Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Cumhur İttifakı seçimleri tekrarlatma çabasına girdiği andan itibaren, yeniden kaybetmenin zeminini hazırlamıştı. Ciddi bir hataydı.

YSK Başkanı Sadi Güven’in muhalefet şerhinin tek bir anlamı vardı. O da 31 Mart seçim sonuçlarını tanımamak için hiçbir makul gerekçe olmadığı.

“Çünkü çaldılar” ise, tutmayan sadece sahibini kötü gösteren bir itham olarak hatırlanacak.

Farkın bu denli açık olmasını ise son 10 gündeki trafiğe bağlıyorum.

Çok garip günler yaşadık.

Hayatımda ilk kez ‘Bütün millet delirmeden şu seçim bitse…” cümlesini sesli olarak telaffuz ettim.

Son bir-iki hafta bir çocuk kokpite girmiş ve önündeki bütün düğmelere basıyormuş gibi geçti. Her düğme başka renkteydi. Renkleri takip etmekte zorlandık.

İstanbul’u 2. kez kaybetme korkusu öylesine hızlı ve tutarsız işler yaptırdı ki, azıcık dün bilgisi olan herkesin başı döndü.

BÜTÜN TUŞLARA BASMAK VE BÜTÜN İNANDIRICILIĞINI TEHLİKEYE ATMAK

Rumlar, Pontus, Topal Osman zaten ‘enter’ tuşu yerine kullanılıyordu. Onlara Ordu Valisi, İsmail Küçükkaya, Otel the Marmara, hakaret davası sopası, Kürtler, Öcalan, mektup, Necirvan Barzani, Sisi, Mursi tuşları da eklenmişti; hepsi ve her şey yardıma çağrıldı. Yapılan temel bir hatayı arttıran çoğaltan ve son ana kadar karar verememiş olanların seçimlerini belirginleştiren tutum buydu.

Önce İstanbul seçimleri için ‘yeniden’ yarışmaları uygun görülmüş iki adayın katılacağı ortak yayın Türkiye’deki bütün demokrasi sorunlarını çözecekmiş gibi ülkenin tek gündemi oldu. Yayın Cumhur İttifakı'nın adayı olan Binali Yıldırım açısından pek parlak geçmeyince bu kez, moderatör İsmail Küçükkaya, İmamoğlu ile gizli gizli otel odalarında buluşmuş da ‘soruları vermiş’ gibi yapıldı. Matematik yahut fizik problemi sorulmadığını, İstanbul’a aday olmayı kafasına koymuş herkesin gündemine doğal olarak dahil olan konulardan soru geldiğini bir gece önce görmüş, yaşamış ve hatta ‘hep bildikleri yerden soruluyor’ diye sıkılmış olmasak yutacaktık propagandayı. Ama yutmaya, ikna edilmeye ihtiyacı olanlar bile yutamadı.

HAKARET DAVASI İLE SOPA GÖSTERMEK

Daha üzücü olan ise, bunlar işe yaramayınca ve üzerine bir de bir şirketin İmamoğlu’nu hayli önde gösteren anketi gelince devreye Cumhurbaşkanı’nın girmesi ve Ordu Valisi'ne hakaret etmenin Cumhurbaşkanı'na hakaret etmekle eşdeğer olduğunu ifade eden sözler söylemesiydi.

Partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet Modeli'nin devletin nerede bittiği Cumhurbaşkanı’nın şahsının nerede başladığı konusu gayet muallaktı ve pek çok soruna yol açabileceği belliydi. (Bülent Arınç ‘bu model olmadı’ derken haklı) Ama valiye edildiği ‘ileri sürülen’ bir hakaretin Cumhurbaşkanına hatta devlete edilmiş sayılacağı fikri yeniydi ve bu fikir üzerinden İmamoğlu’nun hakaret davası ile tehdit edildiği düşüncesini uyandıracak ifadelerin dile getirilmesi son derece yanlış, adalet duygusunu rencide eden bir yaklaşımdı.

HAKARET DERKEN?

Ayrıca ortada bir hakaret varsa, günlerdir İmamoğlu’na Rum, Pontuscu diyenlerin ağzında salınmakta değil miydi?

“Pazar günü Sisi mi diyeceğiz, Binali Yıldırım mı diyeceğiz? Mesele bu kadar önemli” cümlesinden de anlaşılacağı şekilde, İmamoğlu’nun darbeci Abdülfettah Sisi ile özdeşleştirilmesi hakaret değil miydi?

Millet ittifakının adayı İmamoğlu, ittifak tabanında biriken öfkeyi her fırsatta sakinleştirirken ve 31 Mart öncesinden beri hiç değiştirmediği ‘İstanbul’u devletimizin başındaki irade ile beraber yöneteceğiz, Cumhurbaşkanım gelin İstanbul'u birlikte yönetelim’ derken, diğer tarafın ‘gözünün yaşına bakmayacağız’ tutumu Cumhur İttifakı'nı kavgacı, kinci, bir kaşık suda fırtına yaratma heveslisi bir ‘taraf’ olarak resmetti. Oysa 31 Mart sonuçları ‘Devletin bekası’ mazeretiyle üretilen rakibi kriminalize etme dilinin İstanbul dahil pek çok büyükşehirde ‘tutmadığını’ yeterince ortaya koymuştu.

ŞAPKADAN ÇIKAN ÖCALAN

En önemli sürpriz ve iki aday arasındaki farkı arttıran ise daha önce adını duymadığımız bir akademisyen; Ali Kemal Özcan tarafından açıklanan ve Öcalan tarafından yazıldığı daha sonra avukatları tarafından da doğrulanan ‘mektup’ oldu.

Öcalan’ın avukatları ile sekiz yıl aradan sonra görüşebilmesi, ne tesadüf ki YSK’nın seçim iptal kararını verdiği gün vukuu bulmuştu.

Yine ne tesadüftür ki, ‘taraf olmayın’ uyarısını içeren mektubu da İstanbul seçimine birkaç gün kala duyuruldu.

Anadolu Ajansı, algısının ne olduğu farkındalığını doğru tartabilecek bir kurum. Ve bu mektubun yaygınlaştırılmasında bir sakınca görmedi, hata belki fayda gördü. Zira Öcalan’ın mektubu seçimden sonra açıklansaydı ‘CHP’nin peşine takılmayın, bağımsız duruşunuzu koruyun’ olarak anlaşılabilecek bir öneri içerirken, seçimden önce yayınlandığında ‘sandığa gitmeyin’ olarak da okunabilecek bir ifadeye sahipti.

Akabinde mektubun yayılmasını sağlayan Ali Kemal Özcan’ın yayınlara bağlanıp Öcalan için ‘yerli ve milli’ ifadesini kullanarak yıllardır ‘teröristbaşı’ diye anılan Öcalan’ı Cumhur İttifakı'na dahil etme çabasını izledik. Hakeza, Nagehan Alçı, aynı akademisyenin Bülent Arınç vesilesiyle Erdoğan’la görüştürüldüğünü, toplantıda Hakan Fidan’ın da olduğunu yazdı. Neçirvan Barzani’nin ziyareti de bu tabloya son şeklini veren unsur oldu.

Konunun gündeme gelme ve seçime çeyrek kala ‘şapkadan çıkan tavşan’ gibi sahne almasına tepki gelmesi kaçınılmazdı.

Zira bütün parçalar Kürtlerle yeni bir barış sürecinin masada olduğunu, ancak bu barışın İstanbul’u Binali Yıldırım’ın alması koşuluna bağlandığını ima edecek şekilde diziliyordu.

“Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” denmesi gayet doğaldı. Karşılığında “Kandil destek verince İmamoğlu’na kızmıyorsunuz da, neden İmralı Cumhur İttifakı'na yanlayınca rahatsız oluyorsunuz?” gibi argümanlar üretildi.

Oysa bu doğru değildi.

Gece gündüz ‘Teröristlerle birlikte hareket ediyor aha CHPKK’ denilerek hem eleştirilen hem dövülen Millet İttifakı adayına Kandil’den gelen her pozitif açıklama İmamoğlu’nun hanesine eksi yazdı bugüne kadar. Hatta o kadar ki, söz konusu ‘destek’ mesajlarının Cumhur İttifakı'nın eleştiri ve ithamlarını ‘doğrulamak’ için geldiği şeklinde teorilere kadar gitti iş. Kimse Kandil’den destek geldi diye İmamoğlu’nu tebrik etmedi, bilakis tersi oldu.

İkincisi: Son üç seçimi ‘devletin bekası’ diyerek ve muhatabını ‘PKK ile iş tutmak’ ile suçlayan tarafın hiç değilse suçlamalarıyla tutarlı kalmak gibi bir mecburiyeti vardır. Sırf seçimde Kürt oyları karşı tarafa gitmesin diye, ‘teröristbaşı’ diye andığınız kişinin mektuplarının açıklanmasına, yayılmasına ‘yardımcı’ olursanız, niyetiniz 23 Haziran’a indirgenmeyecek olumlu bir hedef bile olsa ‘oportünist’ sayılır, öyle görülürsünüz.

‘Avukatlar neden Öcalan’ın mektubunu yayınlamıyor?’ sorusuyla başlayan yarayışlı metni parlatma işiyle, ‘Kürdistan’ dediği için işine son verilen memurları, bir bildiriye imza attıkları için ihraç edilen, yargılanan akademisyenleri aynı anda taşıyabilecek kadar ‘geniş’ bir adalet terazisi yoktur. Bu derece hızlı zigzag görüntüleri ve tutarsızlıklar siyaseti bitirir. Kaz gelecek yerden tavuğu esirgememek tüccar için geçerlidir. Siyasi mesele sahibi olmak, bir politikayı değiştirmek gerektiğinde, değişimin sahiden gerekli olduğuna dair ikna edici verileri toplumla paylaşarak ve rıza üreterek olur. Zeytindalı’nı, Fırat Kalkanı’nı tekrar açıklamak suretiyle olur. İddia edildiği gibi barışı mümkün kılan bir sürece yelken açılıyorsa, "Kuzey Suriye bu sürecin neresinde?" sorusunun cevabını halkla paylaşarak olur.

Son iki yıldır mütemadiyen yapılan terör ve tehdit analizlerini değişmeye zorlayan etmenleri toplumla paylaşırsanız olur.

Eğer barışa dair köklü ve kapsamlı bir diyalog yeniden başlayacak ise, bunun 2013’te başlayan süreçten çok daha fazla emek, dirayet, dikkat ve mutabakat gerektireceği bellidir. Böyle bir girişimi, çok acil hemen şimdi istenen bir kazanımın (İstanbul’u almanın) kuyruğuna bağlayamazsınız. Siz hangi siyasi pozisyonu alıyorsanız kendisini o şablonun içine yerleştiren milyonların değer dünyasıyla kumar oynayarak, olmaz.

İYİ BİR FİKİR OLABİLİRDİ

Nitekim Bahçeli’nin İmralı’dan gelen mektuba verdiği desteğe rağmen MHP tabanı, hatta Ak Parti tabanı bile huzursuz olunca Cumhurbaşkanlığından bir açıklama geldi:

“Son günlerde PKK terör örgütü ile onun uzantısı konumundaki parti arasında yaşanan güç savaşını gün yüzüne çıkaran bir mektup üzerinden, böyle bir mücadeleyi veren Sayın Cumhurbaşkanımıza yönelik ortaya atılan ahlaksız ithamları şiddetle reddediyoruz. (…)“ Milletimiz olan bitenin farkındadır. Milletimiz aynı zamanda “Kandil’e mi, yoksa İmralı‘ya mı kulak vermeliyiz” diye ciddi bir çelişki içinde kıvrananları da yakından teşhis etmiş durumdadır.”

Açıklama belli ki, bu havadan rahatsız olanların kalbini müsterih kılmak için yapılıyordu.

Ancak Kandil’e mi, İmralı’ya mı kulak vermeliyiz çelişkisi içinde kıvrananlardan kasıt tam olarak nedir, bu kişiler kimlerdir, onu anlamadım. Zira mesajın yayılması hükümetin gözünden kaçırılarak söz konusu olmuş değildi. Ayrıca İstanbul seçiminden hemen önce sahne almasaydı eğer, yukarıda dikkat çektiğim unsurlara da itina göstermek koşuluyla, ilkindeki hataları tekrarlamayan bir barış süreci fikri özünde kötü bir fikir değil. Bir tarafın seçim kazanma, diğerinin örgütünü hayatta tutma arzusuna endekslenmeden, sadece millet menfaatine odaklanmış olmak koşuluyla, yeniden ele alınmasında fayda bile olabilirdi. Çünkü PKK hendek terörünün cevabını ağır bir yenilgiyle ödedi, terörle mücadelede hiç olmadığı kadar ciddi bir mesafe alındı ve PKK silahlı militanlarını sınır dışına çıkarmaya, bir daha ne olursa olsun Türkiye’ye karşı silah kullanmama sözü vermeye hiç olmadığı kadar hazırdı. ABD, Kandil’i Irak’ta istemiyordu. Öte yandan PYD uzantılı Kürt oluşumları Suriye’de ABD desteğiyle bir statü elde etmeye yakın görünüyordu. Yani sorun, barış fikrinin yeniden gündeme gelmesinde değil, bu kadar büyük ve ciddi bir meselede, her ikisi de cezaevinde olan iki profil arasındaki varsayımsal çatışma bahanesiyle İstanbul seçimleri için fayda sağma girişiminin çiğliğindeydi.

İKİNCİ KEZ KAZANDI

Sonuç itibariyle İmamoğlu, iftiralarla, çarpıtmalarla çarpışa çarpışa, galibiyetini kuvvetlendirerek sandıktan ikinci kez çıktı. Cumhur İttifakı 2. kez kaybetti.

Ak Parti 31 Mart’ta çıkan sonucu kabullenseydi, söz konusu galibiyeti son derece olumlu bir mesaja dönüştürebilirdi. Hatta bazı sorunları, bazı algıları yıkmak için bir sıçrama taşı olarak kullanabilirdi. Türkiye’nin otoriterime kaydığını düşünen ve gelmekte çekingenlik gösteren sermayenin Türkiye’ye akmasını sağlayacak bir normalleşmenin ilk adımı yapabilirdi. Bu fırsatın ilk etabı kaçtı. Ama hala geç değil. Umalım ki, Ankara, İmamoğlu’nu tebrik etmekte, demokrasinin, hukukun ve centilmenlik yasalarının gerekleriyle mukabele etmekte tereddüt yaşamaz.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar