Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Körlüğü kabullenmek!
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Çocukluğumda, evimizde “kör” kelimesi telaffuz etmek yasaktı. Hiçbirimiz kullanmıyorduk Kürtçedeki “kor” kelimesini. Birisinin gözleri görmüyorsa onun için “kore” demiyorduk mesela, böyle bir kelime sözlüğümüzde yoktu, evin içinde zinhar kullanılmıyordu, çok mecbur kalınca “hafız” diyorduk gözleri görmeyene.

        Çünkü evde bir kör vardı. (Fars dilinde “kör” demek bir tür hakaret kabul edildiğinden körler için “aydınlık kalpli” anlamında “ruşendil” deniyormuş.)

        Dokuz kardeşiz, en büyüğümüzdür Abdulkadir ağabeyim. 1943 yılında gelmiş dünyaya. Mektep yaşına geldiğinde köyde ilkokul açılmış. 1950 senesinde mektebe başlamış olmalı. Toplama çıkarmada üstüne yok. Birkaç ay okula gittikten sonra bir gün gözlerine bir illet musallat olmuş. Kış günü, yollar kapalı, insan ayaklarının hiç kimseyi hiçbir yere ulaştırmayacağı yaman bir kış. Çocuğun gözkapaklarının altında birtakım kesecikler oluşmuş önce, ilaç yok, illeti bilen hekim yok, köylüler bildikleri yöntemle tedaviye başlamışlar, kimisi sumak suyuyla yıkayın demiş, kimisi otlardan yapılma bazı ilaçlar getirmiş, uğraşmışlar, bir süre sonra kirpikleri içeri kıvrılmaya başlamış, gözünün saydam tabakasında yaralar oluşmuş, çocuk gururlu, ağız üstü uzanmış, tehlikenin farkında, kalkmamış yattığı yerden, körlüğe yatmış, ağlamış ağlamış… Nihayet karlar erimiş, babam alıp götürmüş şehir merkezine, “Erzurum’a götür” demişler, götürmüş, orada “yapabileceğimiz bir şey yok” demişler, babam umudunu kesmemiş, bu kez Musul’a götürmüş ama artık çok geç, çocuk tamamen ışıktan mahrum kalmış.

        Ondan sonra dünyaya gelen sekiz kardeşi onu hep kör görmüşler. O da dış dünyayı görmeyince, içinde yarattığı dünyaya çevirmiş görmeyen gözlerini. Hafızasından yeni bir dünya yaratmış, umudunu kaybettiği günden itibaren gelen geçen herkesten bir şeyler öğrenmeye başlamış. Önce Kuran’ı ezberlemiş, sonra bir yığın hadisi… Sonra duyduğu bütün destanları, masalları, türküleri kaydetmiş belleğine, sonra tarihe, coğrafyaya, teolojiye merak salmış, duyduğu her şeyi bir kayıt alma cihazı gibi kaydetmiş hafızasına.

        Körlüğü hiç kabullenmemiş, hiç kimsenin elini tutmasına izin vermemiş, tek yardımcısı bastonu. Seyahatlere çıkmış, İstanbul’dan Musul’a gezmediği yer kalmamış, sohbetine diz kırmadığı bilgin, seyda bırakmamış, nerede bir alim varsa gidip bulmuş, bildiklerine ortak olmuş, müthiş bir matematik dâhisi, hiçbir hesap makinası yarışamıyor onunla, herkesi sesinden biliyor, aradan çeyrek asır geçse bile geleni sesinden tanıyor, belleğinde binlerce telefon numarası var, satranç oynuyor gözleri görenlerle. Şu anda yayınlanmış beş kitabı var.

        *

        O “kör”değildi, sadece bizim gördüklerimizi görmüyordu. Kürtçede de bir çok dilde olduğu gibi “kör” netameli bir kelime, ağabeyimiz kör değil “hafız”dı.

        Ben okuma yazmayı öğrendiğimde bu kez sözlü kültürden yazılı kültüre geçti. İlkokul üçüncü sınıftan itibaren onun “okuyucusu” oldum. Bulabildiğim her kitabı ona okudum. Türkçe bilmiyor, bu durum işimi bir hayli zorlaştırdı ama aynı zamanda önüme yeni bir kapı da açtı. Okuduğum bütün kitapları satır satır Kürtçeye tercüme ediyordum ona. Zor bir işti, oyun yaşında bir çocuk için çok zor… Ama yaptım, okuldan gelir gelmez bütün akranlarım oyun alanlarına, sinemaya koşarken ben oturdum, “hafız” ağabeyime Türkçe kitaplar okuyup Kürtçeye tercüme ettim. Bunun bana kazandırdıklarını yıllar sonra anladım.

        Yakın bir zamanda bana dedi ki, “Bağışla beni, çocukken sana çok eziyet çektirdim.”

        Ben de ona dedim ki, “Sana minnettarım canım abicim, sana okuduğum o kitaplar olmasaydı, bugünkü ben olmayacaktım.”

        Günahıma girmediği için sevindi, içten güldü. Onunla körlük üzerine hiç konuşmadık. Ona kör olduğunu hiç hatırlatmadım. Bu yüzden de hep aklıma gelen ama bir türlü o soruyu soramadım. Çoğu zaman dilimin ucuna geldi soru, yine de cesaretimi toplayıp soramadım.

        Soru şuydu:

        “Doğuştan kör biri mi, yoksa daha sonra kör olan biri mi daha şanslı veya mutludur?”

        *

        Şu anda okumakta olduğum, benim için büyük bir sürpriz ve aynı zamanda muhteşem bir keşif olan bir romanda aklımdaki bu sorunun cevabı çıktı karşıma. O bölüm şöyle:

        “Toko Ousseynou, öteden beri görmeyen doğuştan kör biri mi, yoksa senin bir müddet gördükten sonra kör olan biri mi daha acınacak haldedir? En beteri hangisi: Hiç görmemiş olmak ve görmeyi arzu etmek mi yoksa daha önce görmüş olmak mı?’

        Karar vermeden birkaç gün düşünmüştüm. Sonra onun fikrini sormuştum.

        ‘Sanırım en mutsuzu daha önce gören kişidir Toko Ousseynou.’

        ‘Niçin? Dünyanın güzelliğini gördüğü, bu güzelliği özlediği ve özlem ya da üzüntü arzudan daha ıstıraplı olduğu için mi?’

        Hayır,’ diye yanıt vermişti. ‘O kişi daha mutsuzdur çünkü dünyanın güzelliğinden kalan hatıralarla yaşar. Ama bu hatırasının artık var olmadığını bilmez çünkü dünya değişir. Dünyanın her gün ayrı bir güzelliği vardır. Ama bir zamanlar gören kör kişi bilhassa mutsuzdur çünkü hatıraları, hayal etmesini engeller. Unutmamak için o kadar büyük bir enerji harcar ki, bir zamanlar gördüklerini ve artık göremeyeceklerini yeniden yaratmaya olan kabiliyetini unutur. Ve hayal gücü olmayan bir insan, kör olsun olmasın daima mutsuzdur. Ama sen öyle değilsin. Sen gördün ve görülecek şeyleri hâlâ hayal etmeyi biliyorsun.” (Mohamed Mbougar Sarr, İnsanların En Gizli Hatırası, Everest Yayınları, s.194-95)

        *

        Ağabeyim Abdülkadir, dünyanın en neşeli insanıdır. Çocukluğundan beri söyleyip eğlenen bir dengbêjdir. Çünkü “hayal gücünü” hiç elden bırakmadı. Tıpkı “hayal gücüne” abanan bizden Cemil Meriç ile Güney Amerika’dan Borges gibi…

        Borges, yirminci asrın en parlak edebi dehalarından biriydi. Budizmden Kabalaya, Tasavvuftan modern edebiyata uzanan her şeyden yararlanmış gizemli hikayelerin yazarıydı. Hiç roman yazmadı. Babasının kütüphanesinde bulduğu “Bin Bir Gece Masalları” kitabı Borges olmasında çok önemli bir kilometre taşıdır. Ömrünün bir deminde kör olacağını biliyordu. Körlüğü kaçınılmaz bir kader olarak gördü. Çünkü körlük ailesinde hep vardı; babası, babaannesi ve ondan önce ölen büyük dedesi de kör olmuşlardı. Onun da gözleri hep zayıf görüyordu. Henüz kör olmadan, bir şeyler okuduğunda yarım saat sonra her şey bulanıklaşıyordu. Kendini körlüğe yavaş yavaş alıştırmıştı. Ölmeden kısa bir süre önce, “Kör, neşeli ve cesur biri olarak, ben de ölmeyi umuyorum, dedi. Herkesin “ilah” muamelesi yaptığı ülkesi Arjantin’de onun hiç sevmediği Eva Peron, 1955 yılında devrilince hep hayalini kurduğu mesleğine ulaştı, onu Arjantin Milli Kütüphanesi’nin müdürlüğüne getirdiler. Binlerce kitabın arasında hayal ettiği işe kavuştuğu sene gözleri kör oldu. Bu durumu, “Bana aynı anda hem 800 bin kitabı hem de karanlığı veren Tanrı’nın muhteşem ironisi” olarak değerlendirdi. O “Cenneti her zaman bir tür kütüphane olarak hayal” etmişti.

        Göreve başladığı gün yazdığı “Armağanlar Şiiri”nde durumunu şöyle anlattı:

        “Kimse yakınıp yerindiğimi sanmasın

        bu lütfundan yüce Tanrı’nın,

        bana ilahi bir şaka yaptı

        kitabı ve körlüğü aynı anda bağışladı.”

        (Umberto Eco, “Gülün Adı” romanındaki kör kütüphaneci Keşiş Jorge’u, Borges’ten esinlenerek yarattığını söyler birçok yerde.) 87 yıl yaşamış olan Borges, ömrünün otuz yılını kör olarak yaşadı.

        Yukarıda Sarr’ın romanından aldığım ve hep ağabeyim Abdülkadir’e sormak isteyip de bir türlü soramadığım soruyla ilgili olarak Borges şunları söyler:

        “Asıl dramatik durumdakiler, görme yetilerini bir anda kaybedenlerdir. Benim içinse o usulca kararma, görüşün yavaşça yitirilişi, esas anlamda görmeye başladığımda başladı. 1899’dan (doğum yılı) beri öyle dramatik anlar olmaksızın yavaşça ilerleyen bu karanlık, üç çeyrek asır boyunca sürdü. 1955’te görüşümü tamamen yitirdiğimde ise o hazin an geldi, okur yazar görüşümü yitirdiğimde.”

        On göre, “Gecenin ağır ağır inişi yarım yüzyıldan fazla sürdü”.

        Aslında Borges körlüğünden pek mustarip bir yazar da değildi. Şunları söyledi:

        Bir yazar yahut herhangi bir adam, başına her ne gelirse bunu bir araç olarak görmeli; zira her şey bir amaç doğrultusunda verilir.

        Bu, sanatçı için çok daha güçlüdür. Gerçekleşen her şey, aşağılanmalar, utançlar, talihsizlikler de dâhil olmak üzere birer kil hamuru gibi sunulur, sanki bir sanat malzemesi gibi. Bunu kabul etmeliyiz… Eğer kör bir adam bu şekilde düşünürse kurtulmuştur. Nitekim körlük, bir armağandır. Körlüğün bana bahşettiği armağanlarla sizi tükettim. Biraz Anglo-Saxon anlayışı kazandırdı bana, biraz İskandinav; sahip olmadığım Ortaçağ edebiyatı bilgisini verdi; iyi ya da kötü olsun, yazıldıkları ânı yansıtan çeşitli kitapların üslubunu edindirdi. Dahası körlük, başkalarının nezaketiyle çevrelendiğimi hissettirdi bana. İnsanlar her zaman körlere karşı iyi hislerle doludur.”

        *

        1954 yılının sabırsız, aceleci bir bahar akşamıydı. Her şeyde dala yürüyen suyun telaşı vardı.

        Karı koca Meriçler Çatalca’da uzak hısımlardan Ahmet Çipa’nın evine misafirliğe gitmişlerdi. Leziz Antakya yemekleriyle donanmıştı sofra. O lezzetlere Cemil Meriç’in sohbetinin lezzeti katıldı, lezzet katlandı, akşam büyüydü, muhabbet bir demet akşam sefası oldu, oturdu evin içine. Kalkma vakti geldi, bir kat merdiven ineceklerdi. Cemil Bey’in on iki buçuk miyopisi ve kuvvetli hipermetropisi vardı. Büyük harfleri bile zor seçebiliyordu artık. Bu yüzden karısı Fevziye Hanım’ın kolundaydı. (Salah Birsel, ondaki kitap okuma tutkusundan bahsederken “masayı evde yanan ampulün altına çeker, üstüne bir sandalye koyar, sandalyeye çıkıp ampule iyice yaklaşarak öyle kitap okurdu” der.)

        Merdivenlerden inerler. Son basamak diğerlerinden birazcık yüksektir. Basamakların tekdüzeliğine alışkın ayakları mesafeyi kestiremez, ayağı bir anda boşlukta kalır, iri cüssesiyle yere kapaklanır. Aceleyle kalkar, üstünü başını silkeler, tekrar karısının koluna girer, sokağa çıkarlar.

        Gece buram buram bahar kokuyor, kapının önündeki badem ağacının çiçeklerine yıldızlar asılmış ama tuhaf bir şey var havada. Her yer karanlıktır! Cemil Bey’in o an dudaklarından dökülen, “Fevziye, elektrikler mi kesik? Hiçbir şey görmüyorum,” cümlesi onun kararan dünyasının ilk habercisi olur.

        Cemil Meriç o an kör olur!

        1954 yılında, 38 yaşındayken kör olan Cemil Meriç,

        1987 yılında ölümüne dek tam tamına otuz üç yıl kör yaşadı.

        Körken aşık oldu Lamia Hanım’a. Kızıyla bir yerde otururken sesini duydu kadının; o sese gitti. Jurnal’in ikinci cildi bu mektuplardan müteşekkildir. Türk edebiyatında yazılmış en güzel aşk mektuplarıdır, Kafka’nın Milena’ya yazdıkları ayarında… Lamia Hanım’ı muhayyilesinde nasıl resmettiyse artık… Gözleriyle değil kalbinin ışığıyla bakmış belli ki ona.

        İlk dört mektubunu kızına yazdırır aşık olduğu kadına, daha sonra kızı annesine daha fazla haksızlık yapmamak için yazmaktan vazgeçer. Bir mektupta Lamia Hanım’a “İlk merhabadan sonra benim olmalıydın. Kanunlardan bize ne idi. Rüsvalığı göze almayan sevmemeli,” dedi.

        Evliydi, kadın da öyle; kördü, kocaman çocukları vardı ve aşkı için “rüsvalığı” göze almıştı. Başka bir mektubunda da “ışıktan mahrumluğunun” yerine duyduğu “o sesi” ikame eder:

        “Bir uçurum gibi büyüyen sükût, hayattan, ışıktan, ümitten kopuş. Nihayet gönlüme baharı getiren sesiniz. Kırık bir tekne, karanlık bir deniz. Ufukta siz olmasanız hayat denen bu yolculuk, bu rezil, bu pespaye, bu komik sürükleniş dayanılmaz bir çile olurdu. Yeniden kendimi buldum mektubunuzda, ömrümün en kederli anları sizi kaybettiğimi sandığım anlardı: Şubat'ın ilk günleri, Ankara. Gökkubbenin bütün yıldızları başımda parçalandı ve güneş kahkahalar atarak uzaklaştı ufkumdan ve gece, ıslak, yağlı, isli bir gece bütün benliğimi bir ahtapot gibi kucakladı. Kimsiniz? Otuz yıldır gördüğüm rüya. Arzın bütün mevsimleri vardı mektuplarında, göğün bütün ışıkları vardı. Şimdi yıldız yıldızdı kelimeler, şimdi şimşek şimşek. Arada gök kararıyordu. Sonra vuslat gibi güzel bir fecir. Mektupların fırtınayla doluydu, meltemle doluydu, lema ile doluydu, yani Lamiamla doluydu. Kuşlar tarlada mı şakıyorlardı, içimde mi?”

        Hep görmek için can attığı, bir zamanlar “rüyalarının şehri” Paris’e “kör bir adam” olarak gider. Hastane odasında görmemeyi şöyle anlatır:

        “Görmeyen insan, bozuk bir ampul gibi manasız; bıraktığınız yerde kalan bir paket; içinde eski hatıralar olduğu için arada bir karıştırılmaya layık... (...) Bu koğuştakiler (körler koğuşu) saati, ya dışarda birbirine çarpan süt güğümlerinden veya Mösyö François’nın öksürüğünden öğrenirler.”

        1 Şubat 1963’te, körlüğünden bahsederken kendinden üçüncü tekil şahıs olarak söz eder:

        “Bazen şükrediyor körlüğüne. Felaketine dört elle sarılmak istiyor. Körlük bir nevi ölüm. Hayır ölümden çok daha beter bir işkence. Öldükten sonra yaşamak gibi bir şey. Bir hortlak gibi yaşamak. (...) Yaşadığı trajedinin düğümünü ya ölümün elleri çözebilirdi ya cinnetin. Heyhat! Gözlerini kaybetti. (...) Bununla beraber yıllarca kör kelimesini telaffuz edemedi. Dudaklarını yakıyordu bu söz. İnanmak istemiyordu. Hâlâ inanmak istememektedir.”

        Ama körlüğü kabullenmesi Borges kadar kolay olmaz. Tiksinir “kör” kelimesinden. Kızı Ümit Meriç, bundan sonra babasının “kör” kelimesini her duyduğunda “öfke girdaplarına” kapıldığını söyler hayatını anlattığı kitabında.

        “Ben alışamadım körlüğe. Bu kelime telaffuz edildikçe büyük bir kabahat işlemişim gibi yüzüm kızarıyor. Gözlerimi göstermek istemiyorum. Körler bütün devirlerin ve bütün ülkelerin paryası. Kör müsün! Hay kör şeytan!.. Romanın bütün canavarlara, bütün sürüngenlere açılan kapıları körlere kapalı.” (Jurnal 1, 15 Şubat 1963)

        *

        Bizim evde, ağabeyimiz Abdulkadir oradaysa eğer “kör” kelimesini hâlâ hiç kimse kullanmaz.

        Körlüğe dair, “Yanık Divan”dan bir Enis Batur şiiri şöyle:

        “Zaman şimdi bir çare gibi görünüyor sana.

        Çok olmadı, kuyundu. Dibe vurdun ve

        orada aylar boyu çıkışsız oyalandın, kırık

        dökük ama sızlanmadan kendini koyu

        karanlığın sünger dokusuna bıraktın.

        Olsun olsun bir toplu iğnenin batıp çıktığı

        uzak bir delik büyüklüğünde olsun, olsun:

        Işık ipince bir çizgi çekiyor nicedir büzüşmüş

        beklediğin köşeye doğru, gözlerinin dibinde

        bir kamaşma etkisi yaratıyor -kalkıyorsun

        yerinden, yüzünde körlere özgü gülümseme,

        ne köpek ne değnek, yapayalnız ama güçlüsün.”