Maria'nın 'Paris'te Son Tango'su
“Maria Olmak” (Maria), Fransız aktris Maria Schneider’ın 1972 yılında gösterime giren “Paris’te Son Tango” (Ultima tango a Parigi) ile uluslararası şöhrete ulaşmasının öncesi ve sonrasını anlatan Fransa yapımı bir film… Maria Schneider’ın kuzeni gazeteci – yazar Vanessa Schneider’ın 2018’de yayımlanan “Tu t'appelais Maria Schneider” adlı anılar kitabından serbestçe uyarlanan filmin yönetmeni Jessica Palud… Senaryosunu Laurette Polmanss ile birlikte yazdığı “Maria Olmak”, Palud’nun ikinci uzun metrajlı filmi. İlki “Revenir” (2019), Venedik Film Festivali’nin Ufuklar bölümünde en iyi senaryo ödülünü kazanmıştı.
Filmde Maria Schneider’ı (Anamaria Vartolomei) önce 15 yaşındaki haliyle tanırız. Annesi Marie-Christin Schneider (Marie Gillain) tarafından büyütülen bir çocuktur. Dönemin ünlü Fransız aktörlerinden babası Daniel Gélin (Yvan Attal) ile yıllar sonra bağ kurar. Film setinde geçen açılış sahnesinde Gélin’in, kızıyla bağ kurmaktan hoşnut olduğu, geç de olsa onu hayatına dahil etmek istediği bellidir. Ancak annesi, kendisinden habersiz başlayan ilişkiden çok rahatsızdır. Yıllar önce ona soyadını dahi vermek istemeyen babasıyla yakınlaşmasını hazmedemez. Maria’nın babasıyla görüşmeye devam etmesi üzerine onu evden kovup sokağa atar.
Sahne üzerimizde şok etkisi yapar. Gerçi film boyunca üzerine nerdeyse hiç konuşulmaz ama aklımızda çakılı kalır. Annesinin asıl amacının yıllar önce kendisini ve kızını terk ederek başka bir kadınla evlenen Daniel Gélin’den intikam almak olduğunu; geçici bir öfke krizi yaşadığını, Maria’yı kısa süre sonra evine alacağını düşünürüz haliyle. Sonuç olarak, “Babasıyla görüştüğü gerekçesiyle kim 15 yaşındaki kızını sokağa atabilir ki?” diye akıl yürütürüz. Onu o gece sokaktan toplayan dayısı Michel Schneider (Jonathan Couzinié) da aynı şeyi söyler Maria’ya. “Merak etme öfkesi geçer” der. Ama Maria eve dönmez veya dönemez. Anne kız arasında daha sonra yaşananlar belirsiz bırakılır. Kesin olan, Maria’nın aslında annesi tarafından hiçbir zaman çok istenmediği; hatta mecburen kabul edilip büyütüldüğü gerçeğidir. Bir insanın ömrünün sonuna kadar kaldırmakta zorlanacağı bir gerçektir bu… 15 yaşındaki Maria için daha da zordur. Yıllardır uzak kaldığı babasına yaklaşmak için attığı adımın sonunda anne evinden kovulması bir travmadır. Ama Maria, belli ki dayısının ve babasının desteğiyle ayakta durmayı başarır; hatta filmlerde aldığı rollerle para kazanmaya başlar. Filmde oynamak için annesinden imzalı izin alması gerektiği bir dönemde, ünlü İtalyan sinemacı Bernardo Bertolucci’den (Giuseppe Maggio) gelen teklif ise adeta rüya gibidir. “Paris’te Son Tango”da başrol oynayacaktır. Hem de sinema efsanesi Marlon Brando (Matt Dillon) ile birlikte…
Maria Schneider, ekibe uyum sağlar, Marlon Brando ile iyi anlaşır. Sette doğaçlama yapılmasından, bazı sahneleri senaryosuz çekmekten rahatsız değildir. Gerçi bir çekimde Brando’nun başını aniden su dolu küvete batırmasından hoşlanmaz ama sorun haline getirmez. Senaryo gereği sette soyunmaktan rahatsız görünmez. Belli ki, Bertolucci gibi saygın bir yönetmen ve Brando gibi bir efsaneyle çalışmak onu rahatlatmaktadır. Her ikisine de çok güvendiğini, özellikle Marlon Brando’yu içtenlikle sevdiğini hissederiz.
Özetle, her şey yolunda gider. Ta ki sinema tarihine geçen “o meşhur ve tartışmalı çekim”e kadar… Bertolucci ile Brando senaryoda olmayan bir sahne çekmeye karar vermişlerdir. Mizansen hakkında Schneider’a hiçbir şey söylemeyeceklerdir; çünkü gerçekçi olmak adına oynamasını değil, sahneyi bire bir yaşamasını isterler.
Schneider’dan habersiz planlanan çekim, bir tecavüz sahnesidir. Belki gerçek bir cinsel ilişki kurulmaz ama Brando, kaba kuvvet uygulayarak çekim boyunca hareket etmesini engeller ve Bertolucci ile anlaştıkları “ilişkiye zorlama” mizansenini yerine getirir. Schneider’ın çekim boyunca yaşadığı şaşkınlık, şok, hissettiği acı ve aşağılanma duygusu rol değil, her anıyla, her şeyiyle gerçektir. Film endüstrisinde hiçbir oyuncuya kolay kolay yapamayacağınız bir uygulamadır bu... Ama Schneider’ın 20 yaşında bir kız olması belli ki onlara cesaret verir. Daha önemlisi, sene 1972’dir ve dünya MeToo çağından çok uzaktır. O yüzden her ikisi de sadece sahnenin inandırıcı olmasına odaklanırlar. Belli ki, sorun çıkmayacağından, Maria Schneider’ın tepkisinin çok ciddiye alınmayacağından emindirler. Kısa vadede gerçekten haklı çıkarlar ama yıllar içinde olay daha çok konuşulmaya başlanır.
Jessica Palud’nun, yaklaşık 52 yıl önce o sette yaşananları yönetmen olarak en doğru şekilde anlattığına inanıyorum. Mesela, Maria’nın sahneden hemen önceki ruh hali... Az sonra olacaklardan tümüyle habersiz halde, sette bir yatağa uzanmış huzur içinde senaryoyu ve repliklerini çalışırken görüyoruz onu. Doğru yerde olduğunu düşünen ve sevdiği işi yapan insanlara özgü bir rahatlık var üzerinde.
Palud, Bertolucci ve Brando’nun psikolojisini bence gayet iyi tahlil ediyor. Onları mesleki hırslarına kapılmış iki duyarsız erkek olarak çiziyor. Olayın taciz olduğunun farkındalar aslında ama filmin başarısı adına doğru olanı yaptıklarından o kadar eminler ki Maria Schneider’ın duygularının gelip geçici veya önemsiz olduğunu düşünüyorlar. Özür dilemiyorlar çünkü o zaman suçlarını kabul etmiş olacaklar. Bertolucci, en başından itibaren doğaçlama çalıştıklarını söyleyerek kendini haklı çıkarmaya çalışıyor mesela. Oysa Schneider açısından doğaçlama tekniğinden söz etmemiz imkânsız. Hiçbir oyunculuk teorisinde yeri olmaması gereken etik dışı, zorlamaya dayalı bir teknik uyguluyorlar. Sonraki sahneye geçerken teskin etmek yerine her ikisi de soğuk şekilde, sanki doğru olan gerçekleşmiş de o anlamamış gibi davranma gereği duyuyorlar. “Mızmızlanma değil, çalışma zamanı” demeye getiriyorlar resmen.
Maria’nın setteki yalnızlığı ve çaresizliği… Her şeyin farkında olan set ekibinin tepkisizliği… Sürüp giden o sessizlik… Vakit kaybetmeden bir sonraki çekime geçme baskısı… Palud sahne boyunca yönetmen olarak gerçekten çok başarılı. İddiasız, yalın, gösterişsiz mizansenler, abartısız oyunculuklarla yıllardır tartışılan sahneyi artık tartışmaya yer bırakmayacak şekilde karşımıza getiriyor.
Ne var ki, özellikle senaryo ve olay örgüsü açısından filmin geri kalanı için aynı övgüleri yapmam o kadar kolay değil. Palud, sonraki sekansları madde bağımlılığı, psikolojik kriz ve mesleki başarısızlık üzerine kurmayı tercih ediyor. Bana sorarsanız, Maria Schneider’ın yıllarca süren sorunlu dönemi daha kısa tutulabilirdi. Yanlış anlaşılmasın, yaşadıkları abartılıyor, demiyorum. Hepsinin gerçek olduğunu biliyorum. İki itirazım var: İlki, Schneider’ın tüm bu zor süreçten daha güçlü ve olgun şekilde çıkışının yeterince iyi yansıtılmaması… İkincisi, filmin ağırlıklı olarak sorunlu dönem üzerine kurulması…
Palud, Schneider’ın mesleki tercihleri konusunda yaptığı kritik seçimleri, bedeninin arzu nesnesi haline getirilmesine gösterdiği tepkileri kuşkusuz öne çıkarıyor. Final sahnesinde gelecekte kendini daha çok toparlayacağını, artık hayatını yoluna koyacağını da hissettiriyor bize. Ama aynı finalde, Bertolucci ve Brando’yu asla affetmeyeceğinin vurgulanması, açıkçası bana çok anlamlı gelmiyor. Çünkü çok daha önceden anladığımız bir şey bu… Hikâye, Schneider’ın hayatının yerine oturduğu daha ileriki dönemlere kadar uzanabilir, kadın hakları savunucusu kimliğinin altını daha fazla çizebilirdi. Kendi adıma, filmin büyük bölümünde Schneider’ın kurban olarak sunulmamasını tercih ederdim.
Schneider’ın onca yıl boyunca kendisine duyarsız kalan kamuoyuna karşı mücadele verdiğini ve filmin bu mücadeleyi yeterince öne çıkarmadığını düşünüyorum. Sinema dünyasının tavrını yansıtan menajeri ve sadece şöhrete odaklanan babasının verdiği tepkiler, eril yaklaşımı göstermek açısından şüphesiz çarpıcı; ama yine de Schneider’ın olay sonrası içine düştüğü yalnızlığın yeterince etkili anlatılmadığına inanıyorum. Çünkü Palud, filmden sonra dünya medyasında Bertolucci ve Brando’nun yere göğe konamadığı bir dönem yaşandığını, Schneider’ın ise aynı dönemde “şöhreti kaldıramayan şımarık ve problemli kız” olarak etiketlendiğini yeterince iyi vurgulayamıyor. Herkesin “Paris’te Son Tango”yu konuştuğu günlerde Schneider’ın sesini duyuramaması ve kamuoyundan yeterince destek alamaması, en az çekimlerde yaşadığı taciz kadar ağır bir süreç aslında… Palud ise filmde kendisine biçilen imajın altında ezildiğini göstermeyi tercih ediyor.
Tüm itirazlarıma rağmen, sinemaseverlerin “Maria”yı seyretmesi gerektiğini düşünüyorum. Jessica Palud, elindeki mütevazı bütçenin sınırları içinde kalarak dönem filmi duygusunu oluşturmayı biliyor. Sadelik en büyük avantajı… Oyuncular da filmi çok iyi götürüyor. “Kürtaj”dan (L’événement) hatırladığımız Anamaria Vartolomei, Maria Schneider’ın 15 yaşından 28 yaşına kadar uzanan dönemini takdir edilmesi gereken bir başrol performansıyla yorumluyor. Matt Dillon, Brando’da beden dili, hali ve tavrıyla bence inandırıcı ve başarılı… Bertolucci’yi canlandıran Giuseppe Maggio ise genç yaşta gelen şöhretin özgüveniyle kontrolden çıkan duyarsızlığa ve toksik kibir duygusuna çekiyor dikkatimizi. Son olarak, 1982 doğumlu yönetmen Jessica Palud’nun, Bertolucci’nin 2003 yapımı filmi “Düşler, Tutkular, Suçlar”ın (Innocents) setinde stajyer olarak çalıştığını not edelim.
6.5/10
- Oz'un 'kötü' cadısının hikâyesi3 gün önce
- Issız adaya düşen robot1 hafta önce
- Hikâye farklı, formül aynı1 hafta önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 hafta önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…2 hafta önce
- Amerikan rüyasının peşinde3 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü3 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi4 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi1 ay önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları1 ay önce