Beyaz Ruslar bizde neyi değiştirdi?
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Sahnenin Dışındakiler” romanında, Mütareke yıllarında, asıl “sahnede olan” Anadolu’dakileri değil, o sahnenin dışında, işgal altındaki İstanbul’da, yüreği sahnede ama varlığı o sahnenin dışında kalmış olan bir avuç Osmanlı aydının hüzünlü çırpınışını anlatır.
Romanın bir yerinde anlatıcı Cemal ile İhsan Beyoğlu’na çıkar, Cadde-i Kebir’de yürürler. “Yetmiş çeşit milletten insanın hep birden eğlendiği bu birkaç yüz metre uzunluğundaki cadde, kendi tevekkülünün ve ıstırabının gecesine kapanmış eski İstanbul'un yanı başında bugünün egzotik romanlarında hikayesini okuduğumuz bir nevi Şangay ve Singapur gibi asıl maddesine çok derinden yabancı, haşin, köksüz ve gürültülü parlıyordu.”
“Ruskaya İzyoşka” lokantasına girerler. “Sade, fakat çok temiz giyinmiş” birkaç Beyaz Rus kadın garson, masaların arasında dolaşıyor. İhsan “esmer, süzgün gözlü, uzun boylu bir kızın” masasını tercih eder, oturur yemeklerini ısmarlarlar. Siparişleri alıp giden güzel kızın arkasından bakan İhsan, Cemal’e der ki:
“İstanbul’da çok Beyaz Rus var. Gelir gelmez şehrin hayatına girdiler.”
*
Gecenin geç bir saatiydi. Ev ahalisi uyumuş, kuvvetli bir rüzgâr vardı dışarıda. Soğuk kuzey ülkesinin yabancı bir şehrinde, pencereden görünen huş ağaçlarının rüzgârda çıkan hışırtıları geliyordu kulağıma. Bu cümleyi okuduktan sonra kitabı, kaldığım sayfanın arasına parmağımı koyarak kapattım, uzandığım kanepede romanı göğsüme koydum, tavana bakarak düşünmeye başladım.
Bir muhacir veya bir sığınmacı topluluğu bir yabancı memleketin bir yabancı şehrine gider gitmez o şehrin hayatına hemencecik girer mi? Bu soru üzerine o zamana kadar ya hiç düşünmemiş ya da soru aklıma gelmemişti. Roman düşürdü aklıma… Mültecilerin hayatı üzerine ettiğimiz kamyonlar dolusu laf, okuduğumuz onlarca roman, seyrettiğimiz düzinelerce film hep onların karşılaştıkları zorluklar, içine girdikleri topluma uyumları veya o toplumda yarattıkları rahatsızlıklar üzerinedir. Kimisi muhacirin ekmeğimizden çaldığını, kimisi de her şeyimizi altüst ettiğini düşünür. Bu yüzden çok kişi öfkeyle yaklaşır onlara. Kendi sorunlarıyla baş edemeyenlerin büyük bir kısmı da o sorunların kaynağı olarak o muhacirleri, o sığınmacıları görür. Başarısızlıklar karşısında günah keçilerini bulduğumuzda vicdanımız rahatlar çünkü.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kahramanı İhsan’a söylettiği bu cümle, Avrupa’nın çeşitli memleketlerine gitmiş bizden muhacirlerin o memleketlerdeki hayatlarını düşündürttü bana. Mesela şu anda bulunduğum ülkeye veya Almanya’ya Fransa’ya gitmiş bizden muhacirlerin; oralardaki şehirlerin mesela Stockholm’ün, Berlin’in veya Paris’in şehir hayatlarına nasıl bir etkileri olmuş, o şehirlerin yaşama alışkanlığı anlamındaki kültürü üzerine nasıl değişikliklere yol açmış acaba, sorusuyla meşgul olmaya başladı zihnim bir süre. Tamam, Avrupa’nın her yerine “döner kebabı” biz götürdük, bugün kara Avrupası’nda milyar dolarlık bir döner sektörü veya “emperyalizmi” bizim eserimiz, bugün özellikle İskandinav ülkelerinde herkesin müptela olduğu Urfa lahmacunuyla Milano pizzasını karıştırarak yapılan pizza da bizim icadımızdır ama sadece bu kadar galiba. Bizimkiler neredeyse kırk-elli yıldan beri Avrupa’da yaşadıkları halde yapabildikleri sadece bu kadarken; Umumi harpten sonra İstanbul’a gelip bu şehirde sadece üç dört sene kalan Beyaz Rusların “şehrin hayatında” yarattıkları o muazzam değişiklikler ise şaşırtıcı, hatta göz kamaştırıcıdır.
Neden acaba?
*
Romanın kahramanı İhsan, şehre yeni gelmiş anlatıcı Cemal’e, Beyaz Rusların şehir hayatında yarattıkları değişiklikleri anlatmaya başlar yemekte. İki sene içinde İstanbul’da yeni yeni açılmaya başlamış olan adım başında bir lokanta, bar, pastane, küçük eğlence yeri onların eseridir. İhsan’a göre kadınları “bize çok şey aşılayacak” gibi. Şimdiden Türk kadınlarının kıyafetlerini değiştirmeye başlamışlar bile. Gördüğümüz o tepeden sıkma başlar onlardan geçmiş bizim kadınlara mesela. Peçe de yavaş yavaş kalkıyor zaten. Türk kadınları da onlara bakarak çalışmaya başlamış. Harbin başında Müslüman kadınları önce çöpçü oldular. Umumi hizmete girmekten çekinmediler. Sonra içlerinde okur yazar olanlar postanede çalışmaya başladılar. Şimdi epey bir Müslüman memur kadın var. Sayıları her geçen gün artıyor da. Sonra şehre tombala denilen oyunu Beyaz Ruslar getirdi. Bu oyun İstanbul’u alt üst etti. Şehir ahalisi bir süre sonra bu oyunu kumara dönüştürdü. Oyunda paltosunu kaybeden memurlar bile oldu. Şehir plajlarında, deniz hamamlarının paravanlarını onlar kaldırdı. Plajlarda artık kadınlarla erkekler beraber giriyor denize.
*
Almanlar, pimi çekilmiş bir el bombası olan Lenin’i “mühürlü bir trenle” Stockholm üzerinden Rusya’ya gönderince, Rusya’nın sonu da göründü. 1917 Şubatı’nda ılımlı sosyalistler bir darbeyle Çarı devirmişti, geçici bir hükümet vardı iş başında ama Lenin’in kafasında “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganı vardı, Ekim’de Bolşevikler bir darbeyle iktidara geldi; o andan itibaren memleket tam anlamıyla kanlı bir iç harbin içine yuvarlandı. Çar tahtını kaybetti. Ülke, tepesinden bıçak yemiş karpuz gibi ikiye yarıldı, bir tarafta komünistler ki renkleri kızıldı, bir taraftan da Çar taraftarı ki renkleri beyazdı, çarpışmaya başladılar. (Sözünü ettiğimiz Beyaz Rusların, şimdiki Slav ırkı Beyaz Ruslarla alakasının olmadığını söyleyelim bu arada.)
Kızıl Ordu’nun başında Lev Troçki, Beyaz Ordu’nun başında General Denikin vardı. Beyaz Ordu gittikçe güçlenmeye başlayınca, ailesiyle birlikte Yekaterinburg’daki bir evde esir tutulan son Çar İkinci Nikolay ve Çariçe Aleksandra Fyodorovna, 1918 yılının 16 Temmuz gecesi kızları Olga, Tatyana, Anastasia, Maria, oğulları Aleksey, aile doktoru Yevgeniy Botkin, halayık Aloiziy Trupp, Çariçe'nin hizmetkarı Anna Demidova ve aşçı İvan Haritonov hapsedildikleri evin bodrumunda kurşuna dizildiler. Cesetler terk edilmiş bir maden ocağında yakıldı önce ve yakınlardaki ormanlık araziye gömüldüler.
General Denikin’in komutasındaki Beyaz Ordu, Moskova’ya ilerlerken Ekim 1919’da yenilgiye uğradı; savaşçılar Kırım’a sığındı. 1920’nin Mart’ında ise 200 bin kişilik Beyaz Ordu, 600 bin kişilik Kızıl Ordu karşısında tamamen yenildi, Kızıl Ordu, 1920’de Kırım’a girdi.
Beyaz Ruslarda bozgun başladı. Bulabildikleri her deniz vasıtasıyla, geride her şeylerini, vatanlarını, mallarını mülklerini, ailelerini, çoğu çoluğunu çocuğunu bırakarak Karadeniz’e açıldı. Bir milyona yakın göçmen vardı o gemilerde, geride kalanların tümü komünistler tarafından büyük bir vahşetle öldürüldü.
Kaçanların çoğu aristokrattı. Çarlık Rusya’sında üst düzey yöneticiydi, sanatkârdı, iyi meslek sahibi, birkaç dil bilen üst tabakadan insanlardı. Mülteci dolu yüze yakın gemi, üç gün sonra işgal altındaki İstanbul’a varmaya başladılar.
Ahmet Hamdi anlatır romanında… Beyaz Rusların gelmesiyle birlikte “şehrin manzarası”kısa süre zarfında tamamen değişti, o geliş büyük romancının kaleminden şöyledir:
“Dünyanın her milletinden işgal askerleri, Karadeniz’den gelen vapurların şehre her gün döktüğü Beyaz Ruslar, her cinsten kavim, eski payitahtı bir nevi kadim İskenderiye’ye, ırkların ve medeniyetin birbirine karıştığı ve kaynaştığı devirlerin o büyük yol uğrağı şehirlerine benzetti.”
İskelelere yanaşan gemilerden çıkan askerleri Gelibolu’ya, Kazakları Hadımköy ve Mudanya’ya gönderdiler. Geri kalan muhacirleri, şehrin değişik yerlerinde kurulan çadırlara yerleştirdiler.
Tanpınar’ın deyimiyle İstanbul o sırada “kolları bağlı” bir şehirdi, Kırım Muharebesi’nden beri şehir böylesine çeşitli ve karmaşık bir manzara almamıştı, şehirde muazzam bir değişikliğin rüzgarı esiyordu.
“Senegalli nefer, Cezayirli çavuş, siyah sakalını çenesinin altına bağlamış Hintli gönüllü, İskoçyalı, Kanadalı fedai, Avusturyalı zabit, siyah pelerinli Karabineri, Ermeni tercüman, Rum papazından bozma halk hatibine” kadar çeşitli milletlerden işgal ordusunun askerlerinin yanında, bir anda şehrin sokaklarını Kızıllardan kaçan Rus, Ukran, Gürcü, Çerkes, Tatar ve Azerilerle dolmaya başladı. İstanbul nüfusunun yüzde 20’sini muhacirler oluşturdu. Burnundan kıl aldırmaz aristokratlar, kibirli burjuvalar, sirk cambazları, uyanık uşaklar, narin prensesler, salon hanımları, müzisyenler, nişan sahibi askerler hepsi aynı gemide, yan yana seyahat ederek varmıştı bu şehre. Şimdi İstanbul’da hepsinin arasındaki statü farkı, rütbe nişan ortadan kalkmış, hepsi birer çaresiz muhacire dönüşmüştü. Hepsinin derdi ortaktı; maişet!
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın anlatıcı kahramanı Cemal o günler için, “İstanbul esirdi ve hepimizi taşıyan içtimai gemi alevler içindeydi,” der ve şehre gelmiş olan Beyaz Rusların “şehir hayatında yarattığı değişiklikleri” anlatmaya başlar bize.
İşgal kuvvetleri bir servetle girmişlerdi şehre, onların etrafında kümelenmiş olan bazı uyanık şehirliler de “kaybedilmesi, kazanılması kadar kolay” bir servet elde etmişlerdi. Bu “kolay servetin” etrafında Beyaz Rusların şehre getirdiği yeni bir eğlence hayatı başlamıştı. Beyoğlu’nda bir yığın lokanta, bar, dansing açılmış, İstanbul ahalisinin miskin miskin oturup kahve içtiği, dama oynadığı, gazetesini okuduğu, yarenlik ettiği kahvelerin “manzarası” hepten değişmişti. Kahveler de artık birer eğlence mekanıydı. “Çoğu prenses, kontes yahut yüksek burjuva ailesine mensup olduklarını iddia eden Beyaz Kafkas ceketli, ayağında siyah çizmeli, bol pudra içindeki kumral ve beyaz yüzleri düz çizgili, ince, eski hanımlarımızın kullandığı yemenileri andıran eşarplara sarılmış narin Rus kadınları ve kızları; acayip ve çok tehlikeli bir peri kafilesi gibi, bu sakin baş dindirme mabetlerine, bir kısım sakat, göğüsleri nişanlarla dolu, yine Kafkas ve Kazak kıyafetli erkeklerle beraber üşüşmüşlerdi. Her büyükçe kahvede tombala oynanıyor, muayyen saatlerde ışıklar kısılıyor, narin endamlı delikanlılar, Kafkas dansları, kadınlar ufak tefek plastik rakslar yapıyorlardı.”
*
Osmanlı hükümeti, onlara gözü gibi baktı. Beyaz Ruslar İstanbul’da kendilerini evlerinde hissetmeye başladılar. Gelirken yanlarına bavullarını almayı başaranlar, o bavullarda getirdikleri mücevherleri, pahalı kürkleri, nadide antika vazoları, şamdanları ekmek alabilmek için satmaya başladılar. İstanbul’un ikinci el eşya satan dükkanları bir anda porselenler, gümüşler, ipek masa örtüleri, atlas yatak takımları, nişanlar, sapı gümüş hançerler, sedef kakmalı kılıçlarla dolmaya başladı.Gramofon ve semaverler en çok göze çarpan aletlerdi. Üzerinde Çar resmi bulunan deste deste geçmez Rus parası çocukların oyuncağı olmuştu. Genç zabitler sokaklarda hamallık, taksicilik, dükkanlarda tezgahtarlık, zengin evlerinde uşaklık yapmaya başladı. Bir gazinoda eski bir general keman çalarken, bir matematik profesörü lokantada kasiyerlik yapıyor, Çarın yaveri otel kapıcılığı yaparken, bir kontes bir lokantada garson, meşhur bir piyanist seyyar satıcılık, bir tiyatro aktrisi bir batakhanede konsomatrislik yapıyordu.
Boğaz yerine artık Adalar’a mesireye gitmeyi İstanbullular Beyaz Ruslardan öğrendi. İstanbul’un plajlarında erkeklerle kadınların karışması da onların sayesinde oldu. Yakın bir zamana kadar eğlence hayatımızda bir mihenk taşı olan Maksim Gazinosunu 1921 yılında Beyaz Ruslar açtı. İlk Avrupai lokantayı da onlar hizmete soktu. Ankara’daki Karpiç, İstanbul Pera’da Muscovit, Rejans, Turkuaz gibi lokantalar kısa sürede dolmaya başladı. Ruslara özgü borşç çorbası ve Piroskhki, dana strogonof, Kievsky tavuk ve Faber’den oluşan menüleri İstanbulluların yeme alışkanlıklarında önemli değişikliklere yol açtı. Bugüne kadar Türkçede “yaş pasta” adıyla bilinen pastayı da onlar getirdi. Sabaha kadar açık Petrograd Pastanesi, İstanbullu münevverler için önemli bir mahfil oldu. Rusçada “güzel, iyi” anlamına gelen kelime “haraşo”, ağızlarından en çok çıkan kelime olduğu için bir süre sonra onlara, özellikle genç kızlarına ahali “Haraşo” adını taktı.
Bütün bu yeniliklere karşı çıkan İstanbullular da oldu. Gazetelerde, Beyaz Rusların medeniyetimizi zehirlediklerine dair kızgın yazılar çıkmaya başladı; bu muharrirlere göre beyaz toz ve kokaini onlar yaygınlaştırmış, erkeklerimizi baştan çıkarmış, ahlaksızlığı ve kumarı yaygınlaştırmışlardı. Bu yüzden “Tombalacılarla Mücadele Derneği” bile kuruldu. Bütün bu dönemin çılgın hayatını Yakup Kadri daha sonra “Sodom ve Gomore”romanında anlattı.
*
Cumhuriyet kurulduktan sonra yeni bir dönem başladı. Yeni rejim, Beyaz Ruslara beş sene Türkiye’de kalma izni vermişti. Sürenin dolmasına az bir zaman kala Türk matbuatında Beyaz Ruslara karşı yoğun bir propaganda başladı. Ankara hükümeti komünist Sovyetler Birliğine yaklaşıyordu, hükümetin bilgisi dahlinde gazetelerde çıkan yazılar mültecileri aşağılamaya başladı, hatta onlara İngiliz işbirlikçisi diyenler de oldu. Öte yandan Moskova’nın gözü de üzerlerindeydi. 1923’te Beyoğlu’nda açılan Sovyet sefaretindeki ajanlar onları adım adım izlemeye başladı.
1924’te yürürlüğe giren Lozan’dan sonra Beyaz Ruslar iyice tedirgin olmaya başladı. Hükümet bir an önce memleketi terk etmelerini istedi, 1927 yılı son tarihti. Fırsatı bulan Macaristan’a, Polonya’ya, Fransa’ya, İngiltere ve Amerika’ya kaçmaya başladı.
Yolu Türkiye’den geçen Rus ailelerden birisi de ünlü yazar Nabokov’un ailesiydi.
*
Beyaz Ruslar, gemilere binip yavaş yavaş Türkiye’yi terk ederken; birkaç yıl önce Kızıl Ordunun başında muzaffer bir komutan olarak, kalanları öldüren, kaçanlara da İstanbul yolunu gösteren Lev Troçki bir geminin güvertesinde İstanbul’a Boğazına giriyordu. Şimdi muhacirlik sırası ondaydı. 1929 yılında yoldaşı Stalin dizginleri ele alınca, tıpkı yol onun yol gösterdiği Beyaz Ruslar gibi ona da yol görünmüştü. Kendi isteğiyle gelmiyordu İstanbul’a, Moskova hükümeti ile Ankara hükümeti anlaşmış ona bu şehri uygun görmüşlerdi. Korkuyordu, zira bu şehirde çifte düşmanları vardı. (Ha bu arada, “İnsan hayatını kutsal bir şey olarak gören bir kişinin devrimle ilişkisini kesmesi gerekir” sözü onundur.) Hem kovulmalarına sebep olduğu Beyaz Ruslar hem de bu şehirde artık sefaret açmış olan Kızıl Ruslar onu öldürebilirdi. Ama sonunda ölümü Beyaz Rusların değil, yoldaşları Kızıl Rusların elinden oldu.
Buradan Meksika’ya kaçtığı halde… Orada buldular onu ve kafasını buz kıracağı bir sivri çekiçle deldiler…
Troçki’ye yenilen Beyaz Rusların komutanı General Denikin ise Amerika’ya kaçmıştı, ölüm orada onu eceliyle buldu. Na’şını Putin yakın bir zamanda Moskova’ya getirtti.
*
Orhan Pamuk’un dediği gibi roman, “önemli şeylerden önemsizmiş gibi ve önemsiz şeylerden önemliymiş gibi bahsetme sanatı”ysa eğer, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanında karşıma çıkan o cümlenin önemli mi önemsiz mi olduğuna karar vermek, siz bu yazıyı okuyanlara, bu yazının yazarı olarak benim verdiğim bir ödev olsun izninizle. Siz düşünedururken, ben de bu yazıya yol verdiği için şükranlarımı sunmak istiyorum büyük ustaya.
- Şerif Gören'in travması7 dakika önce
- Hiçbirine bağlanmadı, ona bağlandığı kadar3 gün önce
- Kendinize bir kalem alın!1 hafta önce
- Jack London ve "zehirli" kitabı!1 hafta önce
- Babil Kulesi yıkılırken!2 hafta önce
- Tolstoy'un roman kahramanı Dekabrist kuzeni!2 hafta önce
- Üstat3 hafta önce
- Enkidu ile Şems-i Tebrizî'yi kim öldürdü?3 hafta önce
- Kitapların kıymetini bilmek4 hafta önce
- Türkiye'de heykeli dikilen İsveçli şair1 ay önce