Bildiğimiz anlamda her şeyin sonu
40’lı yaşını süren kişiler çok yakınır. Eskiyi hatırlayıp yeni ile kıyaslayacak kadar yaşlı, yeninin daha iyi olmasını dileyecek kadar gençtirler çünkü.
İklim eskiden olduğu gibi stabil değil. Su eskiden olduğu gibi bol değil. Çocuklar eskiden olduğu gibi hayat dolu değil. Bayramlar eskiden olduğu gibi neşeli değil. Demokrasi eskiden olduğu gibi muteber değil. İstanbul eskiden olduğu gibi asude değil. Amerika eskiden olduğu gibi norm belirleyici değil. Şu da değil bu da değil derken, haklıyızdır.
Ancak daha yaşlı olanlar gibi, ‘şimdi’ye haksızlık da etmeyiz.
Eskiden beş yıl beklediğimiz bir icat için şimdi bir ay bile beklemiyoruz. Eskiden doğum sırasında hem anne hem de bebek ölümleri yaşanırdı ve bu vakayı adiyedendi, oysa şimdi anne ve bebek sağlığı konusunda muazzam bir noktadayız. Bırakın ölmeyi doğumu şölene dönüştüren acayip adetler türedi. Eskiden insanlar veremden ölebiliyordu, şimdi tüberküloz basit bir hastalık. Eskiden sıcak su bir lükstü, o yüzden insanların ‘banyo günü’ , ‘çamaşır günü’ filan olurdu, şimdi ise bu durum yüzyıl kadar uzak geliyor.
Ancak en kuşku götürmez değişim, ‘iletişim’de yaşanan. “Akıllı telefondan önce hayat var mıydı” diye sorsak bir lahzada cevap veremeyenler olur. Eskiden şehirlerarası telefon görüşmesi için sıraya girilirdi, onu bırakın çağrı cihazı diye bir komedi vardı. Dahası ilk cep telefonu, araç telefonu büyüklüğündeydi, şimdi ayna olarak bile kullanılabilen özçekim tertibatlı akıllı telefonun var ve internet sayesinde aldığın ucuz bilet ile gittiğin, internet sayesinde uygun fiyata otel bulup kaldığın Yucatan’dan canlı yayın yapabiliyorsun.
Bilişim teknolojisindeki devrim, sosyalleşme seçeneklerini de arttırdı. Kavga etmek için Twitter’ı, ‘en sevdiğim yanağım ve ben’ ya da ‘limonlu sorbesi harika’ olan cafelerden Amerikan servisli görüntüler paylaşmak için de Instagram’ı kullanıyorsun.
Ama bir şey var. Bunların gerçek bağlar kurmadığını bilecek kadar tecrübe sahibisin. Gerçek bir ‘iletişim’ nasıl olurdu, hatırlıyorsun. Bütün bu arayüzler, imkanlar, bırak gerçek seni yansıtmayı, toplum içine çıkarken takındığımız kamusal yüzümüz olan ‘persona’yı oluşturmak için bile fazla parçalı, kırık ve kesik. Seziyorsun. Hepsi bir tutunma davranışı. Akıllı telefonun sürekli görüş alanında ama kendini kaptırmıyorsun. Cilt altına yerleştirilen ve kimlik ile beraber sağlık verilerini tarayan chipler senin için sadece bilimkurgu. Sadece fikir. Homo Sapien ile Dan Brown’vari ifadeyle homo tekniyum arasındaki sınırın farkındasın. Vücut bütünlüğünü olabildiğince organik tutmaktan yanasın.
HANGİ HAKİKAT?
Çocuklar, ergenler, gençler için ise durum farklı.
Gerçek bir tatili, gerçek bir duraklamayı, denize ya da havuza girmeyi, güneşlenmeyi sıkıcı bularak başlarını gömdükleri akıllı telefonlarıyla serin odada oturmayı tercih eden ve “Tatil bitse de tam donanımlı masaüstü bilgisayarıma dönerek kurduğum alternatif dünyama dönsem” hayali kuran bir nesil var. O kadar ki onlara baktığımda insanın yüzyıllar boyunca tabiattaki seslere, desenlere, kuşa, ağaç hışırtısına, yaprağa, suya yüklediği anlamı içeren bir kod yazmak ve bünyelerine açtığım bir ‘port’ aracılığıyla transfer etme isteğiyle dolup taşıyorum.
Ama sonra, onlara hak veriyorum.
Çünkü orada kurdukları hayatın sunduğu adrenalin, heyecan ve ‘yaşıyor olma hissi’, ‘hakikat’ ile kuracakları temastan daha doyurucu.
Hem hakikat nedir sahi? O da eskiden miydi? Yıprandığı kesin. Zira, her ideoloji ve dünya görüşü ‘hakikat’i, kendi haklılığını, kendi üstünlüğünü koruyup karıştıracağı bir petri kabı olarak kullanıyor. Çocuğun ya da genç insanın saf bakışı ve sezgisi bunun bir savunma mekanizmasından ibaret olduğunu kavrayabiliyor.
Büyükler ‘hakikat’i, başarısızlıklarına ve olası yetersizliklerine karşı geliştirdikleri mazeretleri güzelleştiren bir Barbie Evi’ne çevirdiler. Yakından bakınca görüyorsun: İçinde epey kafa karışıklığı var. İç dünya ile dış çevre arasındaki makasın giderek açılmasından kaynaklanan boşluklar var. O boşlukların keyfilikle doldurulması var. Adaletsizlik ve adaletsizlikte hikmet arama temayülü var. Değersizlik duygusu var. Bir şeyleri değiştirme isteği var. Sonra “Otur aşağı sen kimsin neyi düzelteceksin” duygusu var.
FELSEFİ ENTROPİ
Bütün ideolojiler, izm’ler, içinde iyilik kırıntıları olan idealler ve hedefi olan siyasi hareketler sırayla haklılıklarının buharlaştığını izliyor. Kendilerini gerçekleştirdikleri ya da gerçekleştirmeye yakınlaştıkları konumlarda bir anlığına parladılar ve hızla bozulup çözüldüler. Termodinamiğin ikinci yasası meğer sadece fizik yasalarıyla ilgili değilmiş. Malumdur, evrende ne zaman bir düzenlilik ve anlamlı bir organize olma hali oluşsa; bunun bedeli yakın çevrede oluşan ya da oluşacak olan daha büyük bir düzensizliğin gerçekleşmesi olur.
Bozulma ve çürüme. İletişim kaynak ve arayüzlerinin artması, daha nitelikli bağlar kurmamızı sağlamadı ama sosyal entropiyi hızlandırmış gibi görünüyor.
Sonuç: İnsanlar olarak, dünyanın her yerinde, gurur duyacağımız, muhakeme ve akıl yoluyla sınanmasına düşmanca karşılıklar verdiğimiz, testlerden galip çıkmasını sağladığımız ve aktarmayı görev bildiğimiz bir ‘hakikat’ bir eşyaya bakış, bir gelecek tasavvuru ortaya koyabilmiş değiliz.
TAVİZ VERMEYEN MEKANİZMAYA ÖVGÜ
Büyükler ideallerden, hedeflerden, adaletten, iyilikten bahsederken ergenlerin esnemesi bundan. Çünkü büyükler, mevcut sorunlarla; insanlara hayvanlara ve doğaya karşı sergilenen hoyratlıkla baş etmeyi sahiden istermiş gibi görünmüyorlar. İyilikten bahsederken bile en çok güç ile iktidar talebi ile ilgileniyorlar. Arzu nesneleri de, acılarının kaynağı da iktidar ya da iktidar yitimi. Çocuklar, ergenler, gençler de daha dürüst oldukları için 21.yy’ın ve belki gelecek iki yüzyılın iplerini elinde tutan şeye yöneliyorlar: Makineye. Teknolojiye.
Öyle ki, yeni nesil için teknoloji tarafından yutulmaya izin vermek bir sorun değil. Onunla bütünleşmek ve yeni bir tür oluşturma fikri hakkında bile “Bu şahane olurdu” cevabı vereceklerine eminim.
Bunun tek nedeni yeni olana ve devinime duyulan ilgi değil.
İnsanın değer üretmedeki ve ürettiği değeri korumadaki başarısızlığı.
Nitekim giderek artan oranda yetişkinin yaptığı sistem sorgulamalarında hep aynı şey dikkat çekiyor: İnsanın olduğu her yerde ahlaki ilkeler, ama rüşvet ama fanatizm ama güvenlik saplantısı gibi nedenlerle aşınmaya mahkum. İlaç şirketlerinin borsada işlem gören hisseleri ve kârı ile ilaçsızlıktan ölmek üzere olan çocuklar arasındaki tercihi hiç taviz vermeden çocuklardan yana yapacak olan, çünkü taviz vermeye, sözgelimi rüşvet almaya ve o rüşveti Maldivler’de yemeye ihtiyaç duymayan bir mekanizma söz konusu olsaydı, hala yapay zeka (teknoloji) kötüdür, insan iyidir der miydik? Denizleri kirletmeyen, oksijen kaynaklarını yok etmeyen bilakis yüklü programıyla bunları korumak için tedbir alan bir tür mü gezegene ve üzerindeki yaşama daha iyi gelirdi, mevcut haliyle insan mı?
TASFİYENİN EŞİĞİNDEKİ TÜR
İnsan eşrefi mahlukattır. Doğru. Ama bu kelam (ayet) bir anlaşma, yaratıcıya verilen sözü tutma bağlamında geçerli. O söze layık olmama hali için, ‘esfele safilin’ yan, en sefil varlıklardan daha sefil olma konumu uygun görülmüş. (Tîn suresi.5)
Ahlaki gelişimi bilimsel ilerlemesinin çok gerisinde kalan insanın, yapay zekanın yükselişiyle tasfiye olması ya da tasfiye olmamak için boyun eğmesi /uzlaşması gibi olasılıklar eskiden sadece bilimkurgu romanlarında olurdu. Ama bilimin yaptığı sıçrama nedeniyledir ki, artık kurgunun değil, fütürizmin konusu.
İşin kötüsü, dindarların bunlar üzerinde hiç düşünmemesi. Tüp bebek meselesini yıllarca tartışmış olan ulema, 3D yazıcılar şakır şakır organ ürettiği zaman ne diyecek? İnsan gibi davranabilen robotlar evlere hizmetçi olarak girmeye başladığında, bu tasarımlarla insanın hukuku nasıl olacak? Klonlama konusunda başarı kaydedilirse insanın evrendeki yeri ve yaratılış tasavvurundaki ‘ruh’un biricikliği anlayışı arasında bir çelişki oluşacak mı, yoksa bunlar mühim meseleler değil mi?
Bilmiyoruz.
Bilmek mi istemiyoruz, yoksa dijital devrimin yol açtığı evrimi hafife mi alıyoruz, “Dik durun, asla başaramayacaklar” mı diyoruz, “İnsan olarak yaratıldık, Allah insanı halife kıldı. Bunun bir anlamı var ve bize yeter” mi diyoruz?
Herhalde sonuncusu. Ama doğru bir tutum olmadığı ortada. Zira yaklaşıyor yaklaşmakta olan. Söz konusu gelişmeler ve daha bilmediğimiz onlarca sıçrama, büyük ontolojik krizlere gebe. Din adına derdi olan herkesin, en çok da kendisine alim diyenlerin, kanıtlanmış, somut, uygulanabilen pratikle inanç arasındaki farkın, o ormanlık sahanın bilinebilir, tanınabilir en azından hayal edilebilir olmasını sağlama, hiç değilse bazı ağaçları işaretleyip küçük patikalar açma gibi bir sorumluluğu var.
- Ankara erken mi sevindi?5 dakika önce
- Trump'ın kazanması Türkiye'yi kuzey Suriye konusunda hareketlendirecek mi?56 dakika önce
- Suruç'ta beliren çözüm, büyük barışın habercisi olsun1 hafta önce
- Silahlar susmadan demokrasi gelir mi?1 hafta önce
- Bahçeli'nin tarihi çağrısı ve TUSAŞ saldırısı2 hafta önce
- 12 yıl önce ölseydi?2 hafta önce
- Yenidoğan skandalına karışan 17 hastane neden hala açık?2 hafta önce
- DEM'in kendisine ait bir iradesi yoksa devlet iradesi olanı işe almalı3 hafta önce
- Yeni dönemin motivasyonu duygusal değil bölgesel3 hafta önce
- "Kadını öldürmek daha kolay" diye mi?1 ay önce