Bir Kabil düğününden notlar…
Bizi Torham sınır kapısından alıp Kabil’e getiren Habibullah daha tanışır tanışmaz söylemişti. “Cuma düğün var. Erkek kardeşim evleniyor. Muhakkak birlikte gidiyoruz.”
Sabah kalktım, düğünün şerefine yanımda getirdiğim renkli örtüyü başıma sardım ve saat 11 gibi yola çıktık.
Burada düğünler tüm günü kaplıyor. 11’de kız alma, öğlen kız evinde yemek ve eğlence, akşam hem kız hem erkek evinde yemek ve eğlence.
Biz gittiğimizde kız alma faslı bitmiş, yemekli eğlence başlamıştı.
Habibullah kapıda bekliyordu, Özgür Balaban, mihmandarımız Habib ve Dost’u alıp başka bir kapıya götürdü. Beni ise kız kardeşine teslim etti.
KADIN-ERKEK AYRI EĞLENCE
Kadınlar ve erkekler ayrı yerlerde eğleniyor, birbirlerini hiç görmüyorlar. Kadınların olduğu kısma sadece aileden birkaç delikanlı girebiliyor.
Habib’in kız kardeşini takip ederek bir kapıdan girdim. Aman Allahım! İçeride en az 150 kadın vardı. Hepsi işli ve pullu elbiseler giymişler, çok ağır makyajlar yapmışlar ve o şekilde küçük bir avlu ve o avluya bakan iki ufak odayı doldurmuşlardı.
Beni içerideki odaya alacaklarını söylediler. O kalabalıkta yerlere oturmuş insanların üzerine basmamaya çalışarak zorlukla kendimi gösterdikleri odaya attım. Meğer beni götürdükleri oda erkek tarafı, dışarıdaki avlu kız tarafı imiş. Ben de Habibullah’ın misafiri olduğuma göre erkek tarafı oluyormuşum.
Etrafımdaki herkes belli ki günlerce bu düğüne hazırlanmıştı. Afgan kadınları o siyah örtülerin altında öyle renkliler ki! Müthiş güzel elbiseler giymişler, saçlarını yaptırmışlar takılarını takmışlardı. 2-3 yaşındaki kız çocuklarının bile süsünü görmeliydiniz. Görmeliydiniz diyorum çünkü fotoğraf çektirmiyorlar. Babalarımız, kocalarımız izin vermiyor, diyorlar. Zorlukla birkaç kareye ikna ettim ama onların da tamamını koyamıyorum.
Ben o ortamda siyah pantolon ve siyah t-shirtümle kendimi pek bir garip hissettiğimi söyleyeyim…
Dil problemimiz yanıma oturan Türkmen Filiz’le çözüldü. Ailesi 3 yıldır Türkiye’de çalışıyormuş, burada ablası ve kocası ile kalmış, vizesinin çıkmasını bekliyor.
O bana diğerleri ile iletişim kurmam için tercümanlık yaparken karşımda oturan ve tam bir Almadovar karakterini çağrıştıran büyük burunlu, kocaman halka küpeli ve sürmeli gözlü kadın gülümseyerek “Do you speak English?” dedi.
"KIZ ÇOCUKLARIMIZ OKULA GİDEMİYOR"
Ailesi ile çocukluğunda Pakistan’dalarmış, buraya sonra gelmişler, İngilizce’yi Pakistan’da öğrenmiş. 3 çocuklu, yaşı da ya 35 ya 36, ya da 37. Annesi tam hatırlamıyor.
Kalabalığın ortasında aramızda en az 10 kadın otururken Filiz’le sohbet ettik. “Benim çocuklarım erkek ama burada kız çocuğu olanlar çok endişeli. Kızlar evde, okula ne zaman gidebilecekler ya da gidebilecekler mi bilmiyoruz” dedi.
Bunun üzerine birçok kadın tezahürat yapmaya başladı. “Okul okul, kızları okula göndermek istiyoruz”
Öyle dramatik bir andı ki, tarifi zor… Yapış yapış sıcakta, 10 metrekarelik bir odada 40 süslü kadın yerlerde oturmuş, kız çocuklarının geleceği için adeta bana yalvarıyor.
Sanki bu günahın sorumluluğu bende gibi omuzlarımda ağır bir yük hissettim.
Birkaç dakika sonra “Türkiye’ye bizi de götür” dedi biri. Ona bir başkası katıldı. Karşımda ülkelerinde gelecek göremeyen onlarca kadın vardı. Onlara yardım edememenin getirdiği burukluk karnıma bir tekme gibi indi.
BU DÜNYADA KESİNLİKLE ADALET YOK!
O imkansızlıklar içinde şundan emin oluyorsunuz, bu dünyada kesinlikle adalet diye bir şey yok.
Kendimi o kız çocuklarının yerine koyuyorum. Bunu hepimiz yapmalıyız. Orada da doğabilirdik. Kız çocuklarımızı bırakın üniversiteyi ortaokula bile gönderemeyebilirdik. Suların köşe başındaki pompadan getirildiği, kanalizasyonun yukarıdan aktığı bir yere de mahkum olabilirdik.
Bu yoğun düşüncelere dalıp gitmişken biri saçımı çekti. Karşımda dünyalar tatlısı Zuhal. 2,5 yaşında. Annesi ona kat kat bir elbise giydirmiş, gözüne de sürme çekmiş. Ama anne ortada yok, Zuhal tek başına dolanıyor.
Geldi yanıma oturdu.
YEMEK VE DANS VE ÜZERİ ÖRTÜLEMEYECEK HAYAT ENERJİSİ
İki dakika sonra “yemek” dediler ve uzun naylonları yere sermeye başladılar.
O naylonların üzerine etli, havuçlu meşhur Afgan pilavı, değişik bir tür haşlama et, muz, elma ve bir tür salatanın olduğu tabaklar kondu.
Elimize de birer küçük bez tutuşturuldu. Önce bir genç kız maşrapa ile herkesin eline su döktü, sanırım bu el yıkama idi. Sonra da eller ile tabaklara girişildi.
Burada çatal, kaşık kullanılmıyor. Yemekler elle yeniyor. Yanımdaki minik Zuhal’in elleri ile etleri ufalayıp pilava karıştırması ve büyük bir iştahla ortadaki tabağın neredeyse yarısını yemesini hiçbir zaman unutmayacağım.
Aklıma evdeki Ela ve Yasemin geldi. Ne farklı dünyalar… Burada herkes neredeyse doğumdan itibaren kendi ayaklarının üzerinde durmak zorunda, hayatta kalmak için tek başına mücadele etmek zorunda…
Yemekten sonra hızla sofrayı kaldırdılar. Bu kez tefler geldi. Dans ve eğlence başladı. Tam o sırada içeriden bir ses “Nagehan Hanım gidiyormuşsunuz.”
Vedalaşmak için kalkınca “Dans etmeden bırakmayız” dediler. Teflerle karşılıklı birkaç dakika dans ettik ve o imkansızlıkların içinde rengarenk, hayat enerjisi ile dopdolu talihsiz kadınları arkamda bırakarak kalabalıktan çıktım.
- Normalleşme esas şimdi başlıyor7 dakika önce
- Kamuoyu son tartışmalara nasıl bakıyor?1 gün önce
- 2010'daki U2 konseri ve karşılıklı öfke3 gün önce
- Devlet Bahçeli o video ile kime mesaj verdi?1 hafta önce
- Özgür Özel için esas tehlike şimdi başlıyor1 hafta önce
- 'Erkek' kazandı2 hafta önce
- Devlet Bahçeli'nin açtığı yol kapandı mı?2 hafta önce
- Siyah-beyaz3 hafta önce
- Müsavat Dervişoğlu: "Mesele el sıkışmak değil, el uzatmak"3 hafta önce
- Bu filmi daha önce görmemiş olabiliriz…3 hafta önce