Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Başkalarını benim kadar ilgilendiriyor mu bilmiyorum, ama Cem Madra’nın hayatına son vermesinin arkasındaki tuhaf tesadüfler zincirini düşünüp duruyorum kaç gündür. Bu dünyadan kendi isteğiyle ayrılanların verdikleri kararın altında ne yattığını çoğu zaman hiç bilemeyeceğiz. Geride bir not bıraksalar bile bunu kesin kanıt olarak yorumlamak doğru değil. Bazen insan kafasından geçeni değil, istediğini yazıyor çünkü.

        Seymour’un da neden otel odasında tabancanın kurşunuyla hayatına son verdiğini bilmiyoruz. J.D. Salinger’ın öykülerinde kullandığı Glass ailesinin en büyük oğlunun intihar nedeni sık sık değişiyor kitaplarda. Cem Madra da şimdi kendi ailesinin Seymour’u.

        Tesadüfler zinciri dediğim olay bir Salinger kitabıyla başlıyor.

        SALINGER’IN SIRRI

        Açık Radyo kurucusu Ömer Madra’nın çevirisi Salinger’ın “Franny ve Zooey” isimli kitabının Türkçesi. Amerikan eğitiminden geçen birinin Salinger’a hayran olmaması çok zor; savaştan çıkan Amerika’nın ve insanlarının ruh halini, yabancılaşmalarını, kendilerini sorgulamalarını yansıtan öyküleriyle ‘boomer’ kuşağının şahsi bir bağı var zaten. O kadar ki Ömer Madra kızına Salinger’ın meşhur öyküsünden yola çıkarak Esmé adını veriyor: Esmé için—sevgi ve yoksunlukla. Kimileri 'squalor' kelimesini “sefaletle” diye de çeviriyor.

        REKLAM

        Salinger kitapları John Lennon’ın öldürülmesinden Reagan’a suikasta kadar tarihin ilginç dönemeçlerinde çok incelendi, Holden Caulfield karakteri James Dean’den Wes Anderson’a, Belle And Sebastian’dan Guns N Roses’a binlerce başka esere ilham verdi. Üzerine filmler yapıldı, kitaplar yazıldı, akademide incelendi. “Six Degrees of Separation” adlı oyunda bu konuda upuzun bir tirat var. Salinger’ın sırrı—ki bu sırrı çözmeye çalışıp başarısız olan çok oldu, ama ben de yelteneyim. Salinger’ın sırrı biraz da kitapların hem toplumlar için ortak bir hafızaya katkıda bulunması hem de her bir okur için ayrı bir şahsi anlamı olması belki de. En azından benim için de öyle oldu. Tek başıma çıktığım bir yaz tatilinde otel odasında “Franny ve Zooey”i okuduğumda ergenliği geride bırakıyor, büyümeye başladığımı fark ediyor ve önümdeki gelecekle ne yapacağımı kestirmeye çalışıyordum. Yanıtı hala bulabildim mi, emin değilim. Hemen her Salinger okuru gibi ben de bu öykülerle, Glass ailesinin çocuklarıyla obsesif bir okur-yazar ilişkisinde buldum kendimi.

        ARŞİVDEN O SÖYLEŞİYİ BULDUM

        Madra’ların çocuklarıyla Glass ailesi arasındaki benzerlik daha önce de dikkatimi çekmişti, daha önce de yazdım. Öküz dergisine Ömer Madra’yla yaptığım bir söyleşiyi hatırlamaya çalışıyordum; yıllar ilerliyor, üzerinden çok zaman geçmiş, hafızam yine de fena çalışmıyor. Ama sadece o söyleşiyi yaptığımı ve içinde bir yerlerde Glass ailesinden ve Cem Madra’dan bahsedildiğini hatırlıyordum. Metin bende olmadığı için paylaşamamıştım.

        Tamamen alakasız bir başka tesadüfler zinciri sayesinde önceki gece twitter’daki bir yazışma sonucu Öküz’ün tüm sayılarına ulaştım. Önceki gece sabaha karşı 04:00’e kadar eski Öküz sayılarına daldım. Mart 2000 tarihli 70. sayıda üniversiteden hocam Ömer Madra’yla söyleşim var.

        Ağırlıklı Açık Radyo üzerine söyleşi. Ömer Madra bugün hala çözülemeyen pek çok dünya meselesinden de bahsediyor. “Kongo’da bir dünya savaşı yaşanıyor ama kimse konuşmuyor,” diyor. “Onlarca devlet ülkenin öz kaynaklarını elde etmek için ülkeyi işgal etmiş durumda, bir yandan da kendi kabileleri ve bölünmeleri var.” Üzerinden yıllar geçtikten sonra Hollywood yıldızları Kongo davasını sahiplenip bilinçlendirmeye çalışıyorlar ama hala insanlar telefonumuzu titreştiren mineralin Kongo’dan geldiğini, hatta çalındığını görmüyor.

        REKLAM

        Madra’nın kendi hayatından pek bahsetmediğini, kamuoyunun karşısına sadece Açık Radyo tanıtımı ya da küresel iklim değişikliği hakkında konuşmak için çıktığını biliyorum. Ama bir şekilde sohbeti onun ailesine ve çocuklarına getirmeyi başarmışım.

        Kendi ailesini “Tutunamayanlar oluşuyor,” diye anlatıyor Madra.

        Daha fazla işaret istiyorsanız Ömer Madra’nın Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanının önsözünü yazdığını da hatırlatayım. Salinger’dan Oğuz Atay’a kitaplar onun hayatının rotasını belirlemiş gibi duruyor uzaktan. Ya da bu kitaplara bakarak bir insanın hayatını okuduğumuzu zannediyorum.

        Cem Madra bu dünyadan ayrılmasa unutulacak bir söyleşi olarak kalacaktı. Ama bugün birkaç soruyu arşivden diriltip tekrar paylaşmak istiyorum. Okurken adeta kanım dondu. 22 sene önceki birkaç soru bugünün ışığında farklı bir anlam kazandı.

        Roland Barthes en sevdiğim kitaplardan biri olan “Camera Lucida”da Napoleon’un kardeşi Jerome’un bir fotoğrafına denk gelip “Bunlar İmparator’a bakan gözler,” diye heyecanlandığını, ama etrafında hiç kimsenin bu heyecanı paylaşmadığını anlatır. Ömer Madra, Salinger, “Tutunamayanlar” da benim için biraz böyle; bu yüzden başkalarını benim kadar ilgilendirir mi bilmiyorum diyorum. İtiraf etsek de etmesek de bu dünyadan kendi kararımızla ayrılma fikrini hemen hepimizin düşündüğüne, bu tercihle ilgilendiğimize eminim. Bazılarımız işaretlere inanıyor, bazılarımız işaretlere anlam yüklemiyor ama. Barthes’ın kendi heyecanını başkalarının paylaşmasına dair bir tespiti var: “Hayat böyle yalnızlık anlarından ibarettir.” Ben bir yere yazayım da kalsın, belki o kadar da yalnız değilizdir.

        Ömer Madra: "Bizim aile büyük ölçüde tutunamayanlardan oluşuyor"

        Ömer Madra: "Bizim aile büyük ölçüde tutunamayanlardan oluşuyor"
        0:00 / 0:00

        Sizin çevirdiğiniz Salinger’ın “Franny ve Zooey” kitabında karakterlerden biri “Sorun biz, bizler ‘freak’ (tuhaf-çarpık) yaratıklarız ve anne-babalarımız bizi kendi çarpık standartlarıyla yetiştirip bizi birer ‘freak’e çevirdiler,” diyor. Siz de çocuklarınızı kendi standartlarınızla yetiştirdikten sonra, bu kadar kolay kenara çekilebilir misiniz?

        Ama ikili anlamak lazım belki o cümleyi de. Birincisi bütün ana-babalar adına görmek gerek. Sadece o kitaptaki Glass ailesi için değil; onlar hakikaten eksantrik bir aile. Sanatçı ve muazzam aile bağlarıyla birbirine bağlı ama aynı zamanda da sonsuza yakın bir özgürlüğün sorumluluk duygusundan yoksunlar. Yolda kaybedilen şeylerden birisi de o. Anlamını bile yitirmiş durumda… ‘Freak’ standartları ben koymadım, tek başıma. Belki bizim evde de kendi başıma koyduğum çarpık standartlarım vardır ve onların bedelini ödüyordur çocuklarım. Tıpkı anne-babamın bana koyduğu ya da koyamadıkları çeşitli standartlar gibi. Ama genel anlamda, insanların geldiği yerde de bir acayiplik olduğu muhakkak.

        Sizin aile de bir tür Glass ailesine dönüştü mü?

        Tutunamayanlardan oluşuyor büyük ölçüde. Büyük oğlumun üç yaşında bana yazdığı bir mektup var. Üç yaşında okuma yazma öğrenip bir de mektup yazıyor. Bu elimde benim; dolayısıyla zeka ve beli bir gelişkinlik yaşı olarak hayli ilerideydi. Götürdük, ölçtürdük ve öyle çıktı. Peki ne yapacağız? Farklı durumda olan insanı farklı bir eğitim modeli içinde yetiştirmek gerek, özel durumuna uygun olarak. Öyle bir okul yok ama.

        Sonradan kalkıp gitti ve şimdilik henüz 31 yaşında ve henüz öğrenci olmak dışında bir şey olamadı. Gitti Fransa’da master gibi bir şey—o bile değil—bitirdi ve geri döndü… Olamadı ama kesinlikle çok ciddi bir antropolojik duygusu, duyusu ve duruşu vardır. O öyle gitti.

        Öbürü müzisyenlik yapmaya çalışıyor ve başarılı bazı şeyler yaptı ama şimdi o da kararsız bir noktada durmuş vaziyette.

        Üçüncüsü de her türlü güzel sanat dalında, çizim olarak özellikle sıra dışı. Türkçe kullanımı sıra dışı. Annesi Piyale Madra’ya bakılırsa kendisinden uzun zamandır iyi çiziyor. Sadece bilgisayarın mouse’uyla yaptığı çizimlere inanamazsın. El gibi kullanıyor. Tek bir proporsiyon hatası yapmadan istediği çizimi yapabilir. Doldurur, boyar. Şimdi 13 yaşına giriyor. Hikaye, şiir yazıyor, tiyatro oynuyor ama bunu nasıl kanalize ederiz, uygun bir okul bulur muyuz, bulamaz mıyız, çok da tereddütteyiz açıkçası. Ya çok da fazla düşünmemeye çalışıyorum. Yoksa kendimi şu altıncı kattan aşağı atmam gerekirdi.

        Kendinizi ne zaman fark ettiniz?

        İlkokulda bir macera romanı yazmıştım, 80 sayfalık. Annem kaybetti… Ailemde en çok baltaya sap olmuş insan muhtemelen benim. Şansım vardı. Herhalde, biraz da düşünsel boyutu eyleme dönüştürecek bir iradi güç ihtiyacı vardı ve bunu muhtemelen konjonktür ve şansın yardımıyla hayta geçirebilmiş durumdayım. Oğluma verdiğim nutuklar da son zamanlarda bu konuda. Olay potansiyel meselesi değil, onu eyleme dönüştürme.

        Diğer Yazılar