Alınmayan dersler antolojisi
23 Haziran akşamının kazananı Ekrem İmamoğlu. Kendisine başarılar diliyorum. Ama İstanbul ahalisi de tebriki hak etti. Ne felaket senaryoları yazıldı, ne korkulu rüyalar görüldü. Ama hem Cumhur hem de Millet ittifakının tabanı 23 Haziran gecesi hiçbir taşkınlık yapmadı ve taşkınlığa izin vermedi. Kazananlar elbette sevinçlerini gösterecekler, kutlama yapacaklardı. Önemli olan kaybedeni kışkırtmadan kutlama yapmaktı, öyle de oldu. CHP tabanına pek güvenmediğim için buradaki artıyı da İmamoğlu’na yazıyorum. Zira “zafer” sözünü sevmediğini, “Millet millete karşı mı ki, başarının adı zafer olsun” gibi çıkışlarla birkaç kez belli etti. Öte yandan AK Parti ve MHP seçmenleri de muhatapları başarılarını kutlarken herhangi bir aşırılığa meyletmediler, kayıplarını ve hüzünlerini sessizce yaşadılar.
Aynı olgunluk ve “kendini bilme” hali maalesef bir kısım medyada yok. Sözcü Gazetesi’nin geçtiğimiz Pazartesi günü Ekrem İmamoğlu ve Atatürk fotoğraflarını kolajlayarak attığı “Geçmişi 1923 olmayanın, hedefi 2023 olamaz” manşeti gerçekçi olmadığı gibi edepten yoksun imalar içermekteydi. “Atatürk’ün çocukları/askerleri kazandı” analizlerinin de gerçekçiliği yok.
“ESKİ TÜRKİYE”CİLER DESTEKLERKEN BİLE ZARAR VERİYOR
Atatürk bu toplumda kabullenilmiş saygı gören bir figür elbette ama İmamoğlu’nun kazanmasını sağlayan etken bilinen anlamda Atatürkçülük yapması değildi. İmamoğlu neredeyse her kimliğe sahip çıktı ve en azından hiçbirini dışlamadı, çok kimlikli, dolayısıyla hiç kimlikli bir tarzı siyaset benimseyerek, “kimlik siyaseti”nin fanusunu çatlatarak kazandı. O yüzden TKP İmamoğlu’na İslamcı işadamı muamelesi yaparken, bazı AK Partililer hayatlarında ilk kez CHP’de siyaset yapmış bir adaya oy verirken, bazı CHP’liler “Atatürk’ün askerleri kazandı”, “Türbanlı hakim olmaz” gibi saçma sapan “flashback”ler yaşayabiliyorlar. Metin Uca adlı edepsiz, Lübnanlı bir pornocunun türbanlı fotoğrafı üzerinden İBB çalışanı başörtülüleri tahkir eden iğrenç bir paylaşım yapabiliyor. Anlaşılan, herkes, herkesi kucaklayacağını söyleyen İmamoğlu’nda kendi kafasının ve hayal dünyasının bileşenlerini vehmedebiliyor. Kazanma sevincinin gazıyla saçmalayan bu gibi örnekler İmamoğlu’na büyük kötülük yapıyorlar. Çünkü eskaza bir rüzgara neden olur da gündemi domine ederlerse 23 Haziran’da fazladan alınan dokuz buçuk puan İmamoğlu’nu terk eder ve kamuoyu desteğine ihtiyaç olunan anlarda İmamoğlu kendisini ülke çapındaki desteği hayli sınırlı olan marjinalleşmiş bir kafayla başbaşa kalmış bulur. O zaman da 2023’te İmamoğlu’nu başkan adayı olarak yarışırken görmek isteyenler bu hayallerine uzaktan el sallamak zorunda kalabilir. Ancak gerek muhalif medyanın durumu okuyamadığını gerekse kimi CHP’lilerin çiğ tutumlarıyla iş görülemeyeceğini İmamoğlu da biliyordur.
FATURAYI YSK VE TRT’YE ÇIKARTMAYA ÇALIŞMAK
AK Parti’nin 23 Haziran İstanbul seçimlerindeki “epik” yenilgisi, hükümet yazarlarının da “Neden kaybettik” analizlerine odaklanmasına vesile oldu. Maşallah, YSK seçimi iptal etsin diye öncülük eden ya da bazı altın fırsatlar yaratma amacıyla sıradışı operasyonların içine girenler bile, “YSK seçimi tekrarlama kararı vermemeliydi” gibi fikirler ileri sürüyorlar. Aslen sorumluluğu YSK’ya kilitlemeye çalışıyorlar. O YSK’ya “31 Mart’ta bir şeyler oldu, usulsüzlük oldu, sen de veriyorsan artık kararını ver” diye çağrılar yapılmamış gibi davranmaları epey enteresan. Allah sizi inandırsın, aralarında cümle aralarına “güç zehirlenmesi” gibi ifadeler ekleyenleri bile gördüm. Güç zehirlenmesinin mücessem abideleri kendileri değilmiş gibi ufkumuzu açmaya soyunuyorlar. Aynı eküri, TRT salt kendi kararıyla Osman Öcalan’ı ekrana çıkarabilirmiş gibi evlere şenlik bir tutum içine girdi. Maksat İbrahim Eren gitsin, yerine “kendi adamımız” gelsin. Şaka gibi ama gülmek mümkün değil. Amaç eleştirmek değil, tespit yapıyor gibi görünürken bile operasyon yapmak. Niyet samimi olsa bile, önemli olanın 23 Haziran’dan, hatta 31 Mart’tan önce risk alıp “Yanlış şeyler oluyor” diyebilmek olduğunu hatırlatmak gerekir. Demedikleri gibi, diyenleri “kendi mahallesine acımasız olmakla”, “eziklikle”, “fırıldaklık”la vs ile itham etmişlerdi. Oysa inandırıcılık sorunu günden güne artan bir partiye ne söylemek gerekiyor onu söylüyorduk.
Tam olarak burada, bu köşede.
AK Parti’yi; bırakın İstanbul’u, İstanbul’dan fazlasını kaybetme yoluna sokan etmenleri, “Bakın hala çok geç değil” şerhiyle beraber, 31 Mart’tan da önce uyarmaya başlamıştım. Çünkü hem akut hem kronik pek çok unsur var İstanbul’u kaybettiren; dahası AK Parti’yi siyaseten “Hikayesi bitti mi?” sorularının nesnesi yapan nedenler arasında.
Bunlardan birkaçını yeri geldikçe hatırlatmayı deneyeceğim.
DEMİŞTİK DEMEK İSTEMEZDİM AMA DEMİŞTİK
23 Haziran öncesi son düzlükte yapılan hataları birkaç gün önce etraflıca ele aldığım için geçiyorum. Ama elbette bir haftada olmadı hiçbir şey. Yanlış iliklenen ilk düğmeden itibaren bugüne yavaş yavaş gelindi.
O halde filmi biraz başa saralım.
31 Mart gecesine. AA’dan gelen veri akışının kesilmesini takip eden zaman zarfında; seçimin entipüften nedenlerle iptalinin halka “Demokrasiye işimize yaradığı sürece kıymet veririz” duygusunu geçirmiş olması büyük talihsizlikti. İstanbullu, Cumhur İttifakı’nın adayı kazansaydı, aynı gerekçelerle YSK’ya gidilmeyeceğinin pekala farkındaydı ve İmamoğlu o günden itibaren perçinlenmiş bir mağduriyet hikayesinin kahramanı oldu. Sebebi ortada: YSK kararı, bizzat kendisinin çok değil bir hafta on gün kadar önce; 20 Nisan’da Bursa Mustafakemalpaşa’da yapılan itirazı reddederken verdiği kararla çelişiyordu. Nokta.
%54’ÜN NEDENİ VİCDAN OYLARIDIR
Yarım puandan az bir farkla öndeydi İmamoğlu.
23 Haziran’da ise on puan fark attı.
İstanbul’un %54 ile alındığı görülmemişti, görüldü.
Nasıl oldu bu?
Şöyle oldu: İstanbullu Kürdü, Çerkezi, Karadenizlisi, AK Partilisi ve hatta MHP’lisi ile “Bir adama bu kadar da yüklenilmez ki kardeşim!” duygusunda mutabık kaldı.
Ama daha önemlisi, İstanbullu, nâhak yere “Sandık elden gidiyor mu?” duygusuna sürüklendi. Bu havayı oluşturan etmenler arasında ittifak ortağı olan partinin genel başkanının “Halk bir belediye başkanı seçsin ve o belediye başkanı diğer ilçe belediye başkanlarını atasın” teklifi de vardı; kendisini İstanbul’u “yeniden fethin” koçbaşı sayan bir gazetede yayınlanan “Bekamızı demokrasiye feda etmeyelim. Cumhurbaşkanı belediye başkanlarını belirlesin” diyen akıllara seza yazı da.
İşin acı tarafı bunlara hiç gerek yoktu. AK Parti, İmamoğlu’na verilen mazbatayı geri alacak düzeneği çalıştırmasaydı, kaybını kazanca dönüştürebilirdi. Ama bir büyük şehrin belediyesinden çok daha fazlasını riske etmeyi seçti.
BEKA MESELESİ SÖYLEMİYLE ÇELİŞMEK
Kılıçdaroğlu’nun bir cenaze töreninde uğradığı saldırıdan dolayı neredeyse “Saldırıya uğradığım için özür dilerim” demesini salık veren bir muameleyle karşılaşması CHP’nin HDP tarafından desteklenmesi ile meşrulaştırılmaya çalışıldı.
Üzücü ve endişe vericiydi.
Saldırıyı kınamak, şehit cenazesine katılma kararı veren Kılıçdaroğlu’na soru yöneltmek bile şeytanlaştırıldı. (Bu konuda yaşadığım linci ve şimdi sorumluluğu YSK’ya yüklemekle beraber 31 Mart seçimlerinin iptalini sağlamak için elinden geleni yapan çete ile ilgili yazım için:
“Teröre destek veren partiyle hareket ediyorsan, cenaze törenlerinde bu türden şeyler olur” denmeye getirildi özetle. Bunu diyen tarafın 23 Haziran’a çeyrek kala Öcalan’ın mektubunu dolaşıma sokan taraf olması, Cumhur İttifakı’nın “inandırıcılık sorununu” zirveye taşıdı ama bedeli AK Parti ödedi.
Bedel demişken, ittifaklı siyasetin, yerel seçimde AK Parti’ye iyi gelmeyeceğini 2018’de yazmıştım.
Nitekim, daha sonra bazı AK Partili siyasetçiler de bu itirafı yaptılar. Açıkça söylemeseler de AK Parti’de bu konuyla ilgili bir rahatsızlığın olduğunu da biliyorum. Nedenini daha sonra şöyle yazdım: “Demokratik siyasete uygun hiçbir okuma yapmamış, ne teoride ne de pratikte ‘Çoğulcu demokrasi neyi korur?’ sorusunu bir kez bile sormamış, bilakis bu işleri Batı’nın bizi bölmek için icad ettiğini iddia eden MHP ile ittifak, AK Parti’nin yeni politikalar, yeni argümanlar geliştirme, farklı mahallelere de bir şeyler söyleme imkanını ortadan kaldırıyor. Küçük ortak, büyük olanın gücünü devam ettirmek için kendisine duyduğu kaçınılmaz ihtiyacı bildiği için ittifakın büyük ortağının söylemini ve tutumlarını domine ediyor. %10 alan bir parti, milyonlarca oy alan partinin tercihlerini yönlendiriyor. Eskiden olsa buna ‘vesayet’ denirdi.”
EKONOMİ YÖNETİMİ İLE İLGİLİ ENDİŞELER
Ekonomik sıkıntılar, Suriyeli sığınmacılara yönelik tepkiyi, söylenen her yalanın tutmasını da kolaylaştırdı. Bazı yerlerde mülteci karşıtlığı seçim kazandırdı. Öyle ki Bolu Belediyesi’nin taze başkanı son derece çirkin çıkışlar yaptı, Mudanya’dan, Antalya Gazipaşa’dan gelen plaj yasakları, yasak koyucuların ırkçı söylemleriyle perçinlendi. Muhalif kampın sömürdüğü yalanları yazmıştık.
Ancak bunun hükümete bakan bir regülasyon yetersizliği boyutu da vardı, sıkıntılar dağ olup birikmişti ve patlamaya hazır bir bomba olmaya doğru gidiyordu, onu da yazdık.
Ekonomi derken, sabırların ciddi şekilde sınandığı bir yerden bahsediyoruz. Bu yüzden oğluna pantolon alamadığı için intihar eden İsmail Devrim kalbimizi yaktı. Havalimanı inşasında çalışan ve evine ekmek götürmekten başka derdi olmayan işçilere yapılan kötü muamele de. Çalışma şartlarının düzelmesini isteyenlere “Hainlere biber gazı sıkın” diye tempo tutanlara teessüf etmekle yetinmedik.
HUKUK, ADALET, HAKKANİYET
“Adalet talebi” son iki yılın en temel “açlık” kalemlerinden biri. HDP’li belediyelerin yerine kayyum atanması da, KHK ile ihraç edilenlerin açlığa terk edilmesi, OHAL Komisyonu tarafından ya da yargı kararı ile aklanmalarına rağmen işlerine iade edilmeyenlerin çaresizliği, FETÖ’den dolayı tutuklu bulunan ve cezaevinde doğum yapan çok sayıda kadın ve bebeğin bulunması hep bu bahse giriyor.
Adalete dair endişelerin son zamanlardaki en mücessem örneğini ise kızı Rabia Naz’ın nasıl öldüğüne dair cevap arayan baba Şaban Vatan’ın dramında gördük. Bu hikaye, lokal siyaset çevreleriyle Ankara arasındaki ilişki dinamiğini çalıştırabilenlerin suç ve ceza arasındaki bağı koparabildiği; adam kayırmacılığın alıp yürüdüğü algısının zehir gibi yayılmasına neden oldu, bedeli de sadece Rabia Naz’ın ilçesi olan Eynesil’in kaybı olmadı. Rabia’nın aydınlatılamayan ölümünün peşine düşen sosyal medya gazetecisi Metin Cihan yazana kadar kimselerin oralı olmaması, hatta haberdar olmaması da fazlasıyla acıklıydı. İşin içinde AK Partili bir siyasetçi varsa kalem oynatmayı aklından geçirmeyen ya da korkudan o tarafa bakmayan yeni medya düzeninin inandırıcılığı yara alırken iktidar da kendi erken alarm sistemini yok etmiş oluyordu. Farkındalar mıydı? Bilemem. Ben sadece bu konuda defaatle, insanca, dostça uyardığımı biliyorum.
İNANDIRICILIĞI YENİDEN İNŞA ETMEK
İkinci kez “İnandırıcılık” dedik, o halde orada duralım. Zira bir noktada bu yazıyı noktalamak gerekiyor ve geldiğimiz yer önemli. Çünkü tüm bu serüvenin ardından şimdi AK Parti’nin en büyük sorumluluğu “inandırıcılığını yeniden inşa etme” görevini icra etmek.
Varoluş sebeplerini, nereden geldiğini ve nereye gitmekte olduğunu hatırlamanın yanısıra gereken iradeyi ortaya koyması lazım.
Başarmak için gereken avantajlara da sahip. Başarmaktan geri durmasına neden olacak dezavantajlara da.
Not: Bu derlemeyi, İstanbul’un kaybından canı yanıp hıncını medyadan alan, çünkü memlekette ne kadar sorun varsa hepsinin medyadan kaynaklandığına inandırılmış, gelgelelim tüm okuma edimi facebook’taki aile paylaşımları olan, yani yeterince okumadığı ve takip etmediği halde çok bilen ve herkesi aynı torbaya koyma illetinden mustarip olup bugünlerde “Medya hiçbir şeyi yazmadı. Biz sesimizi reise duyuramadık sizler de yazmadınız, yazın her şeyi yazın!” diye emirler yağdırıp öfke nöbetine tutulan AK Parti seçmeni takipçilerim için yaptım.