Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Röportajlar Son dakika habert: Zeynep Tuğçe Bayat: Dünyanın her yerinde kadın olmak çok zor
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Oyunculuğa çocukluk yıllarında heves etti.

        Ne var ki hukukçularla dolu ailesinin karşısına çıkıp "Ben oyuncu olmak istiyorum" diyemedi.

        Aklına üniversite sınavında bilerek başarısız olmayı bile getirdi.

        "Hukuk fakültesini kazanamadım, sağlık olsun. O zaman ben en iyisi oyuncu olayım" düşüncesi içinde bir plan yaptı yapmasına ama lisede yüksek notlara sahip olması nedeniyle ailesini kandıramayacağını düşünerek planından vazgeçti.

        Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne dereceyle girdi, fakültenin gözde öğrencilerinden biriydi.

        Ne var ki İstanbul'a geldikten sonra oyuncu olma düşüncesi zihninde daha da bir yer etti.

        Haluk Bilginer'in sahibi olduğu Oyun Atölyesi'nde sahnelenen oyunların müdavimlerinden biri olunca tiyatro yöneticilerinin dikkatini çekti.

        Çok fazla oyun izlemesinden dolayı bir öğrenciye ağır geleceği için bilet parası alınmamaya başlandı. Sonra da tiyatroda çeşitli görevler verildi.

        Oyun Atölyesi'nde geçirdiği zamanlar oyunculuk hevesini daha güçlendirince hukuk fakültesinden mezun olmasının ardından "Ver elini konservatuvar" dedi.

        Zeynep Tuğçe Bayat…

        O Zeynep Tuğçe Bayat, oyunculuk hevesinin güçlenmesinde büyük etkiye sahip Haluk Bilginer ile şimdi aynı yapımda rol alıyor.

        ‘Baba’…

        SHOW TV’nin her salı günü ilgiyle izlenen Ay Yapım imzalı fenomen dizisi 'Baba'da 'Şahika Doğan Saruhanlı'yı canlandıran Zeynep Tuğçe Bayat, Habertürk'e röportaj verdi.

        'Baba'dan teklif geldiğinde neler hissettin?

        Bize senaryodan önce karakter analizlerini veriyorlar. 'Şahika' karakterini okuyunca "bu ne acayip, çok renkli ve asla oynamadığım bir karakter" dedim. 'Şahika', beni çok heyecanlandırdı. Senaryoyu okuduğumda da çok etkilendim çünkü uzun süredir okuduğum senaryolardan çok farklı geldi. İşleyişi, çok fazla karakter barındırıyor olması beni etkiledi. Bir taraftan da bizim bir alt başlığımız var; 'Baba; Bir Anadolu Hikâyesi'... Ben Mersin’de doğdum ve büyüdüm. Anadolu'nun her bir köşesinde kültürel olarak, ailesel olarak bir farklılık vardır. Bazı ailesel şeyler bizde de oluyordu. Bende olmasa çok yakın bir arkadaşımın ailesinde gözlemlediğim, o gerçekliği beni çok etkiledi. Projenin olayı tam olarak gerçekçi bir noktadan ele alması beni çok etkiledi. Daha sonra oyuncu kadrosu da eklenince içinde bulunmaktan çok mutlu olduğum bir projeye dönüştü. Ama 'Şahika' karakterine dönersek, kadın enerjisi çok yüksek bir karakter. Bazı insanlar vardır, gerçekten belli bir enerjileri var ve onunla yaşıyorlar; kimisi çocuksu, kimisi kadınsı. Ben birazcık daha günü gününe farklı enerjiler yaşayan biriyim. Bu beni çok etkiledi aslında bir oyuncu olarak, benden farklı bir karakteri canlandırmak heyecan yarattı.

        Zeynep Tuğçe Bayat, Mehmet Çalışkan'ın sorularını cevapladı.
        Zeynep Tuğçe Bayat, Mehmet Çalışkan'ın sorularını cevapladı.
        REKLAM

        'Şahika' karakteri için özel bir çalışma yaptın mı?

        Özel bir çalışma yapmayı istedim ama yönetmenlerimizle şöyle bir şey konuştuk; onlar deneme çekimlerindeki yola çıktığım noktayı çok beğenmişlerdi. "Birlikte ilerletelim, bunun üzerine sen ayrıca bir çalışma yapma. Çünkü sen her ne kadar bu karakter benden çok farklı desen de bir yerden öyle bir şey yakaladın ki aslında sende o var" dediler. Bir taraftan da sette yönetmenlerimizle karakter için gerçekten çok uğraşıyoruz. Sadece benim için değil tüm karakterler için çok uğraşıyorlar. Bu yine çok alışık olduğumuz bir durum değil. Bu konuda da onlara teşekkürü bir borç bilirim. Çünkü benim için de bir yolculuk oldu. Başladığım noktadan itibaren onlarla birlikte her dakika ileriye taşıyoruz, birlikte üstüne bir şeyler koyuyoruz, çok hoşuma gidiyor, benim için öğretici bir süreç oluyor.

        Haluk Bilginer ile çalışıyorsun. Öğrencilik döneminde de Haluk Bilginer ile hikâyelerin var, ondan söz eder misin?

        Haluk Ağabey ile geçen gün bu konuyu konuştuk. Bir süredir birlikte sahne çekiyor olmamıza rağmen bu konuyu ona açmamıştım. Benim küçüklüğüm onun oyunlarını izlemekle geçti, onun tiyatrosunda, Oyun Atölyesi'nde tatlı bir yerim vardı, beni çok hoş karşılayan bir tiyatroydu. O dönem hukuk fakültesinde okuyordum. 18 yaşımda Mersin'den İstanbul'a yeni gelmiştim ve okula başlamıştım. 1 - 2 hafta geçtikten sonra sürekli ortadan kaybolmaya başladım. "Ben aslında oyuncu olmak istiyordum, konservatuvar okumak istiyordum, neden bunun peşinden gitmedim? Neden hukuk fakültesinde okuyorum" gibi sorgulamalar yapıyordum. Bir gün karşıma Oyun Atölyesi çıktı. Bir tane oyun vardı, yurtta kalıyordum ve kapanış saati vardı. Oyuna girsem yurda giremeyeceğim, bir şekilde 'ikna ederim' dedim ve bilet aldım. Oyun çıkışında kapıda oturdum ve ağladım, "ben oyuncu olmak istiyorum" dedim. Bir tür anime karakteri gibiydim, gözlerimi açıp kıpırdamadan oyunu izlediğimi hatırlıyorum. Haluk Bilginer'i daha önce Mersin'de de seyretmiştim. Mersin'de o dönemlerde sadece turne tiyatrolarını izleyebiliyorduk. O zaman Mersin'de Devlet Tiyatrosu yoktu, şehir tiyatrosu da yoktu. Belediye Tiyatrosu vardı ve ben de orada çocuk oyuncu olarak çok aktiftim.

        REKLAM

        Sonra...

        İstanbul'a gelince sürekli Haluk Bilginer'in oynadığı tiyatroya gitmeye başladım, tiyatronun yaratıcı ekibiyle tanıştım. "Çok seviyorum ve izlemek istiyorum" dedikçe her bilet almaya kalktığımda "sen öğrencisin, bizden olsun" diyorlardı. Orada bir festival organize ettik, içeride bana da görevler verdiler. Haluk Ağabey ile konuşmaya çok çekiniyordum, sadece izliyordum. Göz göze gelmezdim bile, kaçardım ama Oyun Atölyesi'nde bir masa vardı, hayranlıkla izlediğim bir sürü oyuncu o masada otururdu, beni de o masaya oturturlardı, hiçbir şey yapmazdım, sadece dinlerdim. Haluk Ağabey'e bunu anlattım, o da "Ben öcü müyüm? Niye konuşmuyorsun benimle?" dedi. 4 sene gidip geldim oraya, aynı zamanda Emre Kınay ile Duru Tiyatro'da çalışıyordum, zaten kardeş tiyatro gibiydiler, orada çalışıyordum, oraya gidiyordum oradaki oyunları izliyordum, bu 4 sene benim için tiyatro mutfağında dolu dolu geçti.

        Hukuk fakültesine dereceyle girdin, 3 yabancı dil biliyorsun. Hiç IQ’nu ölçtürdün mü?

        Hayır, hiç aklıma gelmedi öyle bir şey. Hayattaki hayal kurma derecesi ve istek derecesini ölçtürmek isterdim, onu merak ediyorum. Bazen "benim bu kadar çok hayal kurmam normal mi acaba?" diye düşünüyorum. Ama IQ olarak hiç düşünmedim.

        Bir oyuncu için çok fazla hayal kurmak iyi bir şey değil mi?

        Tabii ki güzel bir şey ama hedeflerin çoğu zaman senden uzaklaşıyor.

        Hayal kırıklığı mı yaratıyor?

        Hayal kırıklığı değil ama sürekli bir çalışma halinde olmak zorunda kalıyorsun. Bu kimi insan için yorucu olabilir ama ben seviyorum, benim hayat motivasyonum bu. Kimisinin bir hedefi vardır, oraya ulaşır, rahatlar ya da keyfini çıkarır. Ben genelde hedefime ulaştığım zaman hemen bir sonraki adıma geçiyorum. Bayağı böyle uzun hedefler var önümde, ben gittikçe daha çok uzaklaşıyorlar.

        REKLAM

        Haluk Bilginer’den edindiğin en önemli öğreti ne oldu?

        Daha 2-3 aydır birlikte çalışıyoruz ama izlerken de fark ediyorum, yanımızda oynarken de fark ediyorum, o kadar rahat ki onun doğasından çıkıyor gibi. Haluk Ağabey'in enerjisi onun olduğu sahnelerde beni rahatlatıyor. Daha iyisini yapayım derken kendini kasma durumu genç oyuncularda bazen olabiliyor, tecrübesizlikten de olabiliyor aslında iyi bir düşünceyle yola çıkıyorsun ama bir şeyi zorlamaya başlıyorsun. Haluk Ağabey, bunu o kadar akışında yapıyor ki o yüzden ne yaparsa yapsın batmıyor ve kendini izlettiriyor.

        İllaki bir şeyler ediniyorsundur da onun adı sonradan konulur değil mi?

        Eminim öyledir, zaten "her oyuncuya bir gün Haluk Bilginer ile oynama fırsatı nasip olsun" diye söylüyorlardı. Bazı insanlar çok iyi oyuncudur ama çok iyi bir paylaşımcı olmayabilir. Haluk Ağabey hepimizi yükseltmek istiyor. Bu yıllarca tiyatro sahnesinde olmasından kaynaklı da olabilir. Bunun bir ekip işi olduğunu ve herkesin parlamasının herkesin işine geleceğinin bilincinde olduğunu düşünüyorum. Çünkü kimi zaman böyle şeyler olabiliyor, bir işte parlamak isteyen bir sürü insan olduğu zaman, seyirci bunu fark ediyor gibi geliyor. İzleyiciler gerçekten bir ekip ruhuyla birbirine destek olarak oynayan bir kumpanya izlediğinde - biz de bir tür kumpanyayız aslına baktığınızda - bu bence seyirciye de oyunculara da geçiyor, böylece sevmeye başlıyorsun. Çünkü oyunculuğun başlangıcı acı çekmek üzerine, o karakteri bulana kadar acı çekiyorsun.

        REKLAM

        Madem oyuncu olmak istiyordun neden hukuk okudun? Özel bir nedeni var mıydı?

        Mersin'de doğdum ve büyüdüm ama çocukluğumdan beri çok sevmeme rağmen bana çok küçük geliyordu. Oyuncu olmayı da çok küçüklükten itibaren hep istiyordum ama Mersin'de bunun bir karşılığını bulamıyordum. Oyun bile izleyemiyordum. Doğal olarak zihnime "benim İstanbul’a gitmem gerekiyor gibi bir düşünce yerleşmiş. Çok da yanılmamışım. ÖSS'ye girdiğim günü hatırlıyorum, dershanedeki derecelerim iyiydi. Bu nedenle "acaba sınavda başarısız olsam mı?" diye düşünmedim değil. Böylelikle ailemin sınavı kazanamadığım için beni oyuncu olmaya yönlendireceğini düşündüm. O zamanlar eğer bir öğrencinin notları düşükse, "onu yapamadı, bari bunu yapsın" gibi bir anlayış vardı. Sonra "benim ailem asla bunu yemez" dedim. Hiç de beceremem öyle kumpaslar kurmayı... Sonra "sen bu sınavı yap, İstanbul'da bir yeri kazan, sonra bir şekilde tiyatroyu bulursun" diye düşündüm. Lisedeyken Felsefe Olimpiyatı'na katılmıştım; makale yazdım sonra dünya olimpiyatına katılmaya hak kazandım, güzel ve öğretici bir süreçti. Lise öğrencilerinin müfredatta olmadığı için okumadığı bir sürü kitabı da okumuş bulundum, o zamanlar ufkum çok açılmıştı. Sosyal bilimlere karşı çok ciddi bir ilgim vardı. Ailemde de çok hukukçu var, onlar biraz "neden hukuku düşünmüyorsun?" diye yönlendirdi beni. Mersin'de adliyeye gittim, davalara girdim, sevip sevmeyeceğimden emin olmak istedim. Tüm olan biten bana çok tiyatral geldi. Burada çok acayip dünyalar var, yazmakla da aram iyi, belki böyle bir şey katar bana diye düşündüm, o da hoşuma gitti ama aslında bence işler hiç öyle değil, çok romantik bir yerden bakmışım.

        Hukukla ilgili hiç çalışma yapmadın mı?

        6 aylık adliye stajının 2.5 ayını yapmıştım. O zaman konservatuvara girdiğim için bırakmak zorunda kaldım. Çünkü ikisinde de devam zorunluluğu vardı. Hakkaniyete takan biriyim, herkes aynı anda bir şeyleri yapmanın bir yolunu buluyor ama ben aynı anda iki yerde olamayacağım için hemen barodan affımı istedim. Kabul etmek zorundaydılar, onlar da çok şaşırdı, "Ne yapacaksın? Nereye gideceksin?" diye sordular, ben de "konservatuvara gideceğim" dedim. Ona da ayrı şaşırdılar. Çok ilginç geldi onlara ama çok kararlıydım ve gerçekten beni çok etkiliyordu.

        Hukukta devam etseydin hangi alanda uzmanlaşmayı düşünüyordun?

        Ben kişilik olarak üniversitede akademik kariyer yapardım. Çünkü gerçekten kitaplarla aram çok iyiydi ya da sivil toplum kuruluşunun avukatı olurdum. Kendim için bir şey yapamam gibi geliyor, bu mesleği hep başkaları için icra ederdim. Tabii ki avukatlık böyle bir şey ama bahsettiğim daha üst bir topluluk, ezilen insanları, hakkını araması gerekirken arayamayan insanları korumak isterdim, böyle bir şey bana faydalı gelirdi. Bana "sen fikri sınai haklarda uzmanlaş, o ikisini birden yap" diyen de çok oldu ama inanın konservatuvar, hukuk fakültesinden daha zordu, çok daha zorlandım.

        Hukuktan sonra konservatuvara geçmeni ailen nasıl karşıladı?

        Hukuk fakültesinden mezun olduğum için gayet rahatladılar. Eminim "hevestir, geçer" diye düşünmüşlerdir. Zaten beni zorlamadılar, eğer zorlasalardı, ben o okulu okumazdım. Benim öyle zorlanılacak bir yapım yok, oradan kaçarım. Hatta bazen, "oyuncu olmayayım diye herkes elinden geleni yaptı ve sonuçta oyuncu oldum, belki de izin verselerdi hukukçu olurdum, aslında bana büyük bir iyilik yaptınız" diye espri yapıyorum. Beni sıkıştırmadılar, büyük baskılar yaratmadılar ama ben onların beklentisini ve kaygılarını da çok iyi anladım. Empati, oyunculukta en önemli ve en ihtiyacımız olan şey, ailemin bana sevgiyle yaklaşması en büyük şükürlerimden biridir. Ailede sevgiyi bulabilmek herkese nasip olan bir şey değil. Yoksa dünyada bu kadar kötülük olmazdı. Beni sevdiklerini ve benim iyiliğimi düşündüklerini hissettiğim için orta yolu buldum gibi bir şey oldu. Mesela kazara ekonomi yazmış olsaydım -ki hiç sevmem- okuldayken en kötü dersimdi, sanıyorum bırakırdım. Bence hukuk fakültesini okumamda, sosyal bilimleri sevmemin bir alakası vardı. Bir de kişilik olarak, yarım bırakmaktan da pek hoşlanmıyorum. Konservatuvar da aynı şekilde, dizide oynamaya başlamama rağmen gerekli şekilde bitirebilmek için kendimi çok zorladım, hakkını vermek için çok uğraştım.

        Oyunculuk sana ne ifade ediyor?

        Önceden benim için hayatım demekti ama şimdi aslında öyle olmadığını anlıyorum. Büyüdükçe galiba bunun doğru olmadığını anlıyorum ama benim için hayatım gibiydi. Çocuk kalmakla alakalı mı? Yoksa bunlar yine romantik düşünceler mi? Bilmiyorum ama sürekli bir oyun halinde olmak ve bir sürü şeyi deneyimlemek istiyorum. Sanki bu hayata bir şeyleri deneyimlemek için gelmişim gibi. Oyunculuk da buna çok güzel imkan sağlayan bir şey. Oyunculukta sürekli farklı karakterlerde, farklı hayatlar deneyimliyorsunuz, bu çok hoşuma gidiyor. Şimdi düşünüyorum, benim için hâlâ çok önemli ama yavaş yavaş dünyanın gidişatını da görünce sevgi, sağlık ve ailenin aslında beni güçlü kılan şeyler olduğunu da düşünmeye başladım. Hedefler bir tarafa, o hedeflere giderken beni güçlü kılan şeyin de bunlar olduğunu ve beni beslediğini düşünmeye başladım. Eskiden aklımda fikrimde hep hedeflediğim şeylere ulaşmak vardı.

        Dünyanın son günlerdeki hali seni nasıl etkiliyor?

        Pandemide hepimiz önce bir şaşırdık, ben çok şaşırdığımı söyleyemeyeceğim. Hatta onunla ilgili bir dizi de yaptım, 'Dünyayı Kurtaran Kadın'... Youtube'da var. Dizinin devamını da yazdım. Sadece programımdan dolayı çekemiyoruz ama çok yakın zamanda çekeceğiz. Ben insanların, sanki her şey müthiş bir şekilde gidiyormuş gibi bu olay karşısında ne kadar şaşırdıklarına şaşırdım. Ben her gün bir şey bekliyorum, şaşırmam. Şu an yıl 2022 ve savaş konuşuyoruz, ilkel bir savaş konuşuyoruz. Uzay çağına geçmiş olsaydık da gezegenler arası bir savaş yapıyor olsaydık belki bir derece anlayabilirdim ama hâlâ ilkel bir savaştan bahsetmemizi algılayamıyorum. Dünyanın çok büyük, eril bir enerjinin etkisinde kalmasını hâlâ anlayamıyorum. 'Dünyayı Kurtaran Kadın'da birazcık aslında o eril enerjiye karşı bir farkındalık yaratmak üzere yazdığım bir şeydi. Çünkü dünyanın her yerinde bence kadın olmak çok zor. Türkiye'de sanat yapmaya çalışan bir kadın olarak da gözlemleme şansım çok oldu, bunun ne kadar zor olduğunu ve bunun dünyanın kötü giden gidişatıyla bir paralelliğinin olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunu, erkekler yapıyor gibi söylemiyorum ama bir fethetme, yok etme, her şeyi sahiplenme, doğaya sahip olabileceğini zannetme sanrısı olarak görüyorum. 'Dünyayı Kurtaran Kadın'da bununla ilgili olarak biraz içimi döktüm, merak edenler izleyebilir.

        Devamını ne zaman çekmeyi düşünüyorsun?

        Baksanıza, her gün yeni bir şey çıkıyor. Ben ikinci sezonunu çok zor yazdım, bunun sebebi de o kadar çok şey oldu ki hangi birine değineceğimi bilemedim.

        Gündem sürekli değiştiği için ön plana hangisini alayım diye düşünmüşsündür.

        Geçtiğimiz yaz olan yangınlarda çok etkilenmiştim hatta birisi bir şey sorsa ağlayacak duruma geliyordum, tabii Pandemi’nin sıkışmışlığı da üstüne eklenince beni çok etkilemişti. Şimdi bir de bu savaş mevzusu etkiliyor, bir sürü insanda görüyorum. İnsanlar, eskiden, uzak diyarlarda savaş varmış deyip, üzülüp, günlük hayatına devam ediyordu. Şimdi herkeste, o içsel tedirginliği daha çok hissediyorum.

        Bir de görsel olarak ulaşmamız da artık daha kolay olduğu için ne olup bittiğini çok kolay görebiliyoruz.

        Gerçekten neredeyse bizim işimizi elimizden alacaklar. Dünyada o kadar çok bir şeyler oluyor ki film gibi... Herkes de bunu söylüyor, "bir bilim kurgu filminin içindeyiz, şu an bir savaş filminin içindeyiz" gibi... Bu cümleler beni kötü anlamda çok etkiledi. Bu cümleleri sarf edecek kadar içselleştiriyor olmak, alışıyor olmak, hafızasızlık, beni çok etkiledi. Bunu hepimiz için söylüyorum, bana çok acayip geliyor. "Hayatına nasıl devam edebiliyorsun?” diye bazen kendimi de eleştiriyorum.

        Bir de "daha neler göreceğiz?" bilinci oluştu değil mi?

        Kutuplarda yaşayan bir canlıyı getirip buraya koyamıyorsun, yaşayamıyor. Çünkü oraya alışkın ama insan her yerde yaşıyor, her yere uyum sağlıyor, her şeyin bir çözümünü buluyor. Bu bana çok ilginç geliyor. Mars'a gitmek istiyor, oraya gitmek istiyor, bunu da yapmak istiyor. Tabii ki araştırmak, bilim, sonsuz faydalar sağlayacak bir alan, sonsuz bir merak ama her şeye de sahip olmak isteyemezsin. Oraya turistik olarak gitmek istemiyorsun ki sahip olmaya gidiyorsun, bu güdü beni çok korkutuyor.

        Yurt dışından teklifler aldığını duydum.

        Yurt dışına mümkün olduğunca çok gidip geliyorum. Ne zaman bir boşluk bulsam gitmeye çalışıyorum. Türk dizileri Latin Amerika'da ve Arap dünyasında çok ünlü. İspanya'da da çok izleniyor. Ben de konservatuvarın bir senesini İspanya'da okudum, orada yaşadım, İspanyolcayı da orada öğrendim. İspanya'da da hatırı sayılır bir çevrem oldu. En büyük hayallerimden biriydi. Başta diyordum ya önce Mersin'den çıkmak istiyorsun, İstanbul’a gelince de İstanbul'dan çıkmak istiyorsun. İspanya'da, kendi yazdığım İspanyolca bir oyun oynamıştım ve acayip hissettim, başka bir dilde kendimi ifade ediyor olmak ve bunu sahnede yapıyor olmak çok başka şeyler hissettirdi. Ses tonum bile farklıydı. Gerçekten 'bir dil bir insan, iki dil iki insan' sözü doğruymuş, onu anladım. Mecazi anlamının dışında fiziksel olarak da böyle bir gerçeklik varmış. Ben her dilde konuştuğumda bambaşka jestlerim, bambaşka ses tonum oluyor, bu bana oyunculuk için acayip bir heyecan veriyor, bir alan sağlıyor. Orada, dilin ne kadar önemli olduğunu araştırdığım bir sürecin sonunda ortaya çıkan bir oyundu. Aslında okul için yaptığım bir projemdi. Bizde aksan hep problem olur ya, 'oyuncular çok düzgün konuşmalı' gibi bir söylem vardır. Tabii ki dilimizi doğru ve düzgün kullanacağız, o ayrı çünkü önce kendi dilini iyi bilmeyen, kendi diline hâkim olmayan insanların başka bir dili iyi öğrenebileceklerine inanmıyorum. Ben yabancı dilleri sonradan öğrendim, gurbetçi bir aileden de gelmiyorum. Türkiye'de devlet okullarında okudum ve Türkçeye çok hâkimdim. Doğal olarak İspanya'ya gittiğimde de o dili iyi öğrenmek istedim, tiyatro bunun için müthiş bir olanak sağlıyor. Lorca'yı okudum ve Endülüs'te, doğduğu topraklarda okudum, doğal olarak onu da çok kullandım, konuştuğumda kitap gibi konuşmaya başlamıştım, çok ezberliyordum ve çok çalışıyordum ki o yüzden güzel öğrendim.

        İspanya’yı seçmenin özel bir nedeni var mıydı?

        Aslında içimden bir şey beni oraya götürdü. Orada oynamak istememin sebebi, belki onların da bana karşı boş olmamalarının sebebi, bu içsel çekimdir. Bir şey beni oraya gitmeye zorladı, ilk başta daha akılla düşündüğüm zaman Almanya'yı tercih etmeyi düşünüyordum hatta hazırlıklara da başlamıştım. Belgelerimde bir sıkıntı oldu ve "Orada bir sıkıntı var, oraya gitmemen gerekiyor galiba, benim başka bir yere, daha sıcak bir yere gitmem gerekiyor" dedim. Bazı eski İspanyol filmlerine de bayılırdım, Carlos Saura filmleri beni çok etkilerdi. "Bence beni İspanya'da bir şey çağırıyor" dedim ve oraya gittim, okulumu kendim buldum, her şeyi birazcık zor yolundan yapma gibi bir huyum var. Hiç anlaşmamız olmayan bir okul buldum, kendimi onlara kabul ettirdim. Orada 'oyunculukta dil ne kadar önemli? Bizim sandığımız kadar önemli mi?' diye araştırma yaptım. Ben dublajlı bir şey izlemeyi çok tercih etmiyorum, anlamasam bile oyuncunun kendi sesini duymak istiyorum, anlamak o kadar önemli olmasaydı, o dili dublajlı izlemeyi tercih ederdim diye düşündüm. Oyunumun adı da 'Kafası Karışık Bir Oyuncunun Herkese Açık Genel Provası'ydı. Çünkü orada ne dilde oynayacağını bilmeyen yabancı bir oyuncu söz konusuydu. "Ne oynayayım?" diye seyircilere soruyordum, interaktif bir şey yapmıştım, İngilizce oynuyordum ama "İspanyollar da İngilizce bilmiyor" dediğimde kopuyorlardı. Çünkü gerçekten onlara dair bir şey. Türkiye'deki gençlerin İngilizceyi çok daha iyi kullandığına eminim.

        Avrupa’da herkes kendi dilinin konuşulmasını istiyor. Özellikle Fransızlar, Fransa'da İngilizce konuşulduğu zaman çok kızıyorlar.

        Orada beni etkileyen bir şey oldu; ben arada Türkçe de konuştum ama çeviri gibi değildi. Şöyle düşünün; İspanyolca bir metni konuşuyorum, arada devam eden birkaç cümleyi Türkçe söylüyorum sonra İspanyolca devam ediyorum. Bir çevirme yoktu, akışkan bir metin vardı. İspanyollar, Türkçe ile Arapçayı ayırt edemiyorlardı, Türkçe duymalarını çok istedim, benim Arapça konuştuğumu zannediyorlardı. Türkçe ne demek çok iyi bilmiyorlardı açıkçası. Bu konuda da dünyaya kendimizi anlatmada eksiklerimizin olduğunu düşünüyorum. Bu şekilde devam ediyordu oyun ama ben oyunun sonuna Türkçe bir türkü koydum çünkü Lorca'nın oyununda son cümle, "Bırak seninle ağlayayım" diye bitiyordu. Bu cümleyi söyledikten sonra bir türkü söylemeye başladım, aslında benim ağlamam gerekiyordu ama seyirci hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Ben de ses sanatçısı değilim, bir oyuncuyum, müzikle aram iyi, şarkı söylemeyi seviyorum ama sonuçta bir ses sanatçısı da değilim. Ne var ki insanlar hiç anlamadıkları bir dildeki türküden etkilenip hıçkırarak ağladı. Sonra biz birlikte ağlamaya başladık, seyirciyle birlikte ağladık ve asla bitmedi, alkışlar hiç susmadı. Tanıdık, tanımadık sahneye çıkıp bana sarılanlar oldu. Bu aslında 'Dünya Tiyatrolar Günü' için projemin bir kerelik bir gösterisiydi ama bir süre oynamaya devam ettim. Bu oyunu bir daha oynayamayacağım diye korktum. Çünkü bu en yükseğiydi, "bundan daha fazlası nasıl olabilir?" diye düşünmüştüm ama çok güzel bir deneyimdi. O zaman, "Dil tabii ki önemli ama kendini ifade edince, kalpten ilettiğin her şey demek ki seyirciye ulaşıyor" dedim. Buradan yola çıkarak da, ben yabancı dillerde oyunculuk yapmak istiyorum diye bir hayal kurmaya başladım.

        Teklifi değerlendirecek misin?

        Onlar çok daha ileri tarihler için görüşüyorlar, Türkiye'de bu işler birazcık daha hızlı ilerliyor. Doğal olarak onun için zamanım var. Şimdilik 'Baba'ya ve 'Şahika'ya konsantre oldum, onun zaten zamanı olduğu için o konuda rahatım.

        Sinema filmi mi olacak?

        Çok bir şey söylemeyeyim ne olur. Bir de bir taraftan biraz totem yapacaksam orayla ilgili totem yapıyorum, şu an söyleyemem gibi bir şey değil de bir tık kendimle alakalı bir totem diyebilirim. Bu konuyla ilgili çok konuşmamak için kendimi zaten zor tutuyorum.

        Yeni evlendin, evlilik nasıl gidiyor? 'İki ünlünün evliliği zordur' diye bir düşünce vardır, sizde öyle bir durum yok değil mi?

        Biliyorsun biz 'Dünyayı Kurtaran Kadın'ı birlikte hayata geçirdik, ben yazdım, Cansel (Elçin) çekti. Kurgusunun büyük çoğunluğunu Cansel yaptı, birlikte ürettiğimiz bir süreçti. O zaman da evli değildik ama pandeminin başıydı ve herhalde bir 6 ay evden çıkmadık. Aslında 'Dünyayı Kurtaran Kadın'ı hayata geçirdikten sonra evlenmeye karar verdik gibi bir şey oldu. Çok da didiştik bu arada, bazı konularda çok farklı düşünüyoruz, didişebiliyoruz. Ben düşüncelerim için ölümüne savaşırım, Cansel de öyle. "Ben bunu böyle yazdım, böyle oynayacağım" dedim. Cansel de "Yönetmen benim, bana bırakacaksın" dedi. Böyle çok didişmiştik ama sonuç çok güzel çıktı. Biz de bizim birbirimizi büyüten, ortaya bir şey koyan bir yanımızı yakaladık ki bu çok zor bir şey ve bunu iyi bir yerden, birbirimizi kırıp dökmeden yapmaya çalıştığımızı düşündük. O şekilde böyle bir adım attık. Bir de benim için evlilik üstüne çok şeyler düşündüğüm, anlamlar yüklediğim bir müessese değil. Hiçbir farkı yoktu açıkçası, aynı yerde yaşamaya devam ediyoruz. Hayatımda hiçbir şey değişmedi o yüzden "Evlilik nasıl gidiyor?" deyince bu soruyu genel olarak "İlişkin nasıl gidiyor?" gibi algılıyorum, aynı paylaşımları yapmaya devam ediyoruz. Ben biraz hiperaktifim, boş günlerimi oradan oraya, bir sürü şey yaparak doldururum. Birlikte olduğum insan, tembel bir insan olursa, bir süre sonra karşılıklı yorucu olmaya başlıyor. Çünkü sen enerjinle karşındakini yoruyorsun, onun o tembelliği de seni yoruyor ve aşağı çekiyor. Cansel de hiperaktif, o da bir sürü şey yapıyor. Dizisi yoksa hemen tenis turnuvalarına katılıyor. Bana bazı şeyleri hobi olarak yapma seçeneği yüklenmemiş, hobi olarak başladığım her şeyi bir tık profesyonelliğe çevirmeyi seviyorum, Cansel'de de o var ve doğal olarak öyle bir şekilde anlıyoruz galiba birbirimizi ya da birbirimizin yoğunluğunu anlıyor oluyoruz, bu da güzel ve geliştirici bir şey diye düşünüyorum.

        ÖNERİLEN VİDEO
        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ