Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Deprem siyaset üstüdür. Ama sonuçları değil.

Depremin yol açtığı yıkım elbette siyasetin konusu olur. "Neden geç müdahale edildi?” den tutun, "Deprem bölgesindeki iletişim sorunu nasıl çözülemedi ve o kriz devam ederken nasıl oldu da Twitter kapatılabildi?” den çıkın…"Büyük bir deprem olacağı öngörülmüştü neden tedbir alınmamıştı?” ile başlayın, "İlk üç gün askerin intikali neden geç ve sayı olarak yetersizdi” ile bitirin… Bütün bunlar ve daha bir çok mesele politikanın konusudur. Durun önce bir ağlamamız geçsin de ondan sonra bu soruları soralım da denemez. Dersiniz de kimse dinlemez. Acı çekmek akletmeye mâni değil çünkü. Hatta umulur ki bu büyük acıdan büyük bir renovasyon çıksın. Hem rasyonel hem de ruhsal bağlamda.

Dürüstçe sormak lazım ama. Nitekim depremin sonuçlarının siyaset bağlamındaki konumları bakımından şöyle sorular da mevcut: Neden tarım arazilerine imar verildi, kentsel dönüşüm neden öncelenmedi ya da neden imar barışı adı altında riskli binalara yapı kayıt belgesi verildi, gibi konular bunlar.

Ve maalesef, bu kısımda kimsenin eli temiz değil.

İktidar partisi, 2019 yerel seçim öncesi benim de katıldığım bir toplantıda Binali Yıldırım’ın itiraf ettiği … "maalesef rantsal dönüşüme dönüştü" cümlesinden de anlaşılacağı gibi, kentsel dönüşüm olgusunun inşaat rantı yaratmaya odaklanmasının önüne geçemedi, hatta bilakis bunu istedi. Rant yaratma, AK Parti’nin rıza üretimi stratejisinin değişmez bir parçası.

Muhalefet ise kentsel dönüşüme bir hiza, vatandaş yararına bir çerçeve çizmek yerine toptan muhalefet etmeyi seçti. Oysa insanların evlerini depreme dayanıklı hale getirmenin yolunun kentsel dönüşümden geçtiği bir vakıaydı.

Hakeza imar barışı ile ilgili yasal düzenlemeyi mecliste güle oynaya iktidar ve muhalefet partileri beraber geçirmişlerdi.

İktidar ve muhalefet partilerine mensup yerel yönetimler, ilçe belediyeleri bazında depreme dayanıklı bina sayıları yarıştırılsa, oradan kimin alnı daha ak çıkar bilmiyoruz.

Öte yandan kimsenin işine gelmediği için böyle bir yarışın başlamayacağını biliyoruz. Gözyaşı ve çaresizliğe bilim adamlarının meseleyi teknik boyutuyla açıklayan demeçleri ve halkın cehaletini eleştiren yorumları eşlik eder. Ve her nedense icracı siyasetçiler ile bilim adamlarının ve meseleye siyaset biliminin, hala anlamlı olan politik ayrımların perspektifinden bakabilecek yorumcuların karşılıklı birbirini sınadığı masalar hiç kurulmaz ve bir noktadan sonra mesele kapanır. Hep böyle oldu ve korkarım yine böyle olacak, mamafih bakınız bu da siyasetin konusu…

Tıpkı binalar gibi, siyasetin de taşıyıcı kolonu vardır: İnsan hayatını, kamu yararını yegane varlık sebebi olarak görmek. Merkezi idare için de yerel yönetimler için de bir kamu görevi üstlenmenin; siyasal erke talip olmanın ve onu sürdürmenin amacı bu çok basit ve temel olgu değilse, halk yavaşça delirir. Her durumdan avantaj sağlamaya yeltenen bir takım profesyoneller bu delirmeyi usulca yönetmeye kalkar.

Kâh ulusalcı paranoyadan beslenen, kâh "Reisimize komplo yapılıyor çünkü o ümmeti şaha kaldıracak” ütopyası üzerinden sahne alan “Aslında bu bir deprem değil, suni olarak yaratılmış bir şey, HAARP teknolojisi uygulandı, zaten boğazdan da ABD gemileri geçmişti” saçmalığına müşteri toplama girişimi böyledir.

Enkaz altında kalana kimlik soracak kadar haysiyetsizleşip onbinlerce insanın ölümüyle sonuçlanmış bir trajediyi Suriyeli sığınmacılara indirgeme telaşına düşenler böyledir.

Bağış adı altında bir cebinden çıkarıp öbür cebine koyduğu para miktarlarıyla yapılan ödüllendirmeleri "büyük devletimiz iş başında" diye lanse etmek böyledir.

Açıkçası bugünlerde, 1) depremin yol açtığı acıları, enkaz altında kalanların "da" paylaştığı bir dünya görüşüne saldırmak için kullananlar, 2) Cumhurbaşkanı’na yani "tek kişilik yürütme organına" ihtiyaçlarından, geç kalan ve yetersiz geldiği her halinden belli olan yardım ve müdahaleden sormak yerine “Bize bugün bir fazla dua et” diyenler kanımı donduruyor.

İlkinin edepsizliği, ikincisinin garibanlığı.

Vay efendim, kurtarma anında nasıl olur da "Allahuekber” denirmiş… Bu cihatçı örgüt sloganıymış. Nasıl bir buhran bu ülkede cami minarelerinden yayılan sözlere bir kez olsun kulak kabartmamalarına yol açıyor? Günden beş kez ezanın içinde "Allahuekber" var; Bilal-i Habeşi’ye de mi IŞİD’ci diyeceksiniz?

Peki, nasıl bir haleti ruhiye, "Neden bu kadar çok bina yıkıldı?" şikayetlerinin ya da "Lütfen enkazdan çıkan molozların dere yataklarına dökülmesini engelleyin, öleceğimiz kadar öldük bir de asbestle uğraşmayalım” gibi taleplerin iletilme makamı olan bir yerden dua isteyebiliyor? Bu nasıl bir kurbanlık koyun kıvamıdır? Devlete tekke muamelesi yapıp, normal şartlarda şeffaf ve hesap veren pozisyonda olması gereken bir makama "mürşid" ya da "velî" muamelesi yapmak nasıl bir ruh halidir?

Bütün bunları tohumları çok önceden atılmış bir delirme halinin trajediyle beraber daha da gümrahlanıp cisimleşmesi olarak tanımlayabiliyorum ancak.

Memleketin ruh halini ayakta tutan "taşıyıcı kolon" ise, bence şu an sadece kopan kulağını hastanede diktirip tekrar arama kurtarma çalışmalarına katılan -ve kulağı kopmasaydı ismini hiç öğrenemeyeceğimiz- Mustafa Aydın gibi, benim geçen hafta röportaj yaptığım Serkan Nergis gibi insanların fedakarlıkları üzerinde yükseliyor. İster Ahbap’tan ister AFAD’dan, ister TKP’den, ister İBB’den, ister İHH’dan, arkalarındaki bu akıl tutulmasına sırtlarını dönüp omuz omuza, el ele; her taşın altında hayat aramaya azmeden bu insanların çabasında ve beraber çalışma azminde buluyorum umudu.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar