen bir saat…

Sonra doktor geldi. ‘Yanlış görmüşüz. Bir sıkıntı yok, gidebilirsiniz’ dedi.

Bulutlar dağıldı, güneş açtı.

Ben bu gün kendi kendime güneşi gözümden hiç ayırmamaya söz verdim.”

Hepimize hayatın kıymetini bildiğimiz bir yıl diliyorum.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar