Habertürk yazarları 15 Temmuz için yazdı
Habertürk yazarları Fatih Altaylı, Murat Bardakçı, Umur Talu, Nihal Bengisu Karaca, Nagehan Alçı, Oray Eğin, Sevilay Yılman ve Muhsin Kızılkaya 15 Temmuz hain darbe girişimi hakkında yazdı. İşte Habertürk yazarlarının o yazıları...
FATİH ALTAYLI: DEMOKRASİDEN ŞÜPHENİZ OLMASIN
Bugün 15 Temmuz.
Türkiye demokrasisinin önemli mihenk taşlarından birinin yerine koyulduğu gün.
Türkiye’de ilk kez halk bir darbe girişimine kelimenin gerçek anlamıyla “Etiyle, kemiğiyle, bedeniyle” karşı koydu.
Evinde sofrasından, yatağından, karısının koynundan, bebesinin yanından ayrılıp sokağa fırlayan yüz binler ordusunun içine yerleşmiş bir çetenin tanklarının, toplarının, helikopterlerinin önüne yattı...
Mermiye göğsünü uzattı.
O ordunun içindeki çetenin, darbecilikle suçlayarak yargıladığı gerçek askerler ellerine beylik silahlarını alıp ordularının içindeki çeteyle savaştılar.
Ve belki de tarihte ilk kez insan bedeni silahı yendi.
İlk kez Türk insanı demokrasisi için canını verdi.
Demokrasisini bedeniyle, etiyle, kemiğiyle koruyan insanların ülkesinde demokrasi er veya geç layık olduğu kadar büyük bir ağaç, olması gerektiği kadar yeşil bir orman olacaktır.
Kimsenin şüphesi olmasın.
MURAT BARDAKÇI: 15 TEMMUZ’UN ASIRLAR SONRA DA HATIRLANMASI İÇİN MARŞININ YAHUT TÜRKÜSÜNÜN OLMASI ŞARTTIR!
İsmi o meş’um geceden sonra “ 15 Temmuz Şehitler Köprüsü” yapılan sâbık “Boğaziçi Köprüsü” evimin hayli uzağındadır ama pencereden bakınca rahat şekilde görünür.
O akşam olup bitenlerden ilk anlarda çok kişi gibi maalesef ben de habersizdim. “Köprüde birşeyler oluyor” söylentisinin çıkması üzerine dürbünle baktım ve köprüdeki kalabalığın üzerine tüfeklerle, sonra da tanklarla ateş açıldığını görünce ne yalan söyleyeyim, bir macera filmi çevrildiğini zannettim; hattâ “Ne kadar gerçekçi çekiyorlar, helâl olsun’” bile dedim…
Sadece ben değil, evdeki iki misafir de böyle düşünmüştü, zira böylesine mel’un bir harekete kalkışılabileceğini hayal edemediğimiz için televizyonu açmak bile aklımıza gelmemişti…
Masum insanların memleketin istikbalini, sizin ve bizim geleceğimizi korumak için can verdiklerini aradan yarım saat kadar geçtiktikten sonra öğrenebildik…
Bugün bu hadisenin, yani tarihimizde eşi-örneğine rastlanmayan 15 Temmuz mel’anetinin ikinci yıldönümü…
15 Temmuz akşamından 16 Temmuz sabahına kadar yaşanan mel’anet hemen her vesile ile gündeme getiriliyor. Şehidlerinin unutulmaması için isimleri okullara, mekânlara, caddelere ve hattâ duraklara veriliyor; kitaplar yazılıyor ve hadise devam eden yargılamalar sebebi ile hemen her gün haberlere de konu oluyor.
Bugün, Ankara’da ve İstanbul’da cinayetlere sahne olan mekânlarda anma toplantıları yapılacak…
YAYINLANMAYAN FOTOĞRAFLAR
Ama “Böylesine önemli ve bu kadar hayata mâlolan bir mel’anet hakkında hemen herşeyi biliyor muyuz?” diye sorulacak olsa “Evet”cevabını verebilmek maalesef mümkün değildir!
Başkaldırının yakalanan ve şimdi yargılanan elebaşıları ile mensupları konuşmuyorlar, bu yüzden girişimin bazı önemli noktaları hâlâ karanlıklar içerisinde. Hattâ üzerinden iki sene geçmiş olmasına rağmen o meş’um gecede şehid düşenlerin sayısı bile kesin şekilde açıklanmış değil! “251” deniyor, “249” olduğu söyleniyor, dolayısı ile şehidlerin “250 civarında” olduğu anlaşılıyor ama tarihe ve hafızalara nakşolunması gereken bu çok önemli malûmat iki seneden buyana meçhul!
15 Temmuz sadece darbe geçmişimiz değil, askerî tarihimiz bakımından da bir dönüm noktası oldu. Zira o güne kadar meydana gelen darbe girişimlerinde, ihtilâllerde, başkaldırma vesaire gibi gayrımeşru kalkışmalarda halka tek bir el olsun kurşun atılmamış, millete ait binalar ve hele Meclis bombalanmamıştı! Halk, yine o gece tarihte ilk defa olarak darbeye fiilî olarak karşı koydu, bu uğurda canını verdi. Ama bazı fotoğraflar, özellikle de Ankara’da, Genelkurmay’ı işgale yeltenenlere karşı verilen mücadelede şehid düşen, canlarını mâruz kaldıkları tank ateşi ile kaybeden vatandaşların şehadet görüntüleri, daha fazla infiale sebep olmaması için yayınlanmadı.
Tam bir vahşet timsali olan bu resimler görülse idi, milletin tepkisi muhakkak çok daha ağır olurdu!
UNUTTURMAMANIN ŞARTLARI
Bu yıldönümünün, bir başka tarafı daha var…
Eski âdetimizdir: Önemli hadiseleri hatırlarız, yıldönümlerinde kutlamalar yaparız ama olanların şokunu atlatmaya başlayınca başımıza gelenleri zamanla unuturuz, kahramanların isimleri ve belâların defedilmesinde oynadıkları önemli roller hafızamızdan uçup gider, sadece olayın günü ile ismini hatırlar, aradan uzun zaman geçtikten sonra da tamamı hafızamızdan sileriz.
Örnek mi? Meselâ seneler boyunca tarihimizin en büyük dönüm noktası kabul edip yeri-göğü inlettiğimiz ama şimdilerde sadece bir-iki kişinin bildiği 23 Temmuz Bayramı!..
23 Temmuz 1908’de, İkinci Meşrutiyet ilân edilmiş, Sultan Abdülhamid’in otuz kusur sene devam eden mutlak idaresi o gün son bulmuş, 1878’in 13 Şubat’ından itibaren kapalı olan Meclis yeniden açılmış ve Türkiye’nin tarihinde yeni bir dönem başlamıştı.
Resmî bayram yapılan ama şimdilerde artık hiç hatırlamadığımız 23 Temmuz hakkında o günlerde şiirler yazıldı, şarkılar ve marşlar bestelendi, yıldönümleri dillere destan şenliklerle kutlandı fakat bunların hepsi zamanla unutuldu! Kutlamalar 1930’lu senelere kadar devam etti ise de coşku gittikçe azaldı, Sarayburnu Parkı’nda verilen bir-iki küçük konser ile sınırlı kaldı, derken Lozan Andlaşması’nın yıldönümü kutlamaları ile birleştirildi ve sonra hafızalardan tamamen silinip gitti!
Şimdi ıztırap, acı ve nefretle hatırlanan 15 Temmuz’un üzerinden uzun seneler geçtikten sonra bu “unutma” âdetimizin neticesinde o günün de böyle bir âkıbete uğramaması için kalıcı işler yapılması şarttır ve yapılması gerekenlerin başında ciddî araştırmalar neticesinde ortaya konacak, hadiseyi her yönü ile anlatıp târihe mâledecek belgeye dayalı eserlerin yayınlanması gelir.
BASİT AMA ŞIK BİR MARŞ LÂZIM
Ve, mutlaka bir marş, yahut şarkı veya türkü, yani sözleri 15 Temmuz’u terennüm eden güzel, hoş ve hafızalarda kalması kolay bir melodi!
Dikkat edecek olursanız, geçmişte yaşanmış ve bugün hâlâ hatırlanan bütün önemli hadiselerin mutlaka bir musikilerinin olduğunu farkedersiniz…
Meselâ, tarihe “93 Harbi” diye geçen ve büyük mağlûbiyetimizle neticelenen 1876’daki Rus Savaşı’nın ayrıntılarını pek malûmumuz değildir ama bu harbin çok önemli bir safhasını teşkil eden Plevne Müdafaası ile Gazi Osman Paşa’yı bilmeyenimiz yoktur. Hadisenin unutulmamasını “Tuna Nehri akmam diyor” sözleri ile başlayan Plevne Marşı sağlamıştır.
Aynı şekilde, Birinci Dünya Savaşı’nın ıztırabı Muş’taki “ahz-ı asker şubesi”nden, yani “askerlik dairesi”nden Yemen’e sevkedilen ve orada şehid düşen gençlerin hatırasına yakılan “Yemen Türküsü” ve eski tarihle 1315’te, yani 1899’da dünyaya gelmiş delikanlıların cepheye sevkini anlatan “Hey onbeşli onbeşli” isimli Tokat türküsü ile hissedilir. Genç Cumhuriyet’in terennümü ise “Onuncu Yıl Marşı”dır…
Bütün bu eserlerin ortak özelliği “basit” ve Onuncu Yıl Marşı hariç tamamının resmî yarışmalarla, jürilerle, ödüllerle, vesairelerle değil halkın yaratıcılığının neticesinde ortaya çıkmış olmalarıdır. Onuncu Yıl Marşı gerçi Cemal Reşid’e siparişle yaptırılmıştır ama bestekâr operetler devrinin zevkini yansıtan kulakta kalıcı hoş ve basit nağmeler kullandığı için rağbet görmüştür, hattâ icrası zor olan İstiklâl Marşı’ndan bile rahat okunur.
Devir değişip de heyecanın azalmaması; faciaların, ıztırapların ve yaşanan acıların unutulmaması için işte böyle kalıcı ama “samimî” eserlere ihtiyacımız var!
UMUR TALU: DARBENİN KARŞITI DEMOKRASİ DEĞİL Mİ?
Aşağıdaki yazıyı 15 Temmuz 2016’da, darbe girişimi henüz başlamışken, henüz adı tam konmamışken, yurtdışından yazıp Habertürk’e yollamıştım hemen.
Zaten önce başlığını bir “Tweet” olarak attım; sonra yazı aklımdan, kalbimden aktı.
O sıra darbenin nereye varacağı belli değildi; “Fetöcü” niteliği de tahmin ediliyordu ama tam teşhis edilmemişti.
Darbeci general ve subaylar arasında daha yakın zamanda beni dava etmiş, tehdit etmiş, üstelik bu davalar için hiyerarşi dahilinde üst makamlardan onay almış isimler de vardı.
Bilmiyorum, darbe başarılı olsa dönebilir miydim? Dönerdim. Onları sinir etmiş yazıları “ya bir gün darbe yaparlarsa” diye düşünüp yazmamıştım ya!
***
Sonra darbenin adı kondu: bir süre “iktidar ortağı” olmuş bir cemaat, artık “darbeci terör örgütü” olarak devletin ve memleketin tamamını istiyordu.
Ama ne ordu, ne devlet, hele ne de millet içinde “yüzde 100”ü kapacak gücü vardı. Belli ki, akıl, insaf, izan da yoktu.
Daha önce de memleketin “güzide” (ve hak ettikleri tarihi hesap görülmemiş) darbecileri asmış, kesmiş, öldürmüştü ama o zamanlar halkın çoğunluğu darbe desteklerdi; öldürdüklerinin adı “anarşist, bozguncu, terörist” diye konmuştu.
Bu kez milletin büyük çoğunluğu, darbecilerin adını “darbeci, terörist” olarak koydu.
Kaybettikleri için mi? Hayır, sadece iktidar değil, muhalefete mensup olanların büyük çoğunluğu da o adı o gece koymuştu.
“Darbeciler” millete ateş açtı; Millet Meclisi’ni bombaladı ve esasında her darbeden ne anlamamız gerekmiş ama eskiden anlayamamışsak, hepsini saatler içinde anlatıp kendi çamurlarına saplandılar.
***
O günden beri “darbeciler” yüzünden ve iktidarın o geceki demokrasi birliğini, daha olgun bir demokrasiye çevirmemesinden ötürü, çok sayıda başka insan da mağdur oldu.
Ülke epey yara aldı. Nice masum çocuk, büyüklerin gölgesinde geleceklerini kaybetti. Nice sıradan insan, “darbeciler”in tabanı sayılarak büyük darbe aldı.
Ama hiçbir mağduriyet, “direnme” sırasında öldürülenlerin, canlarını, hayatlarını kaybedenlerinki kadar olamaz.
O yüzden bu darbenin yenilgisi öncelikle onların zaferidir.
***
Ama bundan şu sonucu da çıkartamaz mıydık?
Direnebilen, cesur, kendi hayatını hiçe sayabilen, bir şeylere itirazı olan, karşı çıkabilen herkes biraz olsun değerli değil midir?
Demokrasi tarihi ve kültürü buna genellikle “evet” diye cevap verir!
Darbeden geriye çok yara kaldı ya, bir de büyük ders kaldı:
Bu “çeteleşmiş cemaat”in teröre ve darbeye yolculuğu sırasında, bu cüretinin en önemli kaynağı, halk nezdinde bir destek filan değil; devlet içinde, yargıda, orduda, poliste, bürokraside yuvalanmış, içten kemirmiş olmasıydı.
Devletin aşırı büyütüldüğü bir kültürde, demek onlar da kendilerini çok büyüttü.
İki anlamda; biri gerçek: Yani oraya kendi başlarına yerleşmediler, bir kısmı kendini gizleyerek değil, tam tersine o kimliğiyle tayin, terfi ve çöreklenme imkanı buldu.
Askeri Şura terfilerinden, Emniyet ve yargı atamalarına kadar.
Diğer manası, illüzyona dair: Tepeden tırnağa kendilerini çok büyük gördüler!
***
Binlerce insanı ve bir ülkeyi felakete sürükleyebilenlerin böyle bir ders alıp almadığı şüpheli ama bizim almamız gereken ders şu:
Kamu görevine liyakatla gelinmiyorsa, terfi ve tayinler hakkaniyet, fırsat eşitliği, çeşitlilikle olmuyorsa; memurun kendi görevine, halka ve kendine saygısı tesis edilmiyorsa; yargı bağımsız değilse, her şey sadece emir komuta zincirinde kurşun askerlerle yürüyorsa, darbeci, fitneci, fesatçı da kendine daha müsait yuva buluyor!
Milleti ve devleti militerleştirmek yerine militerleri, militaristleri demokratikleştirmek gerekiyor!
O yüzden dersimiz adalet, demokrasi, hukuk, hakkaniyet, eşitlik, kardeşlik ve ille de özgürlük olmalı.
O yüzden dersimiz Mayıs, Mart, Eylül, Şubat, Nisan, Temmuz… tüm darbeler, darbe girişimleri ve müdahalelere, tüm antidemokratik heveslere karşı vicdanımızı, aklımızı, kurumlarımızı, hayallerimizi donatmak olmalı. İnsanın karakteri bir öyle bir böyle olmamalı, değil mi?
Bir ilkemiz, bir tutarlılığımız olmalı!
***
Bir de bana düşen küçük not: O günlere kadar, TSK içindeki otorite, baskı, dayatma, aşağılama vb. üstüne en çok yazan, hatta bazı konuları tek yazandım.
Disiplin Kanunu’nun darbeciler elinde nasıl bir araca dönüştüğünü hep birlikte görecektik; ama haksız, kanunsuz, darbeci emirlere direnen, doğruyu arayan Şehit Ömer Astsubay gibi, birçok yerde helikopter ve uçakların kalkmasını, tankların çıkmasını engellemiş nice astın “direnişi”nin kıymetini de daha iyi anlamalıydık.
Belki o yüzden; “Astsubaylar Derneği” darbeden sonra bana, beni de şaşırtan bir teşekkür iletmişti: “Çok sayıda ast direnmişse, sizin yazılarınızda anlattığınız konuların büyük etkisi var. Bu darbenin önlenmiş olmasında sizin bile tahmin etmeyeceğiniz böyle bir katkı var” diye, belki abartarak!
Bana bir de bu kaldı 15 Temmuz’dan.
Darbeye darbeciye öke, teselliler ve sonradan onca gazeteci, öğrenci, akademisyen, vatandaşın mağduriyetine kahrolmak dışında.
15 Temmuz’da, daha kimse bir şey söyleyememişken, o sıcağı sıcağına yazılmış yazı aşağıda:
Darbe darbedir, darbeci de darbecidir… Darbeye Hayır!
Bu başlığı en son “Mısır darbesi” için atmıştım.
Kısmet bir de bugüneymiş!
İktidar ve TSK yahut “bir kısım darbeci TSK” Türkiye’yi bir iç savaşın eşiğine getirdi. Yok, diyebilirsiniz ki, zaten “bitmeyen bir iç savaş” var.
Öyledir. Hem din, hem etnisite, hem demokrasi-cumhuriyet ekseninde yıllardır süren, darbelerle doruğa ulaşan, 30 yılda 40 bin ölüyle yayılan, bir yenisi “paralel” denen her şey ile ortaya konan iç savaşlarımız zaten var.
Darbeler, darbe girişimleri, darbe tasavvurları bunların şahikaları. Bu da öyle.
İktidarın darbelerle ilginç serüveni ise, 28 Şubat sonrasında doğup 2002’den sonra bir dizi darbe hevesiyle yüzyüze kalıp “darbeciler” yargıladıktan sonra, onları serbest bırakıp “darbecileri içeri atan darbeciler”i kumpasçı, önceki “darbeciler”i de kumpas kurbanı saymasında.
Ama lafı uzatmadan söyleyeyim:
Darbe, darbedir. Darbeci, darbecidir.
İktidar ne kadar anti-demokratik olursa olsun, darbe anti-demokratikliğin, demokrasi karşıtlığının daniskasıdır!
İsten emir-komuta zincirinde olsun, ister zincirlerinden boşalmış olsun!
O yüzden…
12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan’da da aynı tavrı alan…
Ayrıca iktidara Evet demeyen biri olarak…
Darbeye tüm kalbimle, tüm aklımla Hayır diyorum.
Bir daha söyleyeyim:
Darbeye Hayır!
Darbeye Hayır!
Her türlü darbeye, her türlü hukuksuzluğa, her türlü dayatmaya, her türlü baskıya, her türlü kuşatmaya, her türlü otoriterliğe hayır!
Bir kez daha, Darbeye Hayır!
Bugüne kadar darbeler Meclis’i kapatmıştı ama bu darbeciler bir de onu bombaladı.
Öyle de böyle de DARBEYE HAYIR!
NİHAL BENGİSU KARACA: 15 TEMMUZ'UN ÇOCUKLARI
Bugün, 15 Temmuz hain darbe girişiminin ikinci yıl dönümü. Diğer bir adıyla 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü.
Milletimle gurur duyduğum gün. Diğer taraftan çok acı çektiğim çok öfkelendiğim anların hafızamı asla terketmeyeceğini bildiğim gün.
15 Temmuz günü beni tanıyanlar için gayet malum olan insomnia ataklarımın tüm pilimi bitirdiği bir gün olarak noktalanmıştı. Öyle sanıyordum. 36 saattir uyumamış, uyumadıkça daha da uyuyamayan biri olarak bulduğum en etkili uyku ilacını içip, telefonumu sessize almış, kulak tıkaçlarımı ve fırfırlı uyku maskemi takmış, çok erken bir saatte beni dinlendirmeye yetecek kadar uzun bir "küçük ölüm"e hazırlamıştım kendimi.
Eşim hasta olan babasını kontrol etmek için Anadolu yakasına geçip orada kalacağından, oğlumun akşam yemeğini yedirmiş, yatacağı saati sıkı sıkı tembihlemiş olduğumdan tavuk gibi akşamın 7’sinde yatağa girmemde bir beis yoktu. Son isteğimi de büyük bir kararlılıkla tebliğ etmiştim kendisine: “Kıyamet kopmadığı sürece beni uyandırma”.
Derin uykumdan dürtmeye benzer acayip bir sıkıntıyla uyandığımda saat 00.00 civarıydı. Cep telefonuma gelen 20 cevapsız çağrıya anlam veremediğim anları, mesajları gördüğüm salise takip etti. Okuduğumu anlayacak kadar açıldığımda, o korkunç cümleyi gördüm: “Darbe oluyor”.
“ÇOK ŞÜKÜR ERDOĞAN SAĞ VE SELAMETTE”
"Darbe mi? Epey gerizekalı olmak gerek bu işe girişmek için" deyip, aklıma gelen ilk düşünceleri uyku mahmurluğu ile tiksintiyi gemleme, kontrolü kaybetmeme duygusu arasında gidip gelen bir haleti ruhiyeyle toparlamaya çalıştım. 21.yy’da Talat Aydemir’ciliğin gideri olur muydu? Hadi darbenin ilk gününü başardın, bu işin ikinci üçüncü ve hatta yüzüncü gününü nasıl getirecektin? Milyonlarca Erdoğan sevdalısı ve darbe karşıtlığını muska yapıp göğsüne asmış demokrat seni rahat bırakır mıydı? Milleti bu kadar mı az tanıyordunuz sahi? Bunları sosyal medyadan da paylaştığımı hatırlıyorum. Gazeteyle bağlantı kurup, baskıya yetişecek yeni bir yazı için bilgisayarımın başına geçerken, Veyis Ateş’i arayıp Habertürk ekranında ihtiyaç varsa elimden geleni yapacağımı söylediğimi de.
Canlı yayına bağlanan Erdoğan’ın yüreklendirici konuşması tekrar yayınlanıyordu. Ülkenin meşru liderini yakalamaya çalışmalarındaki hainlik düzeyine hayret ederken, Erdoğan’ın sağ ve selamette olduğunu bilmek güven vermişti. MİT’in "darbeciler başaramadı" açıklamasının sağladığı rahatlıkla yazımı yazmaya odaklandım.
Ancak o kadar basit değildi. Adamlar ciddiydi ve o ana kadar son derece vahim şeyler yaşanmış, kısmen haber olmuş ya da doğruluğu kesinleşmemişti. Her şey yeni başlıyordu.
İLETİŞİM ÇÖLÜ, HAYALET KÖPRÜ
Az sonra elektiriklerin kesildiği, dolayısıyla televizyon yayınının gittiği, Twitter’ın donduğu, kimseye ulaşamadığım cehennemi bir iletişim çölüne duhul edecektim nitekim.
Tepemizde yabancı bir ülkenin düşman uçakları gibi davranan F16’lar, hemen yanımızdaki apartmanı bombaladıklarına yemin edebileceğim salvolar yapmaya başlayacaktı. Alçaktan uçarak ses bombası denilen şeyi icra ettiklerini, yayının, elektriklerin kesilmesine neden olanın bu olduğunu daha sonra öğrenecektim. Karanlıkta, sela seslerine karışan silah, bomba, helikopter sesleri arasında sadece oğlunu güvende tutmaya odaklanmış anne fazına geçtiğim o anda, telefon ekranımda köprüde çatışma ve ölümlerin olduğuna dair bir whatsapp mesajı durduğunu gördüm.
Köprüye baktım. Kopkoyu gecenin içinde heybetli ama ağır yaralı bir Godzilla gibi duran Boğaz Köprüsü'nün ışıklarının sadece yarısı yanıyordu. Yoksa? Bombalanmış mıydı?
Hayır. Başbakanlık Ofisi, MİT Binası, vatandaşların toplandığı Taksim Meydanı ve Köprü dörtgeni arasındaki mıntıkayı tehdit etmek, sindirmek için fazlaca uçuş, fazlaca artistlik, algı yönetimi yapmışlardı sadece. Bunu yapmakla yetinmedikleri yerleri, Ankara’da ateş ettikleri insanları, TBMM’yi bombaladıklarını, Çengelköy’ü, Akıncılar’ı, köprüde tanıdığım/tanımadığım insanları öldürdüklerini iletişim imkanları yeniden belirdiğinde anlayabildim. Bir yandan oğlum adına sakin olmaya çalışıyor, bir yandan haber takibi yapmaya çalışıyordum ki, tankların biçtiği insanlar, kan revan içinde kalbi bağırsaklarıyla yer değiştirmiş cesetler düştü önümüze. Erol Olçok ile beraber, evladı Abdullah Olçok’un da şehit düştüğünü öğrendiğimde , tahammülümün son katresi tükendi. ‘Bunu neden yapıyorlar?’ diye soran, bu rezalete dair bir açıklama bekleyen oğluma sarılıp küfretmeye ve hüngür hüngür ağlamaya başladım. Darbelerden de, devrimlerden de, insanların kâh hayatını, kâh iradesini ezip geçen, maddi manevi bütün şiddet ve dayatma formlarından uzak tutmaya; zihnine bu ülkeye dair parlak bir imaj yerleştirmeye çalıştığım, bu ülkenin emzirdiği, yurt ve yuva olduğu bütün insanlara kılçıksız bir güven besleyebilsin diye politik auranın dışında, handiyse küvezde büyüttüğüm, oğluma sarılıp.
“SANA NASIL ANLATABİLİRİM BİLMİYORUM”
Şimdi ona, bırakın "TSK’nın darbe geçmişini" anlatmayı, bir de kendisini "dindar, mü’min olarak tanıtmış insanlar bunu nasıl yapar?" sorusunun cevabını vermem gerekiyordu. 17-25 Aralık’tan bihaber değildi yavrum. Bazı cemaatçilerin evlatları tarafından köşeye sıkıştırılıp "Annen hırsızları savunuyor, demek ki kendisi de hırsız" diyerek taciz edilmiş, aylarca bana söylememişti. FETÖ’cülerin sosyal medyada hakaret ve iftira zinciri kurup en başta şahsımı hedef tahtası haline getirdiği dönemi biliyordu; nasıl bir şirretlikle karşı karşıya olduğumuzu seziyordu. Ama bu kez farklıydı. Sivilleri öldürecek, tanklarıyla insanları ikiye bölecek kadar delirmişler, ölçüsüzlükte, vicdansızlıkta çok ileri gitmişlerdi. Bunu hayatın başında, asker sivil, din devlet, Allah’a itaat ve ahlak ilişkisi hakkında temiz kodlar edinmesi gereken bir ergene nasıl doğru bir biçimde anlatacaktım? İyi bir Müslüman olmak ile iyi bir vatandaş olmak arasındaki mesafe nasıl bu kadar çok açılabilmişti ve dindar bir anne olarak ben bunu nasıl tercüme edebilirdim?
Anlatamadım.
Tek yapabildiğim ağlamak, sövmek ve acı içinde kıvranmak oldu. Oğlum o gün üç yaş büyüdü.
Tüm kederimiz bu olsaydı keşke ama olmayacağını bildiğim için de acıya ve öfkeye teslim olmuştum o gece.
250 oğul ya da kız, darbecilere "durun yapmayın" demek için fırladıkları evlere sağ salim dönemediler.
Her seferinde annelerini düşündüm.
Biliyordum ki, şehitlerin kanı yerde kalmaz , suçlular cezalarını çekecek. Ama o ocaklar, o yuvalar eskisi gibi olmaz.
Biliyordum ki, devlet muktedirdir, kendisini arındıracak, kendisini yeniden imar edecek. Ama bu travma devleti de hukuku da, adalet anlayışını da değiştirir, eskisi gibi olmaz.
Böyle hain teşebbüslere maruz kalmak sadece devleti değil, milleti de dönüştürür çünkü. Otorite ihtiyacını arttırır; "devlet yumruğunu vuracak ama hukuk engel oluyor" zihniyeti yaygınlaşır, devlet doğal olarak, handiyse milletin itelemesiyle katılaşır, merhamet büyük bir lükse dönüşür, suçlu, kabahatli ve muhalif tarifleri arasındaki fark kaybolur, masumların canı yanar.
Sonra yabancı ülkeler, küresel aktörler, doğması muhtemel zaafları kullanır, kullanmak ister. Sonra da, onların bu fırsatçılığı ülke içinde düne kadar karşılığı olmayan siyasetçilerin ve miadı dolmuş politikaların sıçrama taşına dönüşür, demokrasi kaybına mesned teşkil eder, devlet büyür, birey küçülür. Uzar da uzar. Yeniden toparlanana dek yani, 15 Temmuz uzun sürer.
Hepsi oldu ve oluyor.
Darbeciler sadece devlete saldırmadı, geleceğe saldırdılar ve bir ölçüde belirleyip dönüştürdüler.
Niyetim elbette moral bozmak, ah edip vah etmek değil. Bugün kendimize acıma günü değil. Şehitlerimizi hakkıyle yâdetme ve darbeyi savuşturmuş bir ülke olmanın izzetini yüceltme günü.
Allah çoluğunu çocuğunu düşünmeden sokağa fırlayan ve canını verip devletin namusunu kurtaranlardan razı olsun. Ama bizler de, onlara, çocukları için istedikleri gibi bir ülkeyi borçlandığımızı unutmayalım.
NAGEHAN ALÇI: O KARA DEFTER BUGÜN KAPANDI
Bugün Türkiye tarihine büyük puntolarla yazılacak, çok önemli bir gün. Yalnızca 15 Temmuz kanlı darbe girişiminin alt edilmesinin ikinci yıldönümü olduğu için değil. Aynı zamanda bu anlamlı yıldönümünde bizi 58 yıldır karanlıkta bırakan, demokrasimizi boğan, kanlı iktidar kavgalarına hapseden, siyaset kurumunu adeta boynu bükük bir yetim konumuna sokmaya çalışan kötü bir parantezi kapattığı için.
Bugün Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığına bağlandı! Bu, sivil otoritenin asker memurlar üzerindeki üstünlüğü adına büyük bir zaferdir! 27 Mayıs 1960 tarihinde açılan askeri vesayet parantezinin ilebet kapanmasıdır.
Türkiye’ye yapılmış en büyük kötülüğün 27 Mayıs darbesi olduğunu ve hem toplumu hem orduyu zehirlediğini defalarca kaleme almış bir yazarım. 27 Mayıs bu ülkede iktidara gelenin iktidardan düşenden intikam alması deliliğini başlatan bir kara gündür. O kara günden beri de Türkiye kendine gelememiştir. Oysa aynı Türkiye 1950 yılında kansız ve intikamsız iktidar değişikliğini başarmış bir ülkeydi. Celal Bayar ve İsmet İnönü bunu yapabilmişti. CHP-DP arasında sürtüşmeler yaşanmış ama CHP’lilerin akrabalarıyla beraber toptan içeri atılması, işkence edilmesi ve idam gibi felaketler olmamıştı.
27 Mayıs’ın cenazesi kalkıyor
Oysa 27 Mayıs cuntacıları, DP’lilerin uzak akrabalarını bile suçlu sayıp hepsini mahvettiler. Türkiye’nin hala kurtulamadığı intikam döngüsünü başlattılar.
İşte bu 27 Mayıs kafasının ilk yaptığı işlerden biri, Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığına bağlı oluşunu ortadan kaldırmaktı. Genelkurmay’ı Başbakanlık kurumuna da bağlamadılar. ‘Genelkurmay Başbakan’a karşı sorumludur’ dediler. Tam anlamıyla askeri vesayetin yasallaşmasıydı bu. Genelkurmay tamamen özerk olacak ama işte dostlar alışverişte görsün kabilinden Başbakan’a karşı sorumlu olacaktı. Tamamen anti-demokratik bir anlayış Türkiye’ye 27 Mayıs ile böyle yerleşti.
Aradan 58 yıl geçtikten sonra, 15 Temmuz sabahı biten bu kafadır. Genelkurmay, yeniden, olması gerektiği gibi Milli Savunma Bakanlığına bağlandı. Bu sivilleşme adına büyük bir zafer!
Şimdi bu karara medya içinden ve köşe yazarları cephesinden itiraz hemen hemen gelmeyecektir. Belki 27 Mayıs kalıntısı mentaliteyi hala koruyan bazı generallerden cılız sesler çıkar ama onların da artık bu ülkede itibarı yok. Ama unutmayalım: vesayetçi zihniyet senelerce bu ülkede Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığına bağlanmasına karşı çıktı. Ekranlarda bu konuda çok kavgalar edildi. Emekli generallerin nerdeyse tamamı karşıydı hatta Başbakanlık kurumuna bağlanmasına bile itiraz ediyorlardı. Onlara göre ‘Genelkurmay Başbakan’a karşı sorumludur’ ibaresi yeterliydi.
Çok yakın bir zaman önceye kadar generaller, kendilerine anayasal konumları hatırlatıldığında soluğu mahkemede alıyorlardı. Vesayetçi yazarlar da onları alkışlıyorlardı. Türkiye böyle bir ülkeydi…
Bu ülkenin tüm bunları aşıp, sivil otoritenin tam olarak askeriye üzerinde hakim hale gelmesi, nereden bakılırsa bakılsın, büyük bir zaferdir. Bu zaferi küçümseyenlerin bir şekilde askeri vesayet zihniyetini hala içten içe paylaştığı kanaatindeyim…
ORAY EĞİN: DEMOKRASİYE ADANMIŞ BİR GÜN
Çok da uzun olmayan bir zamana kadar Türkiye’nin gidişatı konusunda endişe edenler ellerini taşın altına koymak yerine “Ne de olsa asker gelir, her şeyi yoluna koyar” diye beklenti içine girerlerdi. Özel televizyonlarda artık darbe dönemlerinin bittiği konuşulsa da kamuoyu araştırmalarında asker hep en güvenilen kurum olarak çıkar, darbe tehdidi ya da ihtimali toplumsal bilinçaltının bir köşesinde hep dururdu.
15 Temmuz günü seçilmiş hükümeti devirip rejimi ele geçirmek isteyen terör örgünün de güvendiği bu bilinçaltıydı. Varlığı sürdürmek için son bir hamle yapmaya kalkışan örgüt siyasi iktidardan memnun olmayanların desteğini alıp, bu insanları kandırıp Türkiye’yi ele geçirmeyi planlıyordu.
Güvendikleri, kendi ezberlerine göre Türklerin demokrasiye pek yatkın olmayışıydı…
Oysa Türkiye’nin demokrasiyi öyle ya da böyle sahiplendiğini, içine sindirdiğini ve vazgeçmeyeceğini gördük 15 Temmuz’da. Acı bir tecrübe oldu, birçok insanımızı kaybettik. Ama halk demokrasiye ve ülkesine sahip çıktı.
KÜÇÜMSENMEMESİ GEREKİYOR
24 Haziran seçimlerinden sonra yüzü düşenlere “Sandıktan çıkan sonuçları bırakın, demokrasi şenliğini kutlayın” demiştim. İyi ki seçimler yapılıyor, mitingler düzenleniyor, dünyanın pek çok ülkesinden daha fazla seçimlere katılım oranı var. İyi-kötü herkes sesini duyurabiliyor, tartışmalar yaşanıyor, itirazlar dile getiriliyor, karşılıklı cevaplar veriliyor. Bunlar küçümsenmemesi gereken, olumlu gelişmeler. İleride daha da rayına oturacak, normalleşecek, istenilen seviyeye çıkacak. Yeter ki sahip çıkalım ve inanalım.
Bu yüzden 15 Temmuz’un Meclis kararıyla resmi tatil ilan edilmesinin ne kadar yerinde olduğunun altını çizmeliyiz. Ancak bu resmi tatil sadece devlet törenleri ya da medyanın hatırlatmasıyla değil, toplumun bugün gündelik koşuşturmadan, siyasi tartışmalardan, kamplaşmalardan kopup demokrasiyi içselleştirmesiyle anlam kazanabilir. Zaman zaman aksasa da bir demokrasimiz olduğuna şükretmek, bunu hatırlamak için bir fırsat bu tatil.
Seneden seneye, kuşaktan kuşağa aktaracağımız ve 15 Temmuz’da demokrasi için canını verenler ve ülkesine sahip çıkanların anısına yakışacak olan da budur.
SEVİLAY YILMAN: YA BAŞARIYA ULAŞSAYDI O ALÇAKLAR?
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni iliklerine kadar ele geçirip, bu topraklar üzerinde istedikleri oyunu oynamak isteyenlerin 40 yıl önce başlattıkları senaryonun paramparça olduğu günün 2. yıldönümü…
Demokrasimize, geleceğimize ipotek koymaya kalkanların ifşa olduğu ve kahraman milletin bir ve diri olup püskürttüğü o gün…
Bilmiyorum sizler bu gün geldiğinde ne düşünürsünüz, nasıl bir duygu haline sahip olursunuz ama ben demokrasimize bu alçak saldırıyı gerçekleştiren örgütü en iyi tanıyan ve takip eden bir gazeteci olduğum için hep tersten bakıyorum…
“Ya başarıya ulaşsalardı?” diyorum kendi kendime…
Ve sonra da o başarıya ulaşmaları halinde nasıl bir Türkiye’de yaşıyor olabileceğimizi muhakeme etmeye çalışıyorum…
Ama edemiyorum…
Evet. Yanlış okumadınız; Eğer alçak taşeron FETÖ 15 Temmuz Gecesi attıkları adımla başarıya ulaşmış ve güzide kurumumuz TSK üzerinden bu ülkenin yönetimini ele geçirmiş olsalardı ben bu satırları yazıyor olamayacaktım.
Ben değil, hiç kimse, bu topraklar üzerinde gazetecilik yapmaya çalışan hiçbir birey o kabus gün neler yaşandığını anlatamayacaktı.
Büyük bir ihtimalle bizlerin yerinde o alçakların kalemşörleri yazıyor olacaktı ve o gece sonrasına dair yalan dolan ne varsa anlatıp demokrasinin nasıl iç edildiğinin üzerini örtmeye çalışacaklardı.
Çok şükür ki olmadı.
Hamdolsun ki o alçak örgüt ve iplerini ellerinde tutanlar değil, biz kazandık!
Büyük Türk Milleti…
Sağcısı solcusu Türk’ü, Kürt’ü Alevisi Sünnisi bir olup, diri olup hep beraber def ettik memleketin başından alçakları ve kalleş oyunlarını…
Çok bedel ödedik bu arada…
O gece canı pahasına sokaklara dökülüp demokrasi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği adına kendini siper eden ve hayatını kaybeden tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum…
Bu ülkede yaşayan bir birey olarak bugünkü satırları yazıyor olabilmemi onlara borçlu olduğumun farkındayım…
Hepsinin ruhu şad olsun…
Sadece şehitlerimize değil elbette, o gece o alçaklara karşı hiç sorgu sual etmeden direnen tüm gazilerimize de binlerce kez teşekkür…
Haklarını helal etsinler…
MUHSİN KIZILKAYA: BEDENLER DEĞİL, TANKLAR BEDENLERİN ALTINDA KALDI!
27 Mayıs’ta gece yarısı, herkes uykudayken geldiler. Başvekil Adnan Menderes Eskişehir’deydi, gece Şeker Fabrikası’nın misafirhanesinde kalıyordu, haberi aldı ve yola çıktı, kıstırdılar bir yerde, derdest ettiler.
Sonrasında dünyanın en haysiyetsiz, en pespaye yargılamasına şahit oldu bütün dünya.
Kara bir perde inmişti memleketin semalarına, Menderes’in adını ağzına alan kodesi boyluyordu.
Düzmece bir davayı radyoda “arkası yarına” çevirdiler.
Alıp Başbakan’ın boynuna yağlı urganı geçirdiler.
Astılar.
Kimsenin gıkı çıkmadı.
*
12 Mart’ta, bugün yargılansalar Terörle Mücadele Kanunu’na muhalefet suçundan belki de ağır cezalara çarptırılacak olan üç genci, Meclis’e de “talimat” vererek “asın” dediler.
Hayatlarının baharında, bıyıkları yeni terlemiş üç genci herkesin gözü önünde ipe çektiler.
Deniz Gezmiş ve arkadaşları yirmili yaşları sürüyorlardı.
“Güllerinin solduğu akşam”ın sabahında hiç kimsenin gıkı çıkmadı.
Böyle buyurmuştu kaderimize hükmedenler, bize boyun eğmek düşmüştü.
*
12 Eylül’de elliyi aşkın yurttaşı astılar.
Asmak için kimisinin yaşını büyüttüler, kimisinin yaşını indirdiler.
Koca memleketi büyük bir hapishaneye çevirdiler.
Hepimize öyle bir işkence yaptılar ki, darp izleri hala bedenlerimizde duruyor.
Topluma bir deli gömleği biçtiler, hepimizin üzerine geçirdiler.
Kimsenin gıkı çıkmadı.
*
28 Şubat’ta dindarların sakallarını çakmakla yaktılar.
Binlerce hayatı kararttılar.
Tam tersine “silahsız kuvvetler” hep birlikte onların yanına geçmişti.
Onların kendilerine uygun gördüğü rejim böyle buyuruyordu, vesayete dokunan yanardı.
Kimsenin gıkı çıkmadı.
*
15 Temmuz’da daha pervasız davrandılar.
Bu sefer gece yarısını beklemediler.
Yarasalar ortalık kararmadan çıktı yuvalarından.
Tekrar aynı şeyi yapacaklardı.
Belki de bin beterini.
Çünkü bu kez, haki kıyafetlere bürünmüş olan kara bir şeytanın buyruğu yerine getirilecekti.
Hedef Cumhurbaşkanı ve bütün halktı.
Daha önce defalarca aynı şeyi yapmışlardı, kimsenin gıkı çıkmamıştı, tekrar öyle olacaktı.
Ama öyle olmadı.
Ellerini toprağa dayayıp ağır ağır ayağa kalkan bir dev, çıplak bedenlerini tank paletlerinin önüne attı. O bedenler değil, o tanklar kaldı bedenlerin altında.
Bedenlerin altında ezilen tankların gıcırtıları, yankılandı; sala oldu minarelerde, o minarelerden yükselen sala, çığlık oldu, cesaret topuna dönüştü, yuvarlandı, koca bir milletin yüreğine yerleşti.
Haki kıyafetlerin içindeki kara şeytanın kanı dondu.
Bu hesapladıkları bir şey değildi.
Bu bildikleri millet değildi.
Bu Adnan Menderes’in asılması, Deniz Gezmişlerin darağacına gönderilmesi karşısında sesini çıkarmayan halk değildi artık.
Kendi oylarıyla seçtikleri bir Cumhurbaşkanı, Recep Tayyip Erdoğan, bir yere oturup, cellatlarının gelip kendisini götürmeleri yerine atlamış cesaret atına, çoktan çıkmıştı er meydanına.
Evinden çıkan yüzbinler, arkalarına baktıkları her yerde onu görüyorlardı.
Sağdaydı, soldaydı, meydandaydı, köprünün üzerindeydi, hava alanındaydı, şehrin içindeydi, köydeydi... Türkçe bağırıyordu, Kürtçe konuşuyordu, Arapça dua ediyordu, Lazca, Çerkesce cesaret veriyordu. Bu ülkenin bütün renklerinin, bütün dillerinin, bütün zenginliklerinin yüreği aynı ritimle atıyordu.
“Yürüyün ben arkanızdayım” demiyordu Erdoğan, “ben yürüyorum sakın arkamdan ayrılmayın” diyordu.
Millet salavat getirerek yürüyen bir ordu oldu, başkomutanının emiriyle, hepimizin geleceğini, memleketini kara şeytanın askerlerinin kirli ellerinden çekip aldı.
Bu sefer milletin gıkı öyle bir çıkmıştı ki...