15 unutulmaz vampir filmi
Dracula'nın hizmetkârının öyküsünü anlatan 'Renfield'in gösterime girdiği hafta sinema tarihinin unutulmaz vampir filmlerini hatırladık. Habertürk film eleştirmeni Mehmet Açar'ın seçkisi.
Nosferatu (1922)
(Nosferatu, eine Symphonie des Grauens)
Bram Stoker’ın “Dracula” romanından yapılan ve telif sorunları nedeniyle bazı bölümleri değiştirilen bu uyarlama zamanla değerini artırmış bir klasik. Yönetmen F. W. Murnau, 1920’ler için yenilikçi bir anlatımla korku - gerilim sinemasını inşa ediyor; sonrasında defalarca kullanılacak buluşlara imza atıyor. Kont Orlok’ta Max Schreck hâlâ korkutucu. Nosferatu’nun gün ışığında kaybolmasıyla noktalanan finali şahane…
Dracula (1931)
Bram Stoker’ın 1897 tarihli romanı sinemadan önce tiyatro sahnelerine uyarlanmış ve önemli başarılar kazanmıştı. Todd Browning’in yönettiği bu film, romanın 1924’de sahnelenen tiyatro uyarlaması temel alınarak sinemaya aktarılmıştı. Romanın sinemadaki ilk sesli uyarlaması olarak da bilinen filmde Kont Dracula, Transilvanya’dan İngiltere’ye gelir ve hayatta kalmak için kurbanların kanını emmeye başlar. Gözüne kestirdiği kurbanlar arasında genç bir adamın güzel nişanlısı da vardır. Universal Pictures yapımı olan film, aldığı olumlu eleştirilerin yanı sıra gişelerde de başarılı olmuştu. Universal bunun üzerine seriyi devam filmleriyle sürdürmüştü. Kont Dracula’yı, aynı rolü Broadway sahnelerinde de canlandıran Bela Lugosi oynamıştı.
Nosferatu (1979)
(Nosferatu: Phantom der Nacht)
Alman dışavurumcu akımının en önemli temsilcilerinden F.W. Murnau'nun 1922 tarihli, klasikleşmiş siyah – beyaz filmi “Nosferatu”sundan ilham alan Alman yönetmen Werner Herzog, yeni bir başyapıta imza attı. Herzog, yakışıklı, karizmatik Hollywood vampirlerinin aksine ürpertici bir vampir imajı sürdü önümüze. Filmi seyrederken Klaus Kinski'nin adeta bu rol için doğduğunu düşünüyordunuz. Kinski'nin porselen tenli Isabelle Adjani'nin boğazını dişlediği kare de akıllardan çıkacak gibi değildi. Mekânları, renkleri ve görsel atmosferiyle mutlaka seyredilmesi gereken bir korku klasiği...
Açlık (1983)
(The Hunger)
İlk gösterime girdiğinde ilgi görmemiş, yönetmen Tony Scott’u yapımcılara karşı çok zor duruma düşürmüştü ama yıllar içinde en iyi vampir filmlerinden biri haline geldi. Manhattan’da iki bin yaşındaki sevgilisi Miriam (Catherine Deneuve) ile birlikte yaşayan John (David Bowie) bir gün aniden yaşlanmaya başlar ve bir doktora (Susan Sarandon) başvurur. 2012’de aramızdan ayrılan İngiliz yönetmen Tony Scott, Whitley Strieber’in romanından sinemaya uyarlanan filmde göz alıcı bir stil ve melankolik atmosferle geliyor karşımıza.
The Lost Boys (1987)
Senaryosunu Janice Fischer ve James Jeremias’ın yazdığı, Joel Schumacher’in yönettiği “gençlik vampir filmleri”nin öncülerinden biri olarak da kabul edilebilir. Dul annesiyle şehre yeni taşınan bir gencin civardaki vampir çetesiyle yaşadıklarını anlatan film, etkileyici bir görsellikle aksiyonun peşine düşerken mizah duygusunu da ihmal etmiyor. Mizah filmdeki dramı sulandırıyor ama hem filmi hem de türü “gençleştiriyor”.
Dracula (1992)
(Bram Stoker’s Dracula)
Usta yönetmen Francis Ford Coppola, edebiyat, tiyatro ve sinemada birçok vampir öyküsüne esin kaynağı olan, Bram Stoker’ın yazdığı ‘Dracula’ romanının uyarlamasıyla geliyor karşımıza. Açılışta seyircileri Kont Dracula’nın (Gary Oldman) vampire dönüştüğü 1462 tarihine kadar götüren film, daha sonra 1897 yılına geliyor ve genç avukat Jonathan Harker’ın (Keanu Reeves) hikâyesini anlatmaya başlıyor. İşi gereği Doğu Avrupa’daki gizemli kasabaya gelen Harker, bir süre sonra Kont Dracula’nın esiri oluyor. Dracula’nın asıl hedefi ise Harker’ın nişanlısı Mina (Winona Ryder)… Gösterime girdiğinde eleştirmenler tarafından pek beğenilmese de bugün gelmiş geçmiş en iyi vampir filmlerinden biri olarak kabul ediliyor. Makyaj, kostüm ve ses efektleri dalında 3 Oscar’ı olduğunu belirtelim.
Vampirle Görüşme (1994)
(Interview with the Vampire)
Brad Pitt, Anne Rice’ın kendi romanından sinemaya uyarladığı filmde, doğum esnasında karısını ve çocuğunu kaybeden zengin çiftlik sahibi Louis de Pointe du Lac’i canlandırıyor. Avrupa’dan gelen ve onun zayıflığını kullanıp baştan çıkaran Lestat’ın (Tom Cruise) aksine beslenmek istemeyen, duyarlı ve gönülsüz bir vampir Louis. Öyle ki, sonsuz hayata katlanmasının tek yolunun babalık duygusundan geçtiğini düşünüyor. Karakter derinliğiyle öne çıkan ve bugün türün modern klasiği olarak kabul edilen film, yönetmen Neil Jordan’ın imzasını taşıyor.
Blade (1998)
Marvel Comics kökenli bir resimli roman kahramanı olan Blade’in sinema serüveninin başladığı film… Bir vampirin saldırısına uğrayan hamile kadın, erken doğum yaptıktan sonra hayatını kaybeder. Doktorların hastanede bakıp büyüttüğü bebek, büyüdüğünde Vampir Avcısı Blade olur. Blade (Wesley Snipe) bir vampir – insan melezidir. Vampirlerin süper güçlerine sahiptir ve zayıf yanlarının çoğundan kurtulmuştur. Buna karşılık, onun da içinde kan arzusu vardır. Vampirlerle savaşırken kendi içindeki kan arzusuyla da mücadele eder. Stephen Norrington’un yönettiği, David S. Goyer’in yazdığı film, özellikle dövüş sahneleriyle öne çıkar; gişelerde başarılı sonuçlar alır. 2002 ve 2004’te gelen iki devam filminin ardından televizyon dizisi de çekilir.
Gir Kanıma (2008)
(Lat den ratte komma in)
Vampir Eli, sarışın İskandinavların arasında, sonsuz bir ergenlik çağına mahkûm esmer bir kız… Bütün vampirler gibi, içinde beslemek zorunda olduğu yırtıcı bir hayvan var. Kendisi gibi mutsuz ve yalnız Oskar’a ilk karşılaşmalarında “Arkadaş olamayız” diyor ama aralarındaki sevgi giderek derinleşiyor. Oskar, Eli’de aradığı yakınlığı ve koruyucu meleği bulurken, Eli de onda her şeyiyle kabullenilmeyi ve sevgiyi buluyor. Karlar altındaki Stockholm banliyösünde geçen hüzünlü bir aşk hikâyesi… İsveçli Tomas Alfredson gelmiş geçmiş en duygusal vampir öykülerinden birine imza atıyor.
Kan Arzusu (2009)
(Bakjwi)
Güney Koreli yönetmen Chan-wook Park’tan son derece özgün bir vampir filmi… Émile Zola’nın ünlü romanı “Thérèse Raquin”den yapılan bu uyarlamada. Katolik bir rahip, gönüllü olarak katıldığı tıbbi deneyin sonunda vampire dönüşür... Ahlaki dram gibi başlayan, “şifacı peygamber” öyküsü kıvamında gelişen filmin finali hüzünlü bir kara komedi havasında... Rahibin orta sınıf ailenin evinde açlık, seks, şiddet gibi içgüdülerine karşı verdiği mücadele görmeye değer tuhaflıkta... Ama sadece yeniliklere açık olanlara...
Kanıma Gir (2010)
(Let Me In)
Seçkimizdeki İsveç filmi “Gir Kanıma”nın Amerikan uyarlaması... Öyküyü ABD’ye uyarlayan yönetmen Matt Reeves, John Ajvide Lindqvist’in kendi romanından sinemaya adapte ettiği orijinal senaryoya sadık kalırken görsel atmosferde de ilk filmin tonunu ve duygusunu koruyor. Taklide düşmeden, aynı temayı aynı derinlikte işlemesini başarıyor. Alıştığımız vampirlere pek benzemeyen Abby’de Chloe Grace Moretz çok iyi.
Bir Vampir Hikâyesi (2012)
(Byzantium)
Aksiyon ve şiddetten ziyade karakterlerin psikolojisine odaklanan, yönetmen Neil Jordan’ın imzasını taşıyan bir vampir filmi... Moira Buffini’nin kendi oyunundan sinemaya uyarladığı film, bildiğimizin dışında bir vampirler dünyası sunuyor. Vampir anne kız, erkekler tarafından yönetilen vampir cemiyetinden kaçmak için bir kıyı kasabasına sığınıyor. Feminist dokunuşlar taşıyan öykü, melankolik atmosferi, iyi oyunculukları ve içerdiği dramatik derinlikle öne çıkıyor.
Sadece Âşıklar Hayatta Kalır (2013)
(Only Lovers Left Alive)
Jim Jarmusch imzası taşıyan romantik ve komik bir vampir filmi… Yüzyıllardır birbirlerine âşık olan vampir çift Eve ve Adam (Havva ile Adem), yeniden buluşur ama Eve’in şımarık kız kardeşi çıkagelip işleri karıştırır... Vampirler daha önce hiç bu kadar entelektüel, vicdanlı, romantik ve duyarlı olmamışlardı. İnsan öldürmeden yaşamanın yollarını arayan, kan peşinde koşarken içgüdülerine karşı savaşan sanatçı vampirlerin hüzünlü hikâyesi, ince bir mizah duygusu ve zarif bir sinema diliyle anlatılıyor.
Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız (2014)
(A Girl Walks Home Alone at Night)
ABD’de çekilen film, İran taşrasında geçen bir vampir hikâyesi anlatıyor. Arzularını tesettürün altında saklayan vampir kız, ve spor otomobil tutkunu Arash, özgürlük peşindeki gençliği temsil ediyorlar. Uyuşturucu müptelası Hüseyin (Marshall Manesh) ise sanki önceki neslin hastalığını, pasifliğini yansıtıyor. “Kötü adam”ın rejimi simgeleyen biri değil de, uyuşturucu tüccarı olmasını unutmayalım. Yönetmen Ana Lily Amirpour, uyuşturucularla rüyalara dalmayı gerçeklerden kaçış olarak görüyor. Kötülere karşı harekete geçmekten ve herkesin özgürce kendi hayatını yaşamasından yana. Petrol kuyuları, tekinsiz sokakları ve ölülerin atıldığı dere yatağıyla kent, bazen western filmlerindeki kasabaları, bazense dışavurumcu sanat filmlerini hatırlatıyor. Amirpour, filmin yer yer video klip tadında ilerlemesinden de çekinmiyor. İsmiyle dahi İranlı kadınların özgürlük meselesine gönderme yapan genç, enerjik ve tutkulu bir film... Amirpour'un kadınları mağdur ve kurban olarak göstermemesinin de altını çizelim.
What We Do in the Shadows (2014)
Yeni Zelanda’nın Wellington kentinde banliyöde yaşayan dört vampir üzerine çekilmiş sahte bir belgesel... Vampirlerin günlük ve sosyal hayatlarına yoğunlaşan ilk bölüm çok eğlenceli. Bulaşık yıkama tartışmaları, gece eğlenceleri, beslenme sırasında çıkan teknik problemler, kurbanın altına serilen gazete kâğıtları gibi ayrıntılar harika. Aralarına katılan çaylak vampir Nick’le birlikte hikâye farklı bir yön kazanıyor. Jemaine Clement ve Taika Waititi’nin yönettiği ‘What We Do in the Shadows’, en komik vampir filmlerinden biri.