Bedenler değil, tanklar bedenlerin altında kaldı!
27 Mayıs’ta gece yarısı, herkes uykudayken geldiler. Başvekil Adnan Menderes Eskişehir’deydi, gece Şeker Fabrikası’nın misafirhanesinde kalıyordu, haberi aldı ve yola çıktı, kıstırdılar bir yerde, derdest ettiler.
Sonrasında dünyanın en haysiyetsiz, en pespaye yargılamasına şahit oldu bütün dünya.
Kara bir perde inmişti memleketin semalarına, Menderes’in adını ağzına alan kodesi boyluyordu.
Düzmece bir davayı radyoda “arkası yarına” çevirdiler.
Alıp Başbakan’ın boynuna yağlı urganı geçirdiler.
Astılar.
Kimsenin gıkı çıkmadı.
*
12 Mart’ta, bugün yargılansalar Terörle Mücadele Kanunu’na muhalefet suçundan belki de ağır cezalara çarptırılacak olan üç genci, Meclis’e de “talimat” vererek “asın” dediler.
Hayatlarının baharında, bıyıkları yeni terlemiş üç genci herkesin gözü önünde ipe çektiler.
Deniz Gezmiş ve arkadaşları yirmili yaşları sürüyorlardı.
“Güllerinin solduğu akşam”ın sabahında hiç kimsenin gıkı çıkmadı.
Böyle buyurmuştu kaderimize hükmedenler, bize boyun eğmek düşmüştü.
*
12 Eylül’de elliyi aşkın yurttaşı astılar.
Asmak için kimisinin yaşını büyüttüler, kimisinin yaşını indirdiler.
Koca memleketi büyük bir hapishaneye çevirdiler.
Hepimize öyle bir işkence yaptılar ki, darp izleri hala bedenlerimizde duruyor.
Topluma bir deli gömleği biçtiler, hepimizin üzerine geçirdiler.
Kimsenin gıkı çıkmadı.
*
28 Şubat’ta dindarların sakallarını çakmakla yaktılar.
Binlerce hayatı kararttılar.
Tam tersine “silahsız kuvvetler” hep birlikte onların yanına geçmişti.
Onların kendilerine uygun gördüğü rejim böyle buyuruyordu, vesayete dokunan yanardı.
Kimsenin gıkı çıkmadı.
*
15 Temmuz’da daha pervasız davrandılar.
Bu sefer gece yarısını beklemediler.
Yarasalar ortalık kararmadan çıktı yuvalarından.
Tekrar aynı şeyi yapacaklardı.
Belki de bin beterini.
Çünkü bu kez, haki kıyafetlere bürünmüş olan kara bir şeytanın buyruğu yerine getirilecekti.
Hedef Cumhurbaşkanı ve bütün halktı.
Daha önce defalarca aynı şeyi yapmışlardı, kimsenin gıkı çıkmamıştı, tekrar öyle olacaktı.
Ama öyle olmadı.
Ellerini toprağa dayayıp ağır ağır ayağa kalkan bir dev, çıplak bedenlerini tank paletlerinin önüne attı. O bedenler değil, o tanklar kaldı bedenlerin altında.
Bedenlerin altında ezilen tankların gıcırtıları, yankılandı; sala oldu minarelerde, o minarelerden yükselen sala, çığlık oldu, cesaret topuna dönüştü, yuvarlandı, koca bir milletin yüreğine yerleşti.
Haki kıyafetlerin içindeki kara şeytanın kanı dondu.
Bu hesapladıkları bir şey değildi.
Bu bildikleri millet değildi.
Bu Adnan Menderes’in asılması, Deniz Gezmişlerin darağacına gönderilmesi karşısında sesini çıkarmayan halk değildi artık.
Kendi oylarıyla seçtikleri bir Cumhurbaşkanı, Recep Tayyip Erdoğan, bir yere oturup, cellatlarının gelip kendisini götürmeleri yerine atlamış cesaret atına, çoktan çıkmıştı er meydanına.
Evinden çıkan yüzbinler, arkalarına baktıkları her yerde onu görüyorlardı.
Sağdaydı, soldaydı, meydandaydı, köprünün üzerindeydi, hava alanındaydı, şehrin içindeydi, köydeydi... Türkçe bağırıyordu, Kürtçe konuşuyordu, Arapça dua ediyordu, Lazca, Çerkesce cesaret veriyordu. Bu ülkenin bütün renklerinin, bütün dillerinin, bütün zenginliklerinin yüreği aynı ritimle atıyordu.
“Yürüyün ben arkanızdayım” demiyordu Erdoğan, “ben yürüyorum sakın arkamdan ayrılmayın” diyordu.
Millet salavat getirerek yürüyen bir ordu oldu, başkomutanının emiriyle, hepimizin geleceğini, memleketini kara şeytanın askerlerinin kirli ellerinden çekip aldı.
Bu sefer milletin gıkı öyle bir çıkmıştı ki...