Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Bugün 28 Şubat 1997’nin 24. yıl dönümü.

Neredeyse çeyrek asır geçti.

‘Postmodern’ diyerek ‘demokrasiye balans ayarı’ diyerek ‘yumuşatılmış’ bir formata büründürülmüş olması kimseyi yanıltmasın. Milletvekilleri tutuklanmadı, memleketin her yeri postal sesleriyle inlemedi diye, MGK kararlarına destek veren sivil toplum kuruluşları ve sendikalar var diye bir darbeyi ‘demokrasiye balans ayarı’ olarak görecek değiliz. Durup durup dönemin sendikalarına, TÜSİAD’ına, dönemin medyasına saldırmayı da cambaza bak gözbağcılığı olarak görüyorum. Güzel memleketimde TSK bir şeyi yapmayı dileyecek de, diğerleri ‘olmaz’ diyecek öyle mi? 28 Şubat’ı destekleyen sivilleri göstererek asıl unsurun baskısını ve ‘kafaya koymuş olduğu’ müdahaleyi gölgeleyemez kimse. O unsur da ordudur, askerdir.

Başta Süleyman Demirel olmak üzere bazıları yıllar sonra "Darbe değildi" dediler.

8 Ocak 2013’te Fikret Bila’ya verdiği röportajda şöyle söylüyor Demirel: “Evet, o dönemde gerginlik vardı. Bu gerginlik anayasa ve demokratik süreç içinde aşılmıştır. Anayasaya aykırı hiçbir şey olmamıştır.” Hemen akabinde şunu söylüyor ama: “Kamuoyunda da bu süreçte bir darbenin önlendiği algısı mevcuttur. Nitekim, asker bana 'Nizamiyeden döndük' demiştir.”

İMZALAR ATILMASAYDI ASKER NİZAMİYEDEN DÖNMEYECEKTİ

Demirel yıllarca en sert darbeleri deneyimlemiş bir siyasetçi için belli ki br şeyin darbe sayılması için parlementonun feshedilmesi, siyasetçilerin tutuklanması gerekiyor. MGK kararlarına imza atıldığına göre darbe yok. Peki imza atılmasaydı ne olurdu? Cevabı yukarıda alıntıladığım cümlede veriyor zaten: Asker nizamiyeden dönmezdi, o kapıdan geçerdi ve sivillere…Ötesini söylemeyeyim.

Demirel bugün yaşasa, bilumum 28 Şubatçı’nın 15 Temmuz sonrasında yaptığı gibi “28 Şubat da aslında FETÖ’cülere karşı yapılmıştı” teranesini savunur muydu?

Bilmiyorum. Demirel çok zeki biriydi ama başkalarının zekasına hakaret etmeye de bayılırdı. O yüzden, bugünlerde çok ‘trend’ olan bu safsatanın peşine takılmazdı diyemiyorum.

28 Şubat’ın bugün FETÖ olarak tabir edilen, dönemin ‘cemaat’ yapılanmalarını hedef aldığını iddia etmek akıl dışı bir söylem. Başörtüsü mazeret gösterilerek eğitim hayatı katledilen yüzbinlerce başörtülü öğrenci FETÖ’cü müydü? Gece yarısı savcı tarafından evine baskın yapılan Merve Kavakçı? Erbakan, FETÖ’cü müydü?

28 Şubat darbesi dindarlığı, kendisini din ile refere edenleri bu topraklardan kazımak için yapıldı. Öncelikli hedefi dindarlar, dindarların gittiği okulllar, dindarların kurduğu siyasi partiler, ticari işletmeler, dindarların seçildiği belediyeler, dindarların gazeteleri ve televizyonlarıydı. Ancak asıl bedeli ödeyen başörtülü kadınlar oldu.

28 Şubat süreci bu topraklardaki ilk kitlesel kadın düşmanlığı örneğidir.

O kadar sistematik ve odaksal bir biçimde ‘başörtülü kadınlar için sürek avı’ rolü görmüştür ki, Süleyman Demirel yukarıda bahsettiğim söyleşisinde “1997’de başladı 2009’da bitti” diyor. Nedir 2009’da olan ve ‘bitti’ dedirten?

Şunu kastediyor: 1997’de üniversiteden yasaya ve hatta yönetmeliklere bile aykırı şekilde üniversiteden uzaklaştırılan genç kızlar yıllar sonra 2009’da, kamuoyunda Af Kanunu olarak bilinen 5806 sayılı Kanun çerçevesinde okullarına dönme ve eğitimlerini tamamlama hakkı kazandılar. Demirel’in 28 Şubat, 2009 yılında bitti demesinin nedeni bu.

ÖZGÜRLÜK ZİNCİRİ VE “GUINNES’E GİREMEDİ” MANŞETİ

11 Ekim 1998’de başlatılan ‘özgürlük için el ele’ zincirini hiç unutamam.

Oturma eylemlerine katılım, Gülen’in ‘başörtüsü füruattır’ ifadesinden sonra birçok öğrencinin başını açarak derslere katılmasına neden olmuş, eylemlere katılım azalmış, konuyu ülke gündemine taşımak için başka bir yol bulunmuştu. Kemal Gürüz’lerin Kemal Alemdaroğlu gibi şahıs bile diyemeyeceğim organizmaların layık olmadığı kadar demokratik barışcıl bir protesto yöntemi uygulanacaktı.

5 milyon insan el ele tutuşup insandan oluşan bir zincir meydana getirerek, Türkiye’nin şehirlerini birbirine bağlamıştı. Zincirin Kayseri ayağını organize eden babam Nihat Bengisu olduğu için, Erciyes Üniversitesi'nde saygın bir cerrah olmasına rağmen o eyleme verdiği katkı ve destek nedeniyle o günden sonra sürekli polis tacizine uğradı.

Eylemin olduğu gün İstanbul’da polis ele ele tutuşmaktan başka bir şey yapmayan kişilere tazyikli su sıktı, 267 kişi gözaltına alındı. Eylemden sonra da polis yurtlara baskın yaparak eyleme katılan yüzlerce öğrenciyi gözaltına aldı. Cerreahpaşa ve Çapa’dan alınan öğrenciler terörle mücadele ekipleri tarafından sorguya çekildi ve önlerine konan ‘terör örgütleri listesinden’ bir örgüt beğenmeye zorlandılar. O sırada ana akım medya infografik yaparak ‘zincirin koptuğu yerleri’ övmekle meşguldü. Hiç unutmam Milliyet Gazetesi’nin kullandığı manşetlerden biri şu şekildeydi: “Guinnes'e giremedi” ( Milliyet”, 13.10.1998 )

O KADINLARDAN AÇIKÇA ÖZÜR DİLENMEDİ

On yıl daha böyle sürdü. Recep Tayyip Erdoğan bu meseleyi çözmek için çeşitli arayışlar içindeydi, MHP ile beraber bir anayasa değişikliği tasarısı hazırlandı. 9 şubat 2008’de 411 oyla TBMM tarafından kabul edilen tasarı Anayasa'nın 10. maddesinin son fıkrasına "... ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında" ibaresini, 42. maddesine de "Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yüksek öğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir" fıkrasını ekleyen bir değişikliği kapsıyordu. Meclis'ten geçen ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanarak yayımlanan değişiklik 27 Şubat 2008’de bugün en çok da AK Partililer tarafından "Eskiden yerliydi, milliydi" diye övülen dönemin CHP’si ve DSP tarafından Anayasa Mahkemesi'ne götürüldü. 6 Mart’ta AYM davayı kabul etti. Sadece sekiz gün sonra ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, AK Parti’nin kapatılması için dava açtı. Elindeki en önemli referans başörtülü kadınlara reva görülen mahrumiyetin bitmesi için gerçekleştirilen anayasa değişikliği girişimiydi.

KURTLUKTA DÜŞEN ‘BAŞÖRTÜLÜYÜ’ YEMEK KANUN MUDUR?

Velhasılı 28 Şubat, hakları için direnen, rejime karşı dik durabilen, devlete karşı sesini yükseltebilmiş bir nesil kadının hayatını mahvettti. Erdoğan’ın direnciyle ve kadınların mücadelesiyle yasaklar kalktığında, çoğu için artık çok geçti.

O yüzden kimse travmaların birdenbire, hem de hiç doğru dürüst özür dilenmeden geçip gideceğini sanmasın.

Öte yandan AK Partililer de, hala 28 Şubat haklıydı diye konuşan parti liderleriyle flört edip, ekranlarında 28 Şubat haberciliğinin en azılı örneklerini sergilemiş ‘mutfak’ elemanlarına 7/24 sahne verip, faturayı o dönemi kısmen de olsa sorgulayan kesimlere kesmeye kalkmasın.

Gece yarısı Merve Kavakçı’nın evini basan Nuh Mete Yüksel’le aynı fikir ikliminden kişiler bugün sırf sizinle aynı mecradalar diye onları benimseyeceksiniz, sonra tek suçu “28 Şubat yanlıştı tamam ama bugün yapılan haksızlıklar nereye kadar 28 Şubat ile meşrulaştırılacak?" diye sormak olan kişileri “28 Şubatı karikatürize edemezsin" diye linç edeceksiniz. Pek tutarlı bir meşgale değil.

28 Şubat’tan gereken insani dersin çıkarılabildiğini düşünmüyorum.

28 Şubatçılar, rejimi tehdit ediyorlar iddisıyla, rejimi değiştirmek gibi bir güçleri ya da niyetleri olmayan başörtülü kadınları üniversite ve kamu kurumlarının dışına kilitlemişlerdi.

Bugünün muktedirleri ise 15 Temmuz hain darbe girişimine iştirak etmiş olması mümkün olamayacak, FETÖ bir zurna ise onun ancak son deliği olabilecek pek çok başörtülü kadını darbeci oldukların bahisle cezaevine kilitledi.

Talimatla hamile kaldıkları bile iddia edilebilmiş, bebeklerine cezaevinde bakmak durumunda olan kadınlar bunlar. Cezaevi ve çocuk, yan yana gelmemesi gereken iki kelime olmasına rağmen, nerede hangi partinin siyasetçisine sorsanız, kulağınıza eğilerek, fısıltıyla "Evet hiç doğru değil, bunun hesabı nasıl ödenir bilemiyorum" cümlesini kurmalarına rağmen, bu uygulama sürüyor.

Hadiseye böyle baktığımda şüphelenmeden edemiyorum.

28 Şubat bitmiş olabilir. Ama genelde kadın düşmanlığı, özelde ise “Kurtlukta düşen başörtülüyü yemek kanundur” prensibi değişmedi. Doğru zamanda, doğru tarafta, yani güçlü ve gücünden ötürü ‘haklı’ olan tarafın yanında yer almayın bakalım, FETÖ’cü ilan edilmeniz kaç dakika sürüyor… Ben söyleyeyim 5 dakika. NŞA’da bir erkek için bu süre daha uzun.

28 Şubat’ta devlet kadınları tek bir kalıba dökmek, devlet nasıl istiyorsa öyle inanmalarını, giyinmelerini istiyor, bu yolda gözünüzün yaşına bakmıyordu.

Bugün ise arkasına iktidarın gücünü alan çoğunluk, sizden farklı düşünme, birey olma, sürüden ayrılma hakkını almak istiyor. İstanbul Sözleşmesi’ni destekleyen başörtülü kadınlara yönelen ahlaksız ithamlar tam olarak böyle bir hizaya getirme arzusunun göstergesidi.

Sözün özü, 28 Şubatın bitip bitmediğini kadınlara bakmadan, kadınlara sormadan yanıtlayamazsınız.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar