Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Yerli arabanın lansmanı da arabanın kendisi kadar havalıydı. 60 yıllık hayaldi. Otomobili tasarlayan mühendisler öncelikle beyin göçü trendine rağmen Türkiye’de kalmaları nedeniyle sonra da akıllı eve entegre olabilen, elektrikli yani ‘doğa dostu’ bir araba yaptıkları için tebrik edilmeli.

Yerli otomobil belki beklendiği kadar çok sipariş almayabilir. Otomobil piyasasının yeni oyunculara alan açamayacak denli ‘dolu’ oluşu nedeniyle, belki ilk anda bekleneni veremeyebilir. Bugün alkışlamaktan avucu kanayanlar o gün yatırımın isabetliliğini tartışabilir. Ben o gün de tartışmayacağım. Çünkü bu otomobili tasarlayan insanımız ‘yolda’ çok şey öğrendi, öğrenecek. O tecrübeler iyi bir regulasyonla başka segmentlerde hatta farklı sektörlerde de kullanılacak.

Dahası ‘biz yapamayız’ duygusunun yerini daha şimdiden daha fazla iyimserlik aldı. Yerli İHA’lar, SİHA’lardan sonra yerli araba, Türk sanayiine duyulan güveni arttırdı. Araba, üretilirken istihdam sağlayacak, ayrıca. İşsizliğin giderek arttığı bir ülkede bütün bunlar yerli arabanın artı hanesine yazılır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a önderlik ettiği bu tecrübe nedeniyle teşekkür etmek gerekir.

Ancak aynısını Kanal İstanbul için düşünmüyorum.

Çünkü faydadan çok zarar ve yeni tartışma getirdiğini ve daha da getirebileceğini düşünüyorum. Şimdiden kutuplaşmanın konusu oldu bile. Sırf İmamoğlu ‘yaptırmam’ demiş diye yapılmalıdır diyen var. Sırf İmamoğlu bu işi politik kaldıraç olarak kullandı diye “O zaman ölümüne kanaaaall” diye yırtınan var. Yok artık.

İstanbul’un hatta Türkiye’nin hayatını etkileyen bir konuya büyükşehir belediye başkanı ile cumhurbaşkanı arasındaki tartışmaya bakarak mı karar verilecek?

Kanal İstanbul siyasetin konusu oldu diye havamın, suyumun, yeşilimin, ‘vergilerimin’, kamu kaynaklarının ferah feza harcanmasının ve bunun beni etkilemesinin konusu olmaktan çıkıyor mu?

EKSİSİ ARTISINDAN FAZLA

O kadar çevre, doğa riski alındı, yaratacağı sosyal sıkıntılara da eyvallah dendi, o kadar enerji, emek ve para harcandı ve kanal yapıldı diyelim. Sürekli örnek verilen Panama ve Süveyş kanalları kadar verimli olacak mı?

Biraz zor.

Panama ve Süveyş kanalları yolu kısalttı, Kanal İstanbul uzatıyor.

Hangi gemi hangi nedenle kolayca geçebildiği boğaz yerine Kanal’ı tercih edecek, hâlâ ikna edici bir cevap duyabilmiş değilim.

İmamoğlu çıkıp 15 madde saydı da bu sayede Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un ağzından projeyi dinleme şansı bulduk. Sağolsun kullanılacak materyalin çatlama ve kırılmalara karşı dirençli, esnek bir materyalden yapıldığını, herhangi bir deprem esnasında çatlak oluşmayacağını ve sızan suların Terkos’u Sazlıdere’yi kirletmeyeceğini anlattı. İyi bir lansmandı ama çok geç kalınmıştı. Artık böyle çünkü. Biri bir maraza çıkarmadan kimse lütfedip detayları açıklamıyor. İki goygoy, üç hamaset, vatandaş bize yüzde 50 verdi eh o halde her şeyimize onay verdi savunması ve final. O zaman iyi ki maraza çıkaranlar var. Aksi takdirde önümüze konan çizgi filmden fazlası değil.

Ancak Kurum’un lansmanında da sorun var.

Zira şu kadar akademisyen çalıştı bakın bu kadar bilim adamı onayı verdi diye lanse edilen ÇED raporu, pek de öyle demiyor.

BU ÇED RAPORUNDAN BUYRUN KANALI YAPIN SONUCU ÇIKAR MI?

ÇED raporunda “Kanaldan sızacak tuzlu su ile İstanbul’un stratejik rezerv olarak adlandırılan yeraltı suyu kaynağının olumsuz etkilenebileceği ve akifer birimin tuzlanma riski olduğu tespit edilmiştir” ifadesi yer aldı. Bu tespit ile Kırklareli akiferinin tuzlanacağı, dolayısı ile proje alanı dışında; Trakya yeraltı sularının da olumsuz etkileneceği söyleniyor. (Akifer: Ekonomik olarak önemli miktarda suyu depolayabilen ve yeterince hızlı taşıyabilen geçirimli jeolojik birimlere verilen isim)

Yine aynı ÇED raporu projenin maliyeti 75 milyar TL olduğunu ancak dövizdeki artışın malzemeye yansıması ile bu bedelin çok daha artacağı hatırlatılıyor.

Yine aynı ÇED raporunda Kanal İstanbul’un güzergahında tarımsal arazi alanlarında büyük düşüş beklenirken, tarımsal ürün ve ağaçlarının kaybının da yüksek olacağı ifade ediliyor.

Aynı ÇED raporunda inşaat süreci ve sonrasında istihdam kazanılmasında artış beklenmesine karşın, geçim kaynağı çeşitliliğinde büyük düşüş beklendiği anlatılıyor.

Aynı ÇED raporunda inşaat öncesinden inşaat sonrasına kadar olan süreçte Kanal İstanbul’un yapımının bitimine kadar bölgede altyapı hizmetlerinde büyük aksaklıklar olacağı, bölgede beklenen nüfus artışlarının da altyapı hizmetlerindeki aksamayı büyük ölçüde tetikleyeceği anlatılıyor.

Aynı ÇED raporunda Kanal İstanbul’un inşaatının bölgedeki göç hareketlerini büyük ölçüde tetikleyeceği, bunun hem iç göç hem de dış göç şeklinde gerçekleşmesinin beklendiği vurgulanıyor.

Bunları ben demiyorum, Kanal İstanbul’un taşıdığı risklerin önemsiz olduğunu ileri süren hükümetin referans aldığı ÇED raporu diyor.

ÇILGINDI DAHA ÇILGIN OLDU

“Vay efendim 2011’de beğendiniz de neden şimdi beğenmiyorsunuz?” deniliyor.

2011’de de adı ‘çılgın proje’ydi. Zamanla daha ‘rasyonel’ gerekçeler duyarız diye ummuştuk.

2011’de bu kadar çok çevre, su, Marmara Denizi’nin ölmesi gibi riskler konuşulmamıştı, araştırmalar günyüzüne çıktıkça detaylar belirginleşti. Ayrıca, o yıllarda Türkiye’ye sıcak para akıyordu, ülkeler yatırım için kuyruğa girmişti, Türkiye pasaportu almak isteyen yabancı iş insanları vardı. Yüksek maliyetli projeleri göze almak hem devlet hem millet için kabul edilebilir, tolere edilebilir işlerdi.

O yıllarda İstanbul ‘inşaat projesi obezi’ bir şehir değildi henüz. Boğazımıza kadar inşaata batmamıştık.

Geçen yıllarda yaşanan siyasi sorunlar, darbe girişimi gibi anomaliler Türkiye’ye en değerli hammadesini kaybettirdi: Serbest ticaret yapmak için gereken hukuk güvenliğini ve özgürlük ortamını.

O yıllarda insanların evine hiç değilse ayda üç kez et giriyordu, şimdiki gibi bulgur ve makarna kombinasyonuna mahkum değildi tencereler. Oysa bugün her elektrik ve doğal gaz faturası karşısında derin bir sessizliğe gömülüyoruz. Dar gelirli olanlar kalp krizinin eşiğine gelip geri dönüyor.

Böyle bir atmosferde bu büyüklükte maliyeti olan bir projeyi ister geçiş garantili yap işlet devret modeli ile isterseniz devlet bütçesinden karşılamak suretiyle yapın, halkın sabrını ciddi şekilde test etmiş olacaksınız. Yap-işlet devret modelinde neler olduğu köprülerde görüldü, geçiş garantisini alamayan işletmecilerin beklentileri devlet yani millet tarafından karşılanıyordu ki, köprülerden biri satılıyor şimdi.

Direkt milli bütçeden yapmak zaten kanalın parasını halkın ödemesi demek.

Neden? Kanal İstanbul’un bana altyapı çalışmaları nedeniyle kilit olan trafik, nüfus artışı nedeniyle iyice yaşanmaz hale gelen İstanbul gibi birbirinden mel’un mevzular dışında ne gibi olumlu bir getirisi var ki boynuma tahammülfersa elektrik, doğalgaz ve ağır vergi yükü dışında bir halka daha eklemek isteyeyim? Halk bunu neden istesin?

GEÇMİŞTEKİ MANTIKLI PROJELERİ DESTEKLEYENLER DE KARŞI

Muhalefetin en büyük şanssızlığı daha önce yapılan bütün projelere istisnasız karşı çıkmasıdır. Avrasya Tüneli gibi, Marmaray gibi yüzde 1500 haklı ve doğru yatırımlara da karşı çıktığı için sözüne ehemmiyet vermeyenler olacaktır.

Ama inanın, artık bu işin CHP ile MHP ile AK Parti ile ilgisi yok. İnsanlar kentin maddi manevi yozlaştırılan dokusundan geriye kalanı canhıraş savunma refleksine savruluyor ve bu refleksi anlamanız, analiz etmeniz lazım.

İSTANBUL’UN YENİ GÖÇ AKINLARINI TARTACAK TAKATİ KALMADI

İstanbul’u kalabalıklaştıran, nefes alınamaz hale getiren şey, bu kenti proje obezi yapıp taşından toprağından rant süzme anlayışı oldu. Başka kentlerin cazibe merkezi haline getirilmesi elzem iken, bütün bahisler hâlâ İstanbul üzerine oynanıyor ve şehir giderek tanınmaz hale geliyor.

Rantın nasıl, kimler arasına bölüşüldüğü de giderek artan ve hiçbir zaman cevaplanmayan soru işaretlerinin konusu olarak kaldı.

Şimdi “16 milyonluk kentin temsilcisi olarak benim önceliğim İstanbul” diyen belediye başkanına “İster katıl ister katılma ister karşı çık ister çıkma biz bu kanalı yapacağız’ gibi bir üslup kullanılmasından bu kentte yaşayanların hiçbir söz hakkı olmadığı sonucu çıkmaz mı? Demokrasi bunun neresinde? AK Parti’nin programından, yıllarca yaptığınız siyaset akademilerinde vurgulanan ‘katılımcı demokrasi’ kavramından tamamen mi vazgeçtiniz?

Her şey bir yana, -elbette o miktarla sınırlı kalmayacak ama hadi maliyeti raporda geçtiği gibi 75 milyar TL olacak diyelim- az para mı? Bu parayla kobiler, fabrikalar kurulsa ve yakın tarihe oranla hiç olmadığı kadar artmış, yüzde 26’yı bulmuş işsizlik sorununun halline hizmet edilse, iyiden iyiye geri gitmiş tarım ve hayvancılık reformlarına harcansa daha iyi olmaz mı? Asıl vatanseverlik üzerinde yaşayanları da azıcık gözetmek değil midir?

Bakın ‘yerli araba’ hemen nasıl da ‘devrim arabası’ diye anılmaya başladı, hemen nasıl da gözler sanayi atılımına döndü, bu alanda derinleşip ilerlese Türkiye fena mı olur?

Bu şehir bir büyük emlakçı dükkanına döndü, şantiyeden önce hayat nasıldı hatırlayamıyoruz bile, artık yetmez mi?

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar