Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Ferit Edgü için kaya mezar bakarken
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Ben gördüm rüyayı. Aynı rüyayı, iki kişi göremez çünkü. Ben onun rüyasına gitmemiştim, o benim rüyama gelmişti. Beraber benim düşümde tırmanıyorduk dağa. Neden ille de o bilmiyorum, belki de yakın zamanda öldüğü için… Belki de ölümü üzerine dönüp bir yığın hikayesini, denemesini yeniden okuduğum için.

        Ferit Edgü ile beraber ona bir kaya mezar bakmaya gidiyorduk Kaunos Antik kentine. Köyceğiz, Dalyan’da. Tuhaf bir rüyaydı, gittikçe daha da tuhaflaştı. Önceden kararlaştırdığımız bir şey değildi bu yolculuk, düşüm bir karar anından sonra başlıyordu.

        Sıcaktı. İnsanda; üzerine üşüşen sinekleri kovalamaya bile mecal bırakmayan bir sıcak hüküm sürüyordu güneşin altında kavrulan bu dağda. Yolumuz yokuştu, bir hayli yükselmiştik. Antik dönem inanışına göre mezarı ne kadar yüksekte olursa insanın, Tanrıya o kadar yakın olurmuş. Bu yüzden kralların, önemli şahsiyetlerin mezarları yüksek dağlardaki kaya bedenlerine kazılırmış.

        Ferit Edgü neden bir kaya mezar arıyordu kendine dersiniz? Bu ne tuhaf bir rüyaydı. Rüyada bile rüyamın tuhaflığının farkındaydım. Ağustos böceklerinin şarkısı duyuluyordu, bir de çok uzaklardan gelen, denizde oynayan çocukların cinlerininkine benzeyen karışık sesleri…

        Kaya mezarlara giden yol dikti, Ferit Bey öldüğü halde yaşlı değildi. Rüyamın tuhaf yanlarından birisi de rüyada Ferit Bey’in öldüğünü onun bilip bilmediğini benim bilmememdi. Bildiğim, bir ölü mezarından çıkmış, kafasına bir kep geçirmiş, ayağında yürüyüş pabuçları, bir “hemşerisiyle” kendisine bir kaya mezarı bakmaya gidiyordu bu Antik kente.

        Yolda hiç ölümden konuşmadık. Öldüğünü sanki kabullenmemişti, ben de öldüğünü söyleyip moralini bozmak istemedim. Ona göre yakında ölecekti, bu yüzden mezar bakıyordu, ona da bir kaya mezar yakışırdı!

        *

        En görkemli mezarın önünde durduk. Kafasını kaldırdı, haşmetli mezara baktı alnında boncuk boncuk terle. Sonra bana döndü, “Bu mezar dolu galiba” dedi. “Ona bakarsan hepsi dolu Ferit Bey” demedim, “Başka birisine bakalım” dedim.

        Düz kayanın çeşitli yerlerine kazılmış bir sürü mezar vardı. Başka bir mezarı kestirdik gözümüze, ona doğru yürümeye başladık. Mezarın bir hayli aşınmış kapı eşiğinin önünde iki ihtiyar oturmuş sohbet ediyordu. Birisi çok şık giyinmişti. Kruvaze ceketinin düğmelerini iliklemişti bu sıcakta, beyaz gömleğinin üzerine ceketle uyumlu bir kravat bağlamıştı. Saçları geriye taralıydı. Elinde abanoz bir baston vardı, çenesini bastona dayamış, konuşurken gözleri sonsuzluğa bakıyormuş gibiydi. Rugan pabuçlar vardı ayaklarında. Ötekinin sırtında bir hırka vardı. Sakalları oldukça uzundu. Saçları dökülmüştü. Yüzü derin kırışıklıklar içindeydi. Bu çağın insanına benzemiyordu, bir masaldan çıkmıştı sanki, ayakları üryandı.

        Ferit Bey, görür görmez tanıdı onları galiba. Beni, kaya mezarı falan unuttu, sanki hayatı boyunca görüşmek istediği birilerini görmüş gibi onlara doğru adımlarını hızlandırdı. Ben de arkasından koştum soluk soluğa. İhtiyarlar bizi fark etmemişti. Yetiştim, beraber vardık iki ihtiyarın yanına.

        Rahatsız oldular sanki ihtiyarlar. Sanki çok mühim bir şey konuşuyorlardı da hiç beklemedikleri bir anda iki yabancı gelip sohbetlerini bölmüştü.

        “Sizi burada bulmak!” dedi yüzünde gülücük, hayretler içinde kalmış bir edayla Ferit Bey. Sonra bana döndü telaşla, “Bu Borges,” dedi tanıyabilir miyim acaba diye ötekine dikkatle bakarken.

        “Siz de kimsiniz?” dedi öteki ihtiyar.

        Borges, Ferit Bey’i tanımıştı.

        “Yabancı değil, adaşın o senin. Bir düşten tanıyorum onu,” deyince sanki dünyalar Ferit Edgü’nün olmuştu.

        “Siz öldükten yirmi gün sonra görmüştüm o düşü. Siz benim düşüme gelmiştiniz. Ben sizi çok iyi biliyordum tabi ama kısmette bir düşte karşılaşmak varmış.”

        “Güzel bir karşılaşmaydı. Sizden yeni şeyler öğrenmiştim,” dedi Borges.

        Ferit Edgü gurur ve utanma arası bir edayla;

        “Estağfurullah, size bir şey öğretmek ne haddime. Sadece evimin duvarında asılı iki resim üzerine konuşmuştuk.”

        Borges, “Alkol, yani Alcooll’ün, Arapça El-küll’dan geldiğini öğretmiştim size, sizin olan bir şeyi siz bilmiyordunuz” dedi hafif bir kahkaha atarak. “Ama siz de okkalı bir şey öğretmiştiniz bana, neydi o?” deyince Ferit Edgü, “Yaşanan düşlenmez demiştim size, olsa olsa bellekte yer eder ama düşlenen yaşanabilir, kimi zaman, arada bir, ola ki… gibi bir şey demiş, siz de bu fikrimi çok sevmiştiniz. Sonra küçük kütüphanemin duvarında asılı iki tablo üzerine konuşmuştuk.”

        “Tamam, hatırladım” dedi Borges, “Bir harfin Elif’le yinelenmesinden oluşmuş bir hat ile anonim bir küçük resimden… Neydi o resim?” diye sorunca Ferit Edgü, “Bir aslanın saldırdığı bir Arap ve iki Arap’a saldıran aslana saldıran iki Arap,” dedi. “Olağanüstü bir resim olmalı, gözlerim görmüyor diye uydurduğunuzdan kuşkulanmıştım,” dedi Boges gülümseyerek.

        Bu tuhaf konuşmayı yanındaki ihtiyar pür dikkat dinliyordu. Borges, sohbete daldığı için arkadaşını tanıştırmayı ihmal etmişti, aklına geldi, “Ha tanıştırmayı unuttum, bu Feridun Attar, adaşın senin, 'Tanrının başını tarif etmek isteyen bu Acem, nasılsa aynı anda bütün kuşlar birden olabilen bir kuş yarattı ki, bayılıyorum ona ve harikulade eserine. Burada karşılaştık kendisiyle, karşılaştığımız günden beri bana o kuşun, yani Simurg'un hikayesini anlatıp duruyor. Yaşarken kitabında okumuştum aynı hikayeyi ama burada bizzat ondan dinlemek başka türlü oluyor.”

        Ferit Edgü, yaşarken en çok sevdiği iki büyük insanı aynı anda görünce karşısında sanki öldüğüne sevinmiş gibi oldu. Attar’ın aklı, Ferit Bey’le Borges’in “Elif”ten bahsetmelerinde kalmıştı belli ki, tanışma faslını kısa tutup sohbetin devamı ister gibi, “Bahsettiğiniz hat sanatında Elif nasıl duruyordu tabloda acaba?” diye sordu Attar adaşına.

        Kağıt üzerinde” dedi Ferit Bey, “sanki sonsuza kadar yazılmış bir harf: Elif; Arap alfabesinin ilk harfi,” dedi.

        Borges sözünü kesti:

        “Semit dillerinin ilk harfi… Benim de ‘Alep’ adında bir hikayem var. Aynı harf. Ama sonsuza kadar dediniz, orayı anlamadım.”

        Ferit Edgü, Borges ile Feridun Attar’a bir şey izah etmenin verdiği heyecanla anlatmaya başladı:

        “Hat sanatında ‘Meşk’ derler, aynı harfi, değişik biçimlerde yazmış hattat. Tüm yüzeyi, kağıdın tüm yüzeyini doldurmuş ve artık yazacak bir tek nokta kalmamış, tüm yüzey tek bir harf olmuş, sürekli tekrarlanan.”

        “Simgesel bir anlamı var ama o harfin değil mi” diye sordu Attar.

        Ferit Bey anlatmaya devam etti:

        “Birçok simgesel anlamı var. Allah’ın ve Aşk’ın ilk harfidir.”

        Borges’in şaşkınlığını Feridun Attar dağıttı:

        “Yanlışınız var. Allah’ın ilk harfi ‘Elif’, Aşk’ın ilk harfi ise ‘ayın’dır,” dedi Attar.

        Borges, Ferit Bey’i daha fazla mahcup etmemek için, “Hatasız kul olmaz ve yalnızca Yaradan kusursuzdur,” dedi.

        Ferit Bey hafifçe utandı ama Borges daha fazla utanmasını engellemek için sözü Attar’la dostluklarına getirdi:

        “Arkadaşım Attar’la, o öldükten tam 785 sene sonra tanıştım. Tuhaf bir kitap yazmıştı. Ben onun Simurg hikayesini okuduktan sonra önüme farklı farklı kapılar açıldı. Anlatım aracı, hikâye etme biçimi, olay örgüsü ve edebiyat felsefesi üzerinde dönüştürücü bir etki yaptı bende, ondan sonra bütün yazdıklarıma onun kokusu sindi, izi kaldı.”

        Attar girdi araya;

        “Dediklerinden pek bir şey anlamıyorum, bütün bunları nasıl yapmış olabilirim?” diye sordu.

        Borges cevap verdi:

        “Moğullar sizi öldürdükten benim öldüğüm çağa kadar geçen yaklaşık sekiz yüz yılda sanat, edebiyat çok uzun bir merhale kat etti ey sofi. Demin ağzımdan çıkan kelimelerin çoğu sizin zamanınızda yoktu. Neyse, mühim olan sekiz, dokuz asır sonra burada buluşmamız ve birbirimiz çok iyi anlamamız.”

        “Ama bu süre zarfında arayış bitmedi değil mi? Hâlâ bir şeyler arıyor olmalı insanlık?” diye sordu Attar.

        “Aynen öyle, ben hayatım boyunca arayan ile aranan arasında bir özdeşlik kurmak için yazdım. Rehberim de sizdiniz,” dedi Borges.

        Attar onu tasdik etti:

        “Arayışın bir tür ayna olduğunu keşfetmiştiniz o halde?”

        “Bu keşif beni sonsuz labirentlere götürdü” dedi Borges.

        Sohbetin tam burasında Ferit Edgü araya girdi:

        “İki Kral ve İki Labirent” hikayeniz harikulade bir hikayedir üstadım.

        Attar’ın yüzü meraklı bir hal aldı;

        “Nasıl bir hikayeydi acaba?”

        Boges Ferit Bey’e “hadi anlat” der gibi baktı, Ferit Edgü anlatmaya başladı:

        “Hikâye tam tamına sizin kelimelerinizle şöyle:

        Sözüne güvenilir tarihçilerin anlattığına göre (gerçi her şeyi bilen bir tek Allah’tır) eski zamanlarda Babil’de hüküm süren bir kral varmış. Bu kral bütün mimarlarıyla sihirbazlarını çağırmış ve aklı başında hiçbir insanın içine girmeye cesaret edemeyeceği kadar dolambaçlı, girenlerin de yollarını kaybedecekleri kadar ince tuzaklarla dolu bir labirent inşa etmelerini buyurmuş. Böyle bir girişim ‘küfür’ sayılırmış, çünkü insanı şaşırtmak da mucizeler yaratmak da yalnızca Allah’a özgüdür. Gel zaman git zaman, bu kralın sarayına Arap krallarından biri gelmiş; Babilli kral da (konuğunun saflığıyla eğlenmek üzere) konuk kralı labirente sokmuş. Konuk kral labirentte dört dönerek korku ve şaşkınlık içinde çıkış yolunu araya araya akşamı etmiş. Sonunda tek çarenin Allah’tan geleceğini görerek O’nun yardımına sığınmış ve çok geçmeden kapıyı bulmuş. Dışarı çıktığında ağzını açıp da tek bir serzenişte bulunmamış. Bunun yerine Babilli krala kendi yurdunda kendisinin de bir labirenti olduğunu ve Allah nasip ederse bu labirenti bir gün seve seve ona gösterebileceğini söylemiş. Sonra Arabistan’a dönmüş, komutanlarını ve ordularını toplayarak Babil üzerine yürümüş. Talihi öylesine yaver gitmiş ki, ülkenin kalelerini yerle bir etmiş, halkını kılıçtan geçirmiş, kralı da tutsak almış. Onu hızlı giden bir deveye bağlamış ve çöle sürmüş. Üç gün yol almışlar, sonunda galip kral: ‘Sen zamana sözü geçen, ey çağının en yüce kralı! Sen beni Babil’de sayısız merdivenle, kapıyla, duvarla dolu tunçtan bir labirente hapsetmek istemiştin; işte şimdi de Yüce Allah bana seni kendi labirentime sokma fırsatı verdi. Bu öyle bir labirent ki bunda ne tırmanılacak merdivenler ne zorlanacak kapılar ne insanı yorgunluktan bitap düşürecek sonsuz koridorlar ne de birdenbire önüne çıkan duvarlar var,’ demiş ve Babilli kralın iplerini çözmüş; onu orada, çölün ortasında açlık ve susuzluktan ölmeye bırakmış. Hayy-ı Lâ yemut (Ölmeyene ant olsun)”.

        Ferit Edgü hikayeyi naklederken Attar onu soluksuz dinledi.

        “Desenize kralın yolu benim kuşların yolundan daha çetin şimdi,” dedi.

        Hep birlikte güldüler.

        Sohbetin bir kahkahayla kesilmesini fırsat bildim, tutamadım kendimi, bütün cesaretimi toplayarak:

        “Yazmaya nasıl başladınız ya Attar” dedim.

        Bir anda kısa bir sessizlik kapladı o mezar ağzını. Borges, Ferit Edgü’ye beni göstererek sordu:

        “Bu da kim?” dedi.

        Ferit Edgü, “Ben gençliğimde bir ara kayboldum, bir anda kendimi dağ başı bir yerde buldum, orayı yazayım derken yazdıklarımda kendimi buldum, işte kendimi bulduğum o yerden geliyor arkadaşım, adı Muhsin, bu yüzden hemşerim diyorum ona.”

        “Senin hikayen de Simurg’a benziyor desene. Başkalarını ararken kendini bulmak… Neyse, Muhsin’in sorusuna cevap ver de biz de dinleyelim tekrar ya Attar” dedi Borges.

        Attar anlatmaya başladı:

        “Firuzeler ve kılıçlar ülkesi Nişapur’da doğmuşum. Çabuk büyüdüm. Elimden başka bir iş gelmiyordu, ben de güzel kokular, bitkilerden yapılmış ilaçlar satan bir dükkân açtım, aktar dükkânı. Günün birinde dükkânıma üstü başı dökülen, hırpani, açlıktan avurtları çökmüş bir derviş girdi. Raflardaki ilaç kutularıma, sattığım bitkilere, ıtriyata bakıp ağlamaya başladı. Şaşırdım kaldım, dervişe derhal dükkânımı terk etmesini söyledim. Bu öfkeli davranışım üzerine derviş bana dedi k: ‘Benim gitmem kolay, giderim, geride de hiçbir şey bırakmam. Ama senin, şu görülen kıymetli şeylere veda etmen pek de öyle kolay olmayacak.’ Bu sözler üzerine yüreğim cız etti. Derviş kapıyı kapatıp gitti, onun arkasından ben de kapıyı kapatıp dükkânı terk ettim, bir daha da dönmedim o dükkâna, dünya işlerinden el ayak çekmem böyle oldu.”

        Borges, hikâyenin gerisini bildiğini belli eden bir tavırla sordu:

        “Hikâyen burada bitmiyor ama, ne yaptın sonra, anlat da dostlarımız da öğrensin.”

        “Önce Mekke’ye hacca gittim, sonra Mısır’ı, Suriye’yi, Türkistan’ı, Hindistan’ın kuzeyini boydan boya dolaştım. Dönüşümde kendimi büyük bir aşkla Tanrı’ya ibadet etmeye verdim ve en önemlisi yazmaya başladım. Yazarken de ilk mesleğimi kendime isim yaptım. O kadar uzun yaşadım ki bir beddua gibi, bütün sevdiklerimin ölümünü gördüm. Yaşlandıkça şiir yazmayı da bıraktım. O sırada iki milyon Çinliyi esir alıp ellerine ok ve yay vererek Batıya doğru sefere çıkan Cengiz Han’ın oğlu Tula’nın askerleri üzerimizden geçti, herkesi öldürdükleri gibi beni de kılıç darbeleriyle delik deşik ettiler sebepsizce.”

        Ferit Edgü, Borges’e, “Attar’ın ölümünü ‘Sonsuz Gül’ şiirinde ne güzel anlatmıştınız üstat.”

        “Öyle mi?” diye Borges’e sordu Attar sevinçle.

        “Ölümün vesilesiyle gülü anlattım aslında ey sofi. Üstelik sana da kendime benzer bir kader biçtim, senin de gözlerini kör ettim, seni kendimle özdeşleştirdim. Krallarını arayan senin kuşların gibi, sende ben gülün gerçek doğasını aradım. Sen de zahiri olanı aramıyor muydun?” diye sordu Borges.

        “Aslında yazı serüveni, tıpkı benim kuşlarımın serüveni gibi, içindeki şeyi arama serüvenidir,” deyince Attar, Borges, “Bu cümleyi senin değil, benim kurmam lazım, zira senin yaşadığın dönemde edebiyatla uğraşanların çoğu aradıkları şeyi biliyor, bizim çağımızda ise bu arayış yolculuğu daha karmaşık bir hal aldı.”

        Ferit Edgü girdi araya:

        İkinizin de sanatını kuşatan yedi şey var biliyor musunuz? Tereciye tere satmak olacak ama söylemek istiyorum yine de. Senyör Borges’in edebiyatını belirleyen yedi temel taş şunlar; Tanrı’nın yalnızlığı, Kur’an, Bin Bir Gece Masalları alemi, senin Simurg’un, Denizci Simbad ile Ulysses romanı, Ömer Hayyam’ın şiiri, Müslümanların Endülüs’te yarattıkları medeniyet… Sana gelince ya Attar… Senin de Hüdhüd’ün yedi vadiden geçerek ulaşmıştı hakikate, yani kendine. Bu vadiler talep, aşk, marifet, istiğna, tevhit, hayret ve fena’ydı.”

        Borges, Ferit Edgü’nün sözünü tamamladı:

        “Görünen gökyüzündeki her şey, her yerdedir. Herhangi bir şey de her şeydir. Güneş tüm yıldızlar, her yıldız, yıldızların tümü ve her yıldız tüm yıldızlar artı güneştir.”

        Attar, bir beytiyle Boges’le aşık attı:

        “Gök kubbenin gözlerinle gördüğün, aklınla kavradığın gibi olduğunu sana kim söyledi? Gördüklerin sadece bir resim, bir benzetmedir.”

        Ferit Edgü, sohbetin gidişatını değiştirdi:

        Siz burada da mı körsünüz Senyör Borges?”

        “Ne fark eder” dedi Borges umursamaz bir tavırla, “zaman görenler için de körler için de aynıdır sanırım, yanılıyor muyum yoksa? Çünkü zaman görülmez. Ha bu arada, hangi rüzgâr attı seni buraya, ne arıyorsun, yoksa sen de öldün mü?” diye sordu.

        Ferit Edgü, “Evet, öldüm galiba. Kendime kaya mezar bakıyordum” dedi gülümseyerek. Bu sözü üzerine iki ihtiyar kahkahalarla gülmeye başladı. Borges ona dedi ki:

        “Benim ‘İki Kral, İki Labirent’ hikayemi ne güzel anlattın demin. Babil kralının labirenti insan eliyle inşa edilmişti, Arap kralının labirenti ise Tanrı’nın eseriydi. İnsan yapısı her labirentten mutlaka bir çıkış yolu vardır ama Tanrı’nın labirenti sonsuzdur… Sen insan krallığından geldiğine göre, Tanrının krallığında bir mezara ihtiyacın yok kıymetli Ferit! Bak göz alabildiğine her yer mezar… Biz yıllar yıldır beraber dolaşıp duruyoruz, canımız nereyi istiyorsa orada durup sohbet ediyoruz. Bizim kafadasın sen de otur yanımıza, burada bir şeye ihtiyacın yok, burada gece yok, gündüz yok… Haliyle zaman da yok ama kelimeler var, kelamın her zaman ve her yerde hükmü geçiyor çünkü.”

        Ferit Edgü büyük bir memnuniyetle yanlarına oturdu, ben ayakta kaldım.

        “Hadi Muhsin git sen, geç kalma” dedi bana.

        Tam vedalaşırken uyandım.

        *

        Kaynaklar

        Ferit Edgü, “Şimdi Saat Kaç” içinde “Borges’le Düşte”, Denemeler, Ada Yayınları

        Borges, “Dantevari Denemeler”, İletişim Yayınları

        “Alef”, İletişim Yayınları

        “Sonsuz Gül”, İletişim Yayınları

        Ferüddiddin Attar, “Mantık El-Tayr”, İş Kültür Yayınları