Çok okumak üzerine
İçtenlikle söylüyorum “çok okumak” nedir bilmiyorum. Bunun “çok gezen mi, yoksa çok okuyan mı bilir” konulu lise münazaralarına kadar giden bir hikayesi var benim kuşağımda. O dönemde zihninize çakılan çiviler kolayca çıkmıyor malum.
Ama yıllar sonra okumakla ilgili öğrendiğimi sandığım şeyler var.
Mesela okumakla kitap edinmenin fersah fersah farklı olduğu.
Koca bir kütüphanesi olan ve bitmek bilmeyen bir heyecanla yeni kitapları takip edenlerden sayılabilir miyim? Evet; ayrıca kitap almayı rahatsız edici bir “mülk edinme”ye dönüştürenlerden sayılırım. (Yıllar sonra öğrendiğime göre, adına Tsundoku denilen bir hastalık varmış. Kişinin okuyabileceğinden fazla kitap alarak biriktirmesi özetle. Şaka filan değil, Tsundoku Japonca bir kelime ve dilimize “Bir kitabı satın aldıktan sonra okumadan bırakma, diğer kitaplarla birlikte yığma eylemi” şeklinde çevrilebilirmiş.)
Almaktan geri duramadıklarım, alıp bir köşede unuttuklarım, birkaç sayfanın ötesine geçemediklerim, raflar doldukça tasfiye edip sahafları mutlu ettiklerim, dostlarımdan aşırıp marifetmiş gibi müstesna köşelere yerleştirdiklerim, başak burcu “titizliği”yle güya tasnif edip köşeler oluşturduğum, “Borges’in sağına Dostoyevski’yi yerleştirsem nasıl durur” diye düşündüğüm bir serüvenim var.
O yüzden kütüphanelerin duvar yazısı sayılan “Bunların hepsini okudun mu” sorusuna cevabım hep hazırdır. “Üç tane ömrüm olsa yetmez.”
Bunca lafın geleceği iki yer var bugün için.
Birincisini Arthur Schopenhauer söylüyor. Kocaman bir alıntı yapayım izninizle:
“…Kendi düşüncelerimizle meşgul olduktan sonra elimize bir kitap almak her zaman bizi bir parça rahatlatır. Fakat okurken zihnimiz aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir; ve sonunda onlar bizden ayrılır, geriye kalan nedir? Ve dolayısıyla öyle olur ki çok fazla, yani neredeyse bütün gün okuyan ve arada düşünmeksizin, eğlence yahut meşgale ile kendisini eğlendiren kimse, yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder. Tıpkı at üstünden inmeyen bir adamın sonunda yürümeyi unutması gibi.
…Bir kimse ne kadar fazla okursa okuduklarından kalan izler de kaçınılmaz olarak o kadar az olacaktır: Zihin üzerine tekrar tekrar yazı yazılan bir tablete benzer. Derin derin düşünmeye zaman yoktur ve okunan şeyler ancak derin düşünmeyle hazmedilebilir.”
İkincisi, yıllar sonra gördüm ki, nerede zihni Sun Tzu kıvamında çalışan biri varsa, çok kitap okuyan değil, az sayıda kitabı defalarca okuyanlardan çıkıyor. Bunların kütüphaneleri yok denilecek kadar küçük, ama kavrayışları da bir o kadar derin.
Bugün siyaset yazamadığımız için başka bir alanda geziniyoruz. Ama herhalde şunu söyleyebilirim. Başarılı liderlerin yakınında bulunan ve genelde kamuoyunun fazlaca tanımadığı etkin isimlerin bu profile daha yakın olduğuna bizzat tanığım. Onların bu yazıyı okuyunca yüzlerinde beliren alaycı ifadeyi ve hin bakışları görür gibiyim. Seçim sonrasında o minik kütüphanelerdeki başucu kitaplarını da sizlerle paylaşacağım.
Meraka değer mi, siz karar verin.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın, adını çok duyduğu ve her yöneticinin mutlaka okuması gerektiği söylenen Machiavelli’nin “Hükümdar”ından iki bölümü tercüme ettirdiği, sonrasında ise "Ben bu Avrupalı emirden çok daha fazla hile biliyorum." diyerek tercümenin devamını istemediği bir coğrafyada yaşıyoruz.