Kitaplar bize ne yapar?
Her şeyi kitaba dayandırmak isteyen, kitapta yeri olmayan bilginin bilgi sayılmadığına inanan, kitaplara iman etmiş, hayat hakkında ne varsa onu kitaplardan öğrenmiş olan eskinin ağır abileri (onlardan hâlâ var), bir polemik sırasında bir iddia ortaya attıklarında, iddialarını ispatlamak için mutlaka o iddiayı dayandırdıkları kitabın adını söyler, kitabın adını anmakla yetinmez, o kitapta tezini güçlendiren meselenin sayfa numarasını da verir, karşısındakini anında mat ederlerdi. Böylelerine daha çok Marksistler arasında rastladım ben.
Vakti zamanında herhangi bir sol örgütte kitap okumayana yer yoktu. Temel eserleri bilmek zorunlu, bilmek yetmez o kitaplarda yer alan anlaşmazlık konularına vakıf olunacak, o anlaşmazlıkların çözümünde çıkan tartışmalarda o konunun geçtiği sayfa numarası da ezberlenecekti. Bir polemik sırasında “Lenin, Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı, falan sayfa” dedin mi tartışmayı sen bitirmiş oluyordun. İlk gençliğimde şahit olduğum tartışmalarda bu kitabın adı ne çok geçerdi? Veya Marks’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsözü…” Eleştirinin kedisi değil, “katkısı”; “katkının” kendisi değil “önsözü”… Önsözde her şeyi anlatmışsa, kitabın gerisini neden yazmıştı üstat acaba? Bu ne derin ilimdi böyle! Bu iki kitapta benim bilmediğim ne çok şey vardı! O iki kitabı alıp saatlerce karıştırdığımı, o “önsözü” defalarca okuduğumu, ağır abilerin “referans” verdiği yerleri bulmaya çalışarak ne çok zaman harcadığımı hatırladım şimdi bu yazıyı yazarken. O kitapları okumuş, onlarda benim görmediğim şeyi görmüş, görmekle yetinmemiş o bilgiyi alıp “bozuk para” yapmış, yapmakla kalmamış onu hasmın yüzüne çarparak anında madara etmiş o “ağır abilerin” derin bilgilerine hayran kalır, günün birinde ben de mutlaka onlar gibi “çok bilinçli” bir adam olma hayallerini kurardım.
O zamanlar, sözünü ettiğim o insanlar kitapları “daha çok bilinçlenmek” için okurlardı demek. O kitaplardan birkaçını okumuş, bir polemik sırasında “rüştünü ispatlamış” o adamlara “çok bilinçli” diye gıpta ile bakardı herkes. Varsa eğer o çevrede birkaç kız, gizliden gizliye mutlaka o “bilinçli” adamlara aşık olurlardı.
*
“Bilinçli” kavramını sözlükler, “Çevresinde olup bitenlerin farkında olan, eylemlerini bilerek gerçekleştiren, bilinci olan kimse” diye tanımlar ve kelimeyi de “O kadar bilinçliydi ki, etkide kalamazdı” cümlesi içinde kullanarak onu daha iyi kavramamızı sağlar. Lugata bakarsak eğer şimdi “sağduyulu”, “aklıselim” kelimeleri daha yakın duruyor sözünü ettiğim zamanların moda deyimi “bilinçliye” ama o zamanlar kimse “aklıselimin” peşinde değildi galiba.
*
Peki bizi bu hale ne getirmişti?
Yekten söyleyeyim; kitaplar!
Her şeyin müsebbibi kitaplardır. Bir insanı kitaplar bir fikre yönlendirir. Kitaplar siyasi yolunu çizer, kitaplar onu Tanrıya veya Şeytana yakınlaştırır. Hiçbir kitap masum değildir. Ama bunu derken bütün kitapları suçlu ilan ettiğim sanılmasın; kitaplar zehrini gark eder, ama zaten bir insanın “zehir” almaya meyli yoksa, o kitaplarda istediği kadar o zehir dışarı taşsın, kimseye bir zararı olmaz. Bu yüzden totaliter rejimlerin yaptığı gibi kitapları yasaklarsanız, insanları o zehirden korumuş olmazsınız, tam tersine her yasak insanı o zehre daha çok yaklaştırır.
*
Her şeyin esası kitaplardır; dinlerin de ideolojilerin de…
Üç semavi dinin birer kitabı var, birer peygamberi, birer ümmeti var. Yahudiliğin kitabı “Tevrat”, peygamberi Musa, ümmeti Yahudilerdir. Hıristiyanlığın kitabı “İncil”, peygamberi İsa, ümmeti Hıristiyan camiasıdır. İslam’ın kitabı “Kur’an”, peygamberi Muhammed, ümmeti İslam’dır.
Yeryüzünün “üç seküler dininin” de birer kitabı, birer peygamberi ve birer ümmeti var.
Marksistlerin kitabı “Kapital”, peygamberleri Marks, ümmetleri dünyadaki bütün komünistlerdir. Liberallerin kitabı “Ulusların Zenginliği”, peygamberleri Adam Smith, ümmetleri kapitalistlerdir. Faşistlerin kitabı “Kavgam”, peygamberleri Hitler, ümmetleri faşistlerdir.
Semavi dinlerde olduğu gibi seküler dinlerde de kitabın dışına çıkmamaya özen gösterir dindarlar. Peygamberden şefaat diler, kitaptan sapmaz, ümmetçiliği esas alırlar. Tıpkı semavi dinlerinki gibi, seküler dinlerin de “kutsalları”, “ritüelleri”, “ibadetleri” vardır, üzerlerine titrerler. Tıpkı semavi dinlerde olduğu gibi, seküler dinlerin de hac gibi kutsal mekanları vardır, oralarda arınırlar. Tıpkı semavi dinlerde olduğu gibi seküler dinlerde de din dışına atma veya “aforoz” var, onlar buna “tecrit” derler.
Bütün bunlar bir kitapta yazılıdır.
Bu yüzden kitap esastır.
Birçok tarihçiye göre Hıristiyanlar tarafından yakılan ama ihalenin Müslümanlara kaldığı kesin bilgi olarak yaygınlaştırılan meşhur İskenderiye Kütüphanesinin yakılması hadisesiyle ilgili olarak Umberto Eco, “Halife o muazzam kütüphaneye girmiş, bu kitaplarda yazılan her şey Kur’an da vardır, o halde hepsi lüzumsuzdur; yok hiçbiri Kur’an’da yoksa o halde hepsi din dışıdır, yakın” demiş ve 900 bin el yazması nüshanın yakılmasına sebep olmuş diye yazar.
*
Yazı bizim coğrafyamızda icat edilmiş. İlk yazılı belge olan tabletlerin üzerindeki işaretlerden tutun da mağara duvarlarına çiziktirilen şeyler hepsi bu coğrafyadan yayılmış dünyaya. Bütün semavi dinler de yine bu coğrafyanın eseridir. Üç kutsal kitap da bu coğrafyada buluşmuş yazıyla.
Ama seküler dinlerin hiçbiri bu coğrafyanın eseri değildir. Marksizm de Liberalizm de Faşizm de Batı’nın eseridir, oradan yayılmış dünyaya. “Kapital” de “Ulusların Zenginliği” de “Kavgam” da bu coğrafyada değil, Batı’da girdiler tedavüle.
Bu coğrafya öte dünyaya; Batı coğrafyası da bu dünyaya “yatırım” yapmış bu durumda.
Üç semavi din, yeryüzünde hayatı zorlaştırıyorsa eğer, amaçları öte dünyada rahat bir hayat sağlamaktır ümmetlerine. Üç seküler dinin iki dünyası yoktur. Onlar sadece bu dünyaya “yatırım” yaparlar. Üçü de bu dünyada bir gelecek vadeder. O “gelecek” uğruna başka insanların kanının dökülmesini, insanların karın tokluğuna çalıştırılıp patrona çok kazandırmasını, kendi ırkından olmayanın yok edilmesini mubah görürler. Geleceğin toplumu, mevcut dünyada yaşayan insanların kanı ve emeği üzerine kurulur. O kana şiirler, marşlar, güzellemeler yazarlar. Başkaları rahat yaşayacak diye, yaşayanlar kendilerini kurban ederler.
*
Yazılı olan her şey kutsaldır bizde. Hele İslam alfabesiyle yazılmışsa o şey ister fal olsun ister rüya tabiri ister asker mektubu olsun ister doktor reçetesi, birçoğumuz için o metin kutsaldır. Bulursak eğer yerde tıpkı ekmek görmüş gibi kaldırır, yüksek bir yere koyarız. Büyüdür bizim için yazı, ona inanırız. Hasta olanı, aklını oynatanı, aşktan mustarip olanı iyileştirmek için adına “muska” dediğimiz, içinde ne yazıldığı bilmediğimiz bir şeyleri yazıp da göğsünde taşısın, koluna pazubent yapsın, boynuna hamaylı yapsın diye hocaya koşarız. Yazı esastır ama okuma esas değildir. Yazıya inanırız ama okuma ayrıcalıklı birilerinin işidir. O ayrıcalığa sahip olanlar mesela pirinç, buğday tanelerine, ekmeğe, suya bir şey “okurlar”, o yiyecek, içecek kutsanır, o okunmuş kutsal şeyi de dertlere devada kullanırız. Buğdaya, pirince, ekmeğe okuruz, bir tek kitap okumaktan sıkılırız.
Çocukluğumdan kalmış aklımda. Ağır hastaların başında birkaç okuyucu aynı anda okurlardı kutsal kelamı. Okumayı bilen kimse yoksa o sırada hemen komşulardan çağırırlardı. Kaç defa ben de koşmuşumdur komşuya, “Falan kes ağır hasta, annem …okusun diye çağırıyor” demiş, yine koşa koşa eve gelmişimdir. Okumanın bireysel bir eylem olmadığı, sadece hastaları iyileştirmede veya son yolculuğunda eşlik etsin diye muamele gördüğü zamanlarda, hastanın başucuna okuyucular dizilir, yüksek sesle okurlardı. Ama mesela “Yasin-i Şerif” hemen okunmazdı. Sekerat anında okunurdu o sure. Eğer hasta artık sadece güçlükle nefes alabildiği bir döneme girmişse, en yakınları ellerinden tutar, okuyucu da “Yâsîn/wel Kur'ân-il hekîm/İnneke leminel murselîn/ Alâ sırâtın müstaqîm” diye başlamışsa eğer, hasta artık dönülmez yola girmiş, yakınlarının hıçkırıkları çoğalmıştır.
*
Bizi kamplara ayıran şahsiyetler değil kitaplardır aslında. Sevdiğin yazarların adını söylediğin zaman siyasi eğilimin çıkardı ortaya bir zamanlar, belki hâlâ öyle. Bu yüzden yazarları, bizi başka bir dünyaya götürdükleri, oralarda gezdirdikleri, muhteşem şeylerle buluşturdukları, bilmediğimiz şeyleri öğrenmemize vesile olduklarından çok bizim gibi düşündükleri, fikrimize yakın durdukları, kendi fikrimize destekçi oldukları, yanlış bildiğimiz şeylerin sağlamasını üzerlerinde yapmamıza imkân tanıdıkları için seviyorduk daha çok.
Zaten bizde yazarlar da başkasını eğlendireyim, onları farklı dünyalarda gezdireyim, hoş vakit geçireyim, rahatlatayım, huzursuz edeyim, mutluluk veya hüzün aşılayayım diye değil, ona “doğru yolu” göstereyim diye çıkmışlar ortaya.
*
Tanzimat’la başladı her şey. Varlıklı ailelerin, seçkinlerin, devlet kapısında palazlanmış, paşa, kâtip, saray çalışanı zenginlerin çocukları önce sarıldı kaleme. Onlar yazmaya başladıklarında roman denilen büyülü sanat Batı’da altın çağını yaşıyordu. Roman, oralarda milli bir şuur oluşturmuş, ortak yaşama alışkanlığı anlamında kültürde büyük altüst oluşlara yol açmış, gündelik hayatın çeşitli veçhelerinden tutun, giyimden yeme içme alışkanlıklarına kadar muazzam değişikliklere yol açmıştı. Yazarların arasında burjuva çocukları vardı ama o burjuvazinin hayatını, burjuvalıkla hiç alakası olmayan ama burjuva olmak için yanıp tutuşan Balzac en iyi anlatmıştı mesela.
Ama bizde kalemi eline alanların hepsinin varlıklı, seçkin ailelerin çocukları olduklarının delili isimlerinin önüne koydukları “Recaizade”, “Samipaşazade”, “Feraizcizade”, “Nabizade”, “Uşakizade”, “Süleymanpaşazade”, “Menemenlizade”, “Köprülüzade”, “Tokadizade”, “Hamamizade”, “Müsahipzade” gibi sıfatlardı. Aralarında alt tabakadan gelen tek bir yazar yoktu. Hemen hemen hepsinin doğum yeri İstanbul’du. Gördükleri, yaşadıkları duygusal, acıklı hikayeleri yazıyorlardı. Ana temaları “esaretti”. Çoğu zaman “esaret” altında olanın kurtulmasıyla sona eriyordu hikayeleri. İyiler mutlak iyi, kötüler mutlak kötüydü. Hepsinin dilleri ortaktı, İstanbul ağzıyla yazıyorlardı. Hemen hemen hepsi “özel eğitim” görmüşlerdi. Hepsinin meselesi aynıydı; bireyi eğitme ve toplum düzenini Batılı anlamda dönüştürme…
Batılılaşma hamlesini bu yazarlar başlattı. Bir anda “araba sevdası” sardı her yanı, “şıpsevdiler” çoğaldı İstanbul sokaklarında, o sırada Anadolu derin bir “uykudaydı”.
Edebiyat bu etkiyi yaparken, fikri planda da benzer gelişmeler yaşanıyordu. Orada kitaplar giriyordu insanların kanına. Mesela askeri mektepte Mustafa Kemal, Fransız devriminin, aydınlanma çağı filozoflarının kitapları yerine, Marks’ın, Engels’in kitaplarını okuma imkanına sahip olsaydı eğer, acaba Anadolu’da Fransa’nın Üçüncü Cumhuriyeti’ni mi kurmaya kalkışır, yoksa Lenin önderliğinde yanı başımızda Rusya’da kurulan Proletarya Diktatörlüğüne benzer bir düzeni mi tercih ederdi, bilinmez. Bildiğimiz tek şey, bir kitabın yapamayacağı şey yoktur; bir gün bir kitap okursunuz ve “hayatınız değişir”.
Batıda ve Rusya’da roman doğal mecrasında birbiri ardına bugün de tazeliğini muhafaza eden şaheserler yaratmaya devam ederken, ondokuzuncu yüzyıldan itibaren bizde asker yazarlar devralır bayrağı “zadegân"dan. İş yavaş yavaş yoksul çocuklara geçer, zira Batıda olduğu gibi askerlik bizde asilzadelerin değil, yoksul aile çocuklarının işidir, Türklerde zenginlerin çocukları değil, halk çocukları asker olurlar. Cumhuriyetle birlikte, Tanzimat’ın çizdiği rota değişmez, “halkı eğitmek” yine esastır ama bu kez işe bir de “aydınlanma” eklenir. Köy Enstitüleri ilk mezunlarını verdikten sonra o “paşazadelerin”, askerlerin yerini artık isimleri “Fakir”, “Talip”, “Dursun” olan köylü çocukları alır. Edebiyata köylü çocukları yön vermeye başlar. Onların köyü anlatan romanları, bir süre sonra Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay gibi bugün de zamana direnen yazarların sesini bastırır.
*
Bir süre sonra kitap okumanın kendi başına bir amaç olmadığına, okuduğun her şeyin bilinçlenmenin aracı olduğuna inanan bir anlayış yerleşir hem sağda hem solda. Sanata da aynı muamele yapılır. Yazarın da okurun da sanatçının da -müzisyen olsun ressam olsun fark etmez- amacı aynıydı. Bu durum sadece sol örgütlerde değil, mesela o dönemde en az sesleri çıkan İslamcı çevrelerde de böyleydi. Bu meseleye dair “Mekân Hikayeleri” kitabında yer alan N. Ahmet Özalp’ın “Zafer Çarşısı’nda Bir Dar’ül-Eman: Akabe Kitapevi” başlıklı makalesinde hoş bir anekdot var.
1970’li yıllarda Ankara Zafer Çarşısında solcuların dışında başka bir fikirden olan birisinin bir kitapevi açması pek mümkün değildi. Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu ile Erdem Bayazıt 1976 yılında “her şeyi göze alarak” Akabe Kitapevi adında bir dükkan açarlar çarşıda. O tarihlerde solcular, İslamcılarla pek kavgalı değil, onları “zararsız gericiler” olarak görüyorlar, asıl kavgaları “faşist” dedikleri Bozkurtçularla, çarşıya onları sokmuyorlar. Akabe Kitapevi bir süre sonra İslamcılarla solcuların buluştuğu bir “mahfil” halini alır. Dükkâna gelip gidenlerden birisi de Enis Batur’dur. Özalp’ın aktardığına göre Enis Batur ile Rasim Özdenören, “sanatın işlevi ve niteliği” üzerine bir sohbete dalarlar bir gün. Sohbet bir süre sonra tartışmaya dönüşür. Özdenören “sanatın kendi başına bir amaç olmadığı, bir araç olduğu, amaca ulaşıldığında araca da gerek kalmayacağı” tezini savunur. Enis Batur ise bu fikre şiddetle karşı çıkar. Sohbetin sonunda Enis Batur, Rasim Bey’e, “Sizin söylediklerinizin aynısını komünistler de söylüyor Rasim Bey” der.
Kitapların, sanatın siyasi fikirlerin “aracı” yapıldıkları Türkiye’nin o tuhaf döneminden açıklayıcı bir örnektir bu örnek, her vesileyle anlatıyorum yeri geldikçe.
Meseleye ideolojik bir gözle baktığında, bütün ideolojiler aynı yerde buluşur nihayetinde.
*
Peki, ideolojik gözlükle bakmayanlar ne yapacak? Onlar kitapları niçin ve ne amaçla okuyacak?
Proust kitapları çok ciddiye almamamızı öğütler bize. “Onlara fetişizme varan bir hayranlık duymak her zaman tehlikelidir” der. Büyük yazara göre başkalarının kitaplarını, “kendi hissettiklerimizi anlamak için” okumalıyız, “bir yazarın düşünceleri yardımıyla da olsa, okurken kendi düşüncelerimiz geliştirmeliyiz”. Ama kitaplar her derdin devası değildir. Gözlerimizi açabilir, algılama gücümüzü artırabilir ama belli bir noktada onlar da tıkanıp kalır, çünkü biz yazarla aynı kişi değiliz. Mutlaka kitabın bir yerinde yazarla çatışırız. İşte bu noktada kendi fikrimiz esas olmalı diyor Proust. Aksi taktirde ya müridi ya da hayranı oluruz o yazarın.
Kitaplara ve yazarlara aşırı derecde hayranlık bazen de zarar verir demiştik yukarıda. Mesela Virginya Woolf, Proust’un romanı “Kayıp Zamanın İzinde”yi okumaya başladığında ciddi ciddi intiharı düşünür, “bu adam her şeyi yazmış, ben yazar olarak bundan sonra ne yazabilirim ki” diyerek neredeyse yazmaktan vazgeçecek noktaya gelir. Bu yüzden de romanı okumaktan vazgeçip kendi romanlarını yazmaya devam eder. Proust’un kitabını da yazmak istediklerini yazdıktan sonra okuyup bitirir.
Kitapların bize yaptığı budur işte.
*
Ne hayat kitaba ne de kitap hayata benzer. Bir hayat bir kez yaşanır, bir kitap ise o hayat boyunca yüzlerce kez okunabilir çünkü.
- Divan19 dakika önce
- Rus klasiklerini neden seviyoruz?2 gün önce
- Şerif Gören'in travması6 gün önce
- Hiçbirine bağlanmadı, ona bağlandığı kadar1 hafta önce
- Kendinize bir kalem alın!2 hafta önce
- Jack London ve "zehirli" kitabı!2 hafta önce
- Babil Kulesi yıkılırken!3 hafta önce
- Tolstoy'un roman kahramanı Dekabrist kuzeni!3 hafta önce
- Üstat4 hafta önce
- Enkidu ile Şems-i Tebrizî'yi kim öldürdü?1 ay önce